Dalga dalga gelişen ve artık bir proje olduğundan kuşku duymadığım Ergenekon operasyonunun ardından kamuoyunda başlayan tartışma, kafaları karıştırmaya devam ediyor. Özellikle 40 kişinin gözaltına alındığı, aralarında Prof. Yalçın Küçük, muvazzaf subaylar ve emekli orgenerallerin de bulunduğu son operasyon bu kafa karışıklığını daha da artırmış görünüyor. Ergenekon soruşturmasının solda da yoğun bir tartışmaya yol açtığını, dahası bu durumun giderek bir sıkışmaya dönüştüğünü söylemek, sanırım durumu saptamak bakımından doğru olacaktır.
Bu sıkışmada özellikle liberal, ikinci cumhuriyetçi ve İslamcı çevrelerin sosyalist harekete yönelik eleştirileri önemli bir rol oynuyor. Solun bir anlamda “demokrasi” sınavına çekildiği bu tartışma, toplumu olduğu gibi, sosyalistleri de ikiye bölmüş gibi görünüyor.
Sosyalist harekete yönelik eleştiriler, Deniz Gezmiş ve bütün bir devrimci kuşağın “Ergenekoncu” ilan edildiği, bilimsel temelden ve tarih bilgisinden yoksun, küstah ve insafsız bir saldırıya dönüşmüş durumda. Susurluk artığı, mafyalaşmış ırkçı-faşist bir çete ile sosyalist hareketin şu ya da bu şekilde ilişkilendirilmeye çalışıldığı tuhaf bir süreç yaşanıyor.
Sosyalistler muhayyel bir darbe ihtimali ve demokrasi ikilemine sıkıştırılmak isteniyor. Böylece bu kuşatma içinden AKP iktidarına “demokrasi” adına güçlü bir meşruiyet üretmek için olağanüstü çaba harcanıyor. Öyle ki, bu sahte ikilem demokrasiyi AKP ile eşitlemekte ve esas olarak solu ve toplumun ilerici güçlerini bu partinin arkasına dizmeyi amaçlamaktadır. Gelgelelim sol, kendi tarihsel referanslarından güç alan bir tartışma yürütmek yerine, kendisine sunulan zemin üzerinde hareket ediyor. Öncelikle aşılması gereken sorun budur.
Diğer taraftan, terörize edilen entelektüel ve siyasal ortama karşın, solun ana akımlarının bu kuşatmaya karşı direndiğini ve egemen söyleme teslim olmadığını söylemek mümkün. Ancak, liberaller üzerinden kurulan bu kuşatmanın, solun kimi öğeleri üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Dolayısıyla solda giderek derinleşme eğilimi gösteren sancılı bir ayrışmanın yaşandığını söyleyebiliriz. Örneğin -inanılır gibi değil ama- bir sol parti başkanı (Ufuk Uras), kendi partisindeki muhalifleri, “ulusalcı” ve “Ergenekoncu” diye suçlayabilmekte, daha da kötüsü İslamcı gazetelere verdiği demeçlerle adeta “ihbar” etmektedir.
Saptanması gereken bir başka olgu da şudur Ergenekon soruşturması dolayımıyla sola yönelik saldırılardaki yoğunlaşma, liberallerin ve İslamcıların toplum üzerinde ideolojik bir hegemonya kurma ihtiyacından kaynaklanıyor. Öyle anlaşılıyor ki, hâlâ bu topraklarda sosyalist entelijansiyayı teslim almadan ideolojik inisiyatifin ele geçirilmesi mümkün değildir. Ergenekon soruşturmasının “haklılığı ve doğruluğu” konusunda sol’u ikna etmeden bu inisiyatifi ele geçirmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü genel ismi “Süper Nato” ya da “Inter Nato” olan, Türkiye’de Kontrgerilla, İtalya’da Gladyo olarak bilinen yasa ve hukuk dışı anti-komünist “derin devlet” örgütlenmesinin bu ülkedeki 50 yıllık mağduru solculardır. 1960 ve 70’lerin devrimci kuşağı, Kontrgerilla ve onun sivil unsurlarıyla savaşmıştır ve bu direnişin onurunu yaşamları boyunca taşıyacaklardır. Binlerce arkadaşımızı bu savaşta kaybettik. Anılar hâlâ çok sıcaktır.
Türkiye’de Kontrgerilla sağcı, anti-komünist, Natocu ve Amerikancıdır. Bu örgüt İslamcıları bütün tarihi boyunca bir araç olarak kullanmıştır. Dolayısıyla solu Kontrgerilla’nın tasfiye edildiği konusunda ikna edemediğiniz takdirde, gerçek anlamda bir sonuç almanız, örtülü ılımlı İslam darbesi için bir meşruiyet zemini oluşturmanız mümkün değildir.
Durum böyle olmasına karşın -komik görünüyor ama- Ergenekon, derin devlet, kontrgerilla vb. bugün solda aranıyor. Böyle büyük bir sahtekârlık, sinsi bir “psikolojik harp” projesi ve alçakça hafıza silme operasyonu görülmüş değildir. Bizden Yalçın Küçük gibi sosyalistlerin “darbeci”, derin devletin elemanı, faili meçhul cinayetlerin suç ortağı, büyük faşist katliamların faili olduğuna inanmamızı istiyorlar. Bütün eleştirilerimize karşın, İşçi Partisi ve Doğu Perinçek’in temsil ettiği geleneğin, geçmişte Kontrgerilla örgütlenmesinin ve MİT operasyonlarının deşifre edilip açığa çıkarılmasında önemli bir rol oynadığını kabul etmeyen var mı bilmiyorum. Ancak, yine bize vaaz edilenlere bakılırsa, İşçi Partisi, Türkiye’deki darbeci ve Ergenekoncu örgütlenmenin neredeyse eksenini oluşturuyor. Bu çember her geçen gün, başka sosyalistleri de içine alarak genişletiliyor.
Ve her nasılsa, bu soruşturmada polis yok, İslamcılar yok, özel harpçiler yok, Özel Harp Dairesi yok, MHP ve ülkücüler yok.
Ulusal sol çizgideki (Marksist değil) İşçi Partisi’nin son dönemde Silahlı Kuvvetlere yönelik ilgisi biliniyor. Öyle anlaşılıyor ki bu alanda belli bir örgütlenmeye de sahip. Bir yıl önce MİT’in Genelkurmay Başkanlığı’na İP’in “Karargâh Evleri” adıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde örgütlendiğine ilişkin bir ihbarda bulunduğu dava dosyalarında mevcut. Ancak, bu örgütlenmenin Kontrgerilla yapılanması olduğunu söylemek için insan aklının sınırlarını zorlamak gerekiyor. Eğer böyle ise, geçmişteki kimi devrimci grupların Ordu içindeki örgütlenmelerini de kolaylıkla aynı kategoride değerlendirmek mümkün. Hatırlanacaktır 12 Mart ve 12 Eylül’de yüzlerce devrimci ve solcu subay (3.200 kişi), Ordu’dan ihraç edildi, tutuklandı, işkence gördü. Aralarından 3 devrimci subay Gölcük Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin kararıyla idam edildi.
OPERASYONUN OYLUMU
Ergenekon soruşturması, sadece siyasal bir tasfiye hareketi değildir. Son otuz yıldır yeryüzünde yıkıcı bir rüzgâr gibi esen neo-liberal politikalar ile post-modern, muhafazakâr ve her türden gerici-dinci hareketin insanlığa karşı oluşturduğu tarihsel suç ortaklığının bir sonucudur. Bu işbirliğine iktisadi planda ultra liberal bir tutum, siyasal ve felsefi planda ise radikal ve gerici bir modernite ve aydınlanma eleştirisi eşlik etmektedir.
Sol liberallerin emperyalizmi iptal etme, küreselleşmeciliği bir tür enternasyonalizm diye sunma, yurtseverliği suç sayma, anti-emperyalist olmayı milliyetçilik ve hatta yabancı düşmanlığı ile eşitleme sınıf mücadelesi yerine devlet-sivil toplum çelişkisini ya da merkez-çevre çatışmasını yerleştirme özgürlüğü etnisite ve dinsel cemaat serbestîsi olarak değerlendirme ve sınırlandırma çabaları sol’a yönelik bu kuşatmanın ideolojik enstrümanlarını oluşturmaktadır.
İyi niyetli bir yorumla belirtmek gerekirse kendilerini liberal ve hatta solda zanneden bazı çevreler, gazeteler ve aydınlar Fethullahçı istihbarat örgütlerinin, G. Soros fonlarının ve ABD’nin bölge siyasetlerinin basit birer aracı olduklarının farkında değiller. Tıpkı milliyetçi sol çizgideki kimi çevre, parti ve kişilerin geleneksel iktidar bloğunun pozisyon kaybeden, gerileyen ve tasfiye edilmeye çalışılan kanadını sol ve muhalif zannedip çekim alanına girdiği gibi.
EGEMEN SINIFLAR ARASINDAKİ YÖN VE PROGRAM FARKLILAŞMASI
Türkiye, 1990’ların başından (Soğuk Savaş’ın betiminden) itibaren alttan alta gelişen ve şiddeti giderek artan bir gerilimin açık çatışmaya dönüştüğü günlerden geçiyor. Siyasal bir krize dönüşen bu gerilimi tek nedene bağlamak doğru değil. Çok katlı bir tarihsel ve siyasal sorunla karşı karşıya olduğumuz ortada. Başka bazı makalelerimde ve kitaplarımda da ifade ettiğim gibi, ülkenin son 15 yıldır yeni bir “fetret” döneminden geçtiğini söylemek mümkün.
Bugün egemen sınıflar arasında, daha daraltılmış bir kavramla söylersek, geleneksel iktidar bloku içinde bir yön ve program farklılaşması ortaya çıkmıştır. Diğer bir anlatımla, devletin tepesinde bir iktidar parçalanmasının yaşandığını, daha da önemlisi farklı iktidar odakları arasındaki çatışmanın sertleşerek çatışmaya dönüştüğü bir politik durumla karşı karşıyayız. Üstelik bu çatışma, sadece iç politikanın sorunları ve ihtiyaçları üzerinden değil, emperyal güçler tarafından Türkiye’nin küresel düzen içindeki yeni yerinin tayin edilmesine kadar uzanan geniş bir alanda cereyan ediyor.
Son dalga ile gözaltına alınanların kimliklerine baktığımızda bu yön ve program farklılaşmasının bir kanadında yer alan ve “Avrasyacı” diyebileceğimiz bir kesimin tasfiye edildiğini görüyoruz. Soruşturmaya dahil edilen emekli orgeneraller (Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz, Hurşit Tolon, Şener Eruygur), Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin NATO üyeliğinin artık gereksiz hale geldiğini ve ülkenin çıkarlarıyla çeliştiğini, ABD’nin izlediği bölge siyasetlerinin Türkiye’nin stratejik çıkarlarıyla çatıştığını, bu nedenle çok odaklı bir dış politika izlenerek Avrasya’da ortaya çıkan fırsatlardan yararlanmak gerektiği görüşünü savunuyorlardı. Aynı generaller Rusya, Çin ve İran’la yeni ittifaklar yapılabileceğini de ileri sürüyorlardı. Üstelik bunu kapalı kapılar ardında da değil, kamuoyuna açık toplantılarda söylüyorlardı.
Abdullah Öcalan’ın açıklamaları nedeniyle yine biliyoruz ki, tutuklanan generaller Kürt sorununun bu topraklarda çözümü için de bir girişim içindeydi. Amerikasız ve Barzanisiz bir çözüm üretmek için Öcalan’la görüşüyor ve yeni bir siyaset oluşturmaya çalışıyorlardı. Öcalan, Fırat Haber Ajansı’na verdiği demeçte, “Benimle görüşen paşaları tutukluyorlar” derken bu girişimi anlatıyordu.
Bu görüşlerin egemen olduğu bir Türkiye, ABD’nin küresel ve bölgesel çıkarları için ölümcül bir tehdit oluşturmaktadır. Ergenekon operasyonunun gerçek anlamı budur. Bu operasyon ve tasfiye hareketinde, Amerikancı ve Natocu derin devlet de (yeni kontrgerilla) önemli bir rol oynamaktadır.
Hem AKP hakkında açılan kapatma davası hem de Ergenekon operasyonu bu çatışmanın dışa vurumundan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla ortada bir “temiz eller” soruşturması değil, son derece karmaşık ve gerici bir operasyon vardır.
Son operasyonda gözaltına alınanların büyük çoğunluğunun 28 Şubat sürecinde aktif görevde olan kişilerden oluşması da ayrıca dikkat çekicidir.
Operasyon öyle yürütülmektedir ki, her dalgada gözaltına alınanların arasında bir Susurlukçu ya da mafya mensubu da sıkıştırılmakta, bu yolla “derin” bir kuşku yaratılmakta ve böylece ilerici kamuoyunun desteği alınmaya çalışılmaktadır.
Örneğin Emniyet Özel Harekât Dairesi eski Başkan Vekili İbrahim Şahin, 28 Şubat döneminde tasfiye edilmiş ve mahkûm olmuş bir isimdir. Bu mahkûmiyette belirleyici rol oynayan kişi de dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’dur. Daha da önemlisi 28 Şubat döneminde, faili meçhul cinayetleri işlemekle suçlanan bu birim dağıtılmış, Özel Harekâtçı polis birlikleri Güneydoğu’dan çekilmiş ve Türkiye’nin değişik yerlerindeki karakollara dağıtılmıştır. Yine aynı dönemde, Polis Örgütünün kazandığı olağanüstü güç geriletilmeye çalışılmış ve Emniyet’in elindeki ağır silahlar alınmıştır. Şimdi son dalga operasyonuyla 28 Şubatçılar ile Susurlukçu Özel Harekâtçılar aynı sepete konulmuştur.
Günümüzde Emniyet yeniden olağanüstü bir güç kazanmış ve Fethullahçı ekibin egemen olduğu bir kuruma dönüştürülmüştür. Polis adeta silahlı bir politik parti gibi hareket etmektedir. Bugün, bir başka silahlı güce, polise dayalı bir darbe girişimi yaşanmaktadır.
AKP’NİN ENCAMI
Türkiye’de yeni yükselen ve artık orta ölçekli olmanın sınırlarını aşarak “büyük” kategorisine giren taşra sermayesi, iktidardan ve servetten daha çok pay almasının yolunun ülkeyi ve toplumu ABD ve Batının aktüel çıkarlarına uygun şekilde İslamcılaştırmaktan geçtiğini görmüştür. İşte AKP bu sınıfların partisidir.
AKP hükümetleriyle birlikte, 28 Şubat döneminde sistemin Cumhuriyet’in başlangıç ilkeleri doğrultusunda restore edilme süreci kesintiye uğramış ve bir kırılma yaşanmıştır. Bu iktidar döneminde gerçekleştirilen ve 6 yıllık bir döneme yayılan uygulamalara bakıldığında, toplumun ve devletin İslamileştirilmesi yönünde güçlü ve geri dönüş eşiğini aşan adımların atıldığını söyleyebiliriz.
AKP’nin ikinci seçim “zaferi” ile birlikte, askeri-bürokratik elit, İstanbul burjuvazisi ve yükselen taşra sermayesi arasında oluşan “zoraki” uzlaşma, bozulma çizgisine doğru hızla ilerliyor.
Gerçek anlamda iktidar olmak için yüzde önce 34, sonra da yüzde 46,7 oranındaki oyun yetmeyeceğini gören AKP liderliği, ilk günden itibaren Batı’ya ve ABD’ye yöneldi. İçeride yetersiz olan iktidar kudretini dışarıdan alacağı güçle tamamlamaya çalıştı. Avrupa Birliği (AB) ve ABD üzerinden askeri bürokrasiyi sıkıştıran AKP, Ordu komuta kademesini etkisizleştirerek iktidarını pekiştirmeye çalışıyor. Gerilimli AKP-TSK ilişkileri, yüksek komuta kademesiyle sağlanan uzlaşmayla sonuçlanmış görünüyor. Bu uzlaşma iki tarafın sivriliklerinin törpülendiği çatışmalı bir süreç şeklinde işliyor.
ÖLÜMÜ GÖSTERMEK…
Toplum, “ölüm gösterilerek sıtmaya razı” edilmek istenmektedir. İktidar, Ergenekon soruşturması yoluyla bütün toplumsal muhalefeti tasfiye etmeye çalışmaktadır. Bu saldırı, yukarıda da belirtildiği gibi, yoğun bir ideolojik kuşatma eşliğinde gerçekleştirilmektedir. Emniyet istihbaratının hazırladığı dosyalar, hiçbir filtreden geçirilmeden kesin doğrular ve verilmiş hükümler olarak İslamcı ve liberal medyada kullanılmaktadır.
Ergenekon Savcısının hazırladığı iddianameye göre, “Hükümete karşı toplantılar yapmak, bu amaçla taban oluşturmaya çalışmak ve bu toplantılarda konuşmak” suç oluşturmaktadır. Bu suçun kapsamına girmeyen bir muhalefet örgütü, parti, dernek, sendika ve yayın organı var mıdır? Yasaklanmak ve bir suça dönüştürülmek istenen şey toplumsal muhalefettir.
Ülkede, 1950’li yılların Soğuk Savaş Amerikası’nda olduğu gibi toplumu terörize eden ve bütün muhalefeti etkisizleştirmeye yönelen Mc Carthy’ci bir rüzgâr esmektedir.
Savcının iddianamesinde katiller ve maktuller aynı örgütün üyesi yapılmıştır.