Ergenekon soruşturması üzerinden yürütülen demokratikleşme, derin devletin ya da Kontrgerilla’nın tasfiyesi şeklindeki palavranın bu kadar kısa süre içinde açığa çıkmasını doğrusu kimse beklemiyordu. Bu operasyonun, Türkiye’nin küresel düzen içindeki yeni yerinin tayin edilmesine yönelik bir çatışma ve “psikolojik harp” harekâtı olduğu artık hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya çıktı.
Bu soruşturma, AKP iktidarına, ılımlı İslam rejimine ve ABD’nin bölge siyasetlerine “demokrasi” adına toplumsal ve tarihsel bir meşruiyet üretme çabasından başka bir şey değildir. Ve ne yazık ki, “derin devletin tasfiye edileceği” gibi iyi niyetli beklentiler büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmak üzeredir.
Gerek bu sitede geçen hafta yazdığım yazıda, gerekse önceki ay yayımlanan “Ergenekon ve Sosyalistler” kitabında (Kasım 2008, Siyah Beyaz Yayınları) yer alan makalemde belirttiğim gibi, 1990 sonrasında egemen sınıflar arasında ortaya çıkan yön ve program farklılaşmasının yarattığı bir çatışmayla karşı karşıyayız.
AKP iktidarı, Susurluk artığı ırkçı-faşist bir mafya çetesine yönelik operasyonu, toplumu sindirmek, muhalefeti susturmak, TSK gibi kimi kurumlarda yaygınlaşan ABD ve NATO karşıtı eğilimleri tasfiye etmek için bir araç olarak kullanıyor.
Bu analiz, artık bir hipotez olmaktan çıktı ve bir olgu haline geldi.
Geçen hafta yazdığım yazıdan kısa bir bölümü buraya almak istiyorum:
“Gözaltına alınanların kimliklerine baktığımızda bu yön ve program farklılaşmasının bir kanadında yer alan ve “Avrasyacı” diyebileceğimiz bir kesimin tasfiye edildiğini görüyoruz. Soruşturmaya dâhil edilen emekli orgeneraller (Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz, Hurşit Tolon, Şener Eruygur), Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin NATO üyeliğinin artık gereksiz hale geldiğini ve ülkenin çıkarlarıyla çeliştiğini, ABD’nin izlediği bölge siyasetlerinin Türkiye’nin stratejik çıkarlarıyla çatıştığını, bu nedenle çok odaklı bir dış politika izlenerek Avrasya’da ortaya çıkan fırsatlardan yararlanmak gerektiği görüşünü savunuyorlardı. Aynı generaller Rusya, Çin ve İran’la yeni ittifaklar yapılabileceğini de ileri sürüyorlardı. Üstelik bunu kapalı kapılar ardında da değil, kamuoyuna açık toplantılarda söylüyorlardı. (…)
“Bu görüşlerin egemen olduğu bir Türkiye, ABD’nin küresel ve bölgesel çıkarları için ölümcül bir tehdit oluşturmaktadır. Ergenekon operasyonunun gerçek anlamı budur. Bu operasyon ve tasfiye hareketinde, Amerikancı ve Natocu derin devlet de (yeni kontrgerilla) önemli bir rol oynamaktadır.” (M.Y, Ergenekon ve solda sıkışma)
Yukarıdaki analiz, hem olayların akışı hem de iktidarın yandaşı “iyi haber alan” gazeteci ve yazarlar tarafından kısa süre içinde doğrulandı.
OPERASYONUN GERÇEK AMACI MEĞER NEYMİŞ?
Serbest piyasa ekonomisinin, en hafif deyimle ‘sorgulanmasına’ yol açan son ekonomik krizle birlikte giderek işlevsizleşen liberal ve sol liberal aydınlar tam anlamıyla entelektüel bir sefalet sergiliyorlar.
Öyle ki, Batıcı ve serbest piyasacı olduklarını gizlemeyen bu liberal yazıcılar, istihbarat örgütlerinin oyuncağı haline gelen yayın organları ve köşelerinde, artık Amerikancı ve Natocu olduklarını da ilan etmekten sakınmıyorlar. Bu nedenle, anti-emperyalist olmayı “ayıp” sayıyor, küreselleşmeyi kutsuyor, yurtseverliği milliyetçilikle eşitlemeye çalışıyorlar. Herkesi ihanete zorluyorlar. Çünkü herkesin ihanet ettiği yerde hain de yoktur.
Şimdi Ergenekon operasyonunun amacı gerçekte neymiş, buna biraz daha yakından bakalım. Önce Zaman gazetesinden İhsan Dağı’nın yazdıklarında uzunca bir alıntı:
“Ergenekon, devlet içinde bulunan resmi bir yapının deformasyona uğramış hali. Kökleri de belli: Özel Harp Dairesi, Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra Avrupa’daki birçok NATO ülkesinde olduğu gibi bizde de örgütlendi. Mali kaynakları, teçhizatı NATO’dan sağlandı. Amaç, Soğuk Savaş döneminde ülkenin muhtemel bir Sovyet işgaline uğraması veya komünist bir ihtilâle maruz kalması durumunda ‘sivil direniş’i örgütlemekti.
“Peki, böyle bir ülkede elli yıldır Batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun Rusya yanlısı, NATO, ABD ve AB ile işbirliğine karşı ‘Rusçu’ bir kliğin eline geçmesine seyirci kalır mı?”
“Malzeme elde, Rusçu ekip güçlenmiş NATO’nun ikinci büyük ordusu, ‘ABD ve AB ile işbirliğini bırakıp Rusya ve İran’la ittifak kuralım’ diyen bir MGK Genel Sekreteri çıkarmış. Son dalgada gözaltına alınanlardan Tuncer Kılınç’ın, bu ‘stratejik ufkunu’ ilan etmesinin ardından 7 yıl geçmiş. Bu düzeydeki bir askerin böylesine derin bir ‘stratejik yeniden yapılanma’ yolu gösterdikten sonra makamında kös kös oturmuş olabileceğini kimse düşünmüyordur herhalde. (…)
“Dahası Ergenekon’dan yargılananlardan Şener Eruygur bu ülkede Jandarma Genel Komutanı olmuş, yine Ergenekon sanıklarından Hurşit Tolon 1. Ordu Komutanı olarak Genelkurmay Başkanlığı’na giden yolun en başına kadar gelmiş. NATO’yu Türkiye için en büyük tehlike olarak ilan edip, bir NATO ordusunun bu kadar tepesine çıkmış bir grubun varlığı şaka değil, bütün Batı ittifakı mensuplarının kaygıyla izleyeceği bir durum.” (İhsan Dağı, Zaman gazetesi, 13 Ocak 2009)
Evet, bir NATO ordusunda böyle bir ekibin inisiyatif kazanması, ABD’nin küresel ve bölgesel çıkarları ve siyasetleri için ölümcül bir tehdit demektir. Kendi siyasal ve toplumsal projelerini hayata geçirmek için ABD ve Batı’yla çatışmak yerine onunla bütünleşmeyi en uygun yol olarak gören ılımlı İslamcılar için de…
ABD’nin küresel siyasetlerini çok demokratik ve özgürlükçü gerekçelerle savunan Taraf gazetesi yazarı ve Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar -ki kendisi Amerikan istihbarat örgütleriyle derin ilişkisini hâlâ açıklayabilmiş değildir – bir adım daha ileriye gidiyor:
“On üç yıl Washington’da gazetecilik yaptım. Bu yıllar bana, ABD’nin Türk ordusuyla arasındaki ilişkinin kalıcı biçimde yıpranmasını asla istemeyeceğini öğretti. Bununla beraber Amerikan siyasetinin ve ordusunun Türkiye’yi iyi tanıyan mensuplarının, TSK’nın soğuk Savaş sonrasındaki performansına kuşkuyla baktıklarına da birçok kez tanık oldum.
“Türk ordusunun Washington’da, ‘gitgide Batı’dan kopan, bazı unsurlarıyla Rusya’nın etki alanına giren, AB sürecini baltalamaya çalışan, Kıbrıs’ta çözümü engelleyen, demokratikleşmeyi içine sindiremeyen, 1920’lerin zihniyetine tutsak, küreselleşmeden de Türkiye’nin küreselleşmesiyle uyumlu değişimlerden de, giderek Türkiye toplumundan da kopuk’ bir kurum olarak algılanmaya başladığını gözlemledim.
“Yukarıda aktardığım gözlemin yol açabileceği kestirmeci yorumların farkındayım. Ama bu gözlemden, Ergenekon soruşturmasında ABD parmağı olduğu sonucu çıkmaz. Doğru teşhis, İhsan Dağı’nın da yazdığı gibi, TSK’nın üst kademesinin Ergenekon soruşturmasına engel olmayarak kendini Batı ittifakı içinde yeniden konumlandırmaya çalıştığıdır.” (Yasemin Çongar, Taraf gazetesi, 14 Ocak 2009)
İşte böyle… Bir NATO ordusunda, insana öyle “NATO’dan çıkalım” dedirtmezler.
Farkında olarak ya da olmayarak, bu kirli operasyonuna (psikolojik harp) şu ya da bu düzeyde katkıda bulunan liberal arkadaşlar ne der bilinmez ama izledikleri çizgi, aldıkları siyasal ve entelektüel tutum, ABD, NATO, TSK üst kademesi, Hükümet ve “yeni kontrgerilla” ile büyük bir paralellik içindedir.
Büyük soru şudur Soğuk Savaş sonrasında Varşova Paktı dağıldığı halde NATO neden varlığını sürdürüyor?
NATO bu sorunun cevabını Haziran 2004’de yapılan İstanbul Zirvesi’nde verdi. Bu zirvede NATO, imparatorluk projesini yürüten ve fakat bu projeyi tek başına finans etme gücüne sahip olmayan ABD’nin baskısıyla yeni tehdit değerlendirmesi yaparak kendisini yeniden tanımladı Küresel teröre ve radikal islama karşı savaş… Evet, inanılır gibi değil ama dünyanın en büyük askeri paktı ve savaş makinesi “terörle” mücadele etmek için varlığını sürdürmeye karar verdi.
Sevgili okuyucuların sabrına sığınarak, Mehmet Altan’ın “NATO’nun dönüşü” başlıklı yazısıyla devam edelim diyorum. Çünkü M. Altan bu soruya (Neden NATO var) farklı bir cevap veriyor, hem de Ergenekon operasyonuyla ilişkilendirerek çok “demokratik” bir cevap… Göz atalım:
“NATO kurulduğunda Sovyetler’e karşı en vurucu ölüm makinesi, Soğuk Savaş’ın en keskin kılıcıydı… Sovyetler’in ardından nitelik değiştirdi. NATO 1949 yılında kurulmuştu… Nitelik değişiminin en şaşırtıcı virajı ise, 1998 yılında NATO’nun ellinci kuruluş yılını kutlarken yaşandı. Örgüt ‘demokrasiyi korumayı’ da temel hedefi haline getirdi. Kendi halkına eziyet eden Miloseviç’in ülkenin ‘hükümranlık’ hakkına pabuç bırakmadan NATO tarafından devrilmesi bu açıdan bir milattır…
“Batı’yı boşlayarak NATO’dan ayrılmak, bölgedeki diktatörlüklerle, hatta din devletleriyle ittifaklara gitmek üst düzey askerler tarafından dillendirilir oldu… (…) Tuncer Kılınç, ‘NATO’da en uzun süre görev yapan Türk Paşası’… Ama MGK Genel Sekreterliği görevinin hemen başlarında, ‘Çin, Rusya, İran ve Suriye ile ittifak kuralım’ diyen de o oldu… (…) Ergenekon Terör Örgütü sadece içeride bir darbe girişimi değil… Türkiye’yi ‘Batı’daki demokrasi ittifakından’ koparma girişimi… (…) Özetle NATO askeriye üzerinden tekrar geriye dönüyor denilebilir… (Mehmet Altan, Star gazetesi, 15 Ocak 2009)
Nasıl ama? NATO ve demokrasi… Yani NATO’ya, ABD emperyalizmine, işgale, barbarlığa karşı çıktığınızda hemen darbeci ve Ergenekoncu oluyorsunuz. Natocu olunca da demokrat! Hani derin devlet tasfiye edilecek, Kontrgerilla ortaya çıkarılacak ve katillerden hesap sorulacaktı? (Hatırlatalım Mehmet Altan 2 Şubat 2004 tarihli Sabah gazetesindeki yazısında aynı gerekçelerle Irak işgalini de desteklemişti.)
ABD’LİLER AÇIKÇA YAZMIŞ
Ve nihayet, yine Taraf gazetesi yazarlarından Lale Sarıibrahimoğlu, Ergenekon operasyonunun ABD’nin isteğiyle yapıldığını, üstelik Amerikalı bir yarbayın makalesini kaynak göstererek ileri sürüyordu. Sarıibrahimoğlu bir tür “itiraf” niteliğindeki yazısında, ABD’nin Türk ordusu içindeki Hüseyin Kıvrıkoğlu ekibinden son derece rahatsız olduğunu ve bu ekibi tasfiye etmek istediğini belirtiyordu.
Lale Sarıibrahimoğlu, 1991 Körfez Savaşı’nın ardından ABD’nin Kürt politikasından TSK’nın rahatsız olduğunu da belirttiği yazısında, Körfez Savaşı sonrası ABD’nin Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti kurma projesini adım adım hazırlamasının bu rahatsızlıkta belirleyici bir rol oynadığını ileri sürüyordu. Sarıibrahimoğlu şöyle yazıyordu:
“Amerikan ordusundan emekli Yarbay Steve Williams, merkezi ABD’deki Western Policy Center için 30 Ekim 2002 tarihinde kaleme aldığı makalesinde, münzevi (dünya işlerinden çekilen) olarak nitelendirdiği Kıvrıkoğlu’nun, dört yıllık görev süresi boyunca bir kez olsun ABD’yi ziyaret etmezken Çin’i ziyaret etmiş olmasından duyulan rahatsızlığı dile getiriyordu.
“Aynı makalesinde emekli Yarbay Williams, 4 Kasım 2002 tarihinde, ilk yurtdışı ziyaretini ABD’ye yapmaya hazırlanan dönemin Genelkurmay Başkanı ve şimdi emekli olan Orgeneral Hilmi Özkök’ü, daha Batı’ya dönük olacakları anlaşılan yeni nesil Türk askerî liderlerinin öncüsü, etkin ve uluslararası forumlarda ehil bir muhatap olarak nitelendirerek, övüyordu. Emekli Yarbay Williams’ın zaten makalesinin başlığı da ‘Türk askerinin Yeni Yüzü’ idi.” (Lale Sarıibrahimoğlu, Taraf gazetesi, 14 Ocak 2009)
Liberal arkadaşlar üzülür mü bilemem ama demek ki sorun demokrasiyi savunmak filan değil, NATO’ya ve ABD’nin bölge siyasetlerine karşı çıkmak, çok yönlü ve bağımsız bir dış politika izlenmesi şeklindeki bazı görüşleri ileri sürmekmiş.
Emperyalist bir savaş ve saldırı örgütü olan NATO’ya yıllarca karşı çıkmış bazı arkadaşlar, tipik bir “fikir suçu” ve suçlaması ile karşı karşıya olduğumuzun farkındalar mı?
HUKUK DA ÇİĞNENEBİLİR!
İş öyle şirazesinden çıktı ki, insan inanamıyor. Öyle ki, eğer AKP iktidarını hukuk zemininde eleştiriyor ya da sınırlamaya çalışıyorsanız, örneğin bir anayasa yorumu ortaya atıyor ve tartışıyorsanız size hukukun uygulanması gerekmiyor. Yani farklı ya da aykırı bir fikir ileri sürüyorsanız pekâlâ hakkınız ve hukukunuz çiğnenebilir. Çünkü ya AKP hükümetini destekleyeceksiniz ya da darbecisiniz! Bize sunulan ikilem bu.
Bir zamanlar Türkiye solunun önde gelen aydınları arasında sayılan, üstelik muhalif görüşleri nedeniyle hukuku ve hakları çiğnenen bazı kişilerin yazdıklarını okuyunca, insan şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemiyor. Örneğin Murat Belge şunları yazabiliyor:
“İbrahim Şahin’i mahkûm ettiren (Sabih) Kanadoğlu’ymuş. İkisi nasıl aynı yapılanmada yer alabilirmiş? (…) Sabih Kanadoğlu’nun böyle bir yapılanmada bir işlev üstlendiğine dair herhangi bir şey söyleyemem. Ancak, söz konusu cepheleşmede nerede durduğu bellidir ve 367’nin mucidi olarak demokrasiye ve hukuka “bağlılığı” da, bence, bellidir. Onun için, evime gelinmesini “hukuka saldırı” diye nitelendiremem.” (Murat Belge, Taraf gazetesi, 11 Ocak 2009)
İşte bu kadar… AKP hükümetine karşı hukuki bir mütalaa, farklı bir görüş ileri sürdüğünüzde -ki çok sayıda saygın anayasa hukukçusu da aynı görüşteydi- sizin hukukunuz da çiğnenebilir. Belli mi olur belki kaosa yol açabilirsiniz. Bu durumda eviniz basılabilir, kitaplarınıza, elektronik haberleşme araçlarınıza, dosyalarınıza, yazılarınıza, belgelerinize el konulabilir. Çünkü bu “cepheleşmede nerede durduğunuz bellidir. Ve başka da bir kanıta gerek yoktur!
Hatırlatmak gerekli mi bilemiyorum ama, demokrasilerde “suçluların” bile hakları vardır. Vardır değil mi?
Ve sol liberal arkadaşlara son bir hatırlatma yapmak acaba ukalalık sayılır mı?
Liberalizm serbest piyasa ekonomisi ile demokrasi arasında doğrudan bir bağ kurar. Daha da önemlisi demokrasiyi sınıflar üstü bir rejim diye sunar. Serbest piyasanın ruhu ise özel mülkiyettir. Gerisi palavradır. Ve nasıl ki, kapitalizme karşı olmadan tutarlı bir anti-emperyalist olmak mümkün değilse, küreselleşme diye kodlanan bu neo-klasik sömürgecilik çağında da tutarlı bir anti-emperyalist olmadan anti-kapitalist olunamaz.
Sorunun özü budur.
Bu sefalet karşısında, yapılacak şey felsefenin onurunu korumaktır.
NOT: Bu yazıyı hazırladığımda, son dalga (11 veya 12’inci) henüz yapılmamıştı. Ancak, haberleri izlediğimde, yazıda temel bir değişiklik yapmayı gerektirecek bir durum olmadığını gördüm. Aynı şey yapılıyor, bir ekibin içine Susurlukçu ya da mafya mensubu birkaç kişi ekleniyor ve Gladyo’nun tasfiye edilmek istendiğine dair bir izlenim yaratılmaya çalışılıyor.