ABC Politik

Merdan Yanardağ
6 Mart 2009
Email :

Bugün yurtseverlik, ulusalcılık ve milliyetçilik gibi birbirinden farklı anlamlara ve oyluma sahip akımlar liberaller tarafından hem bir kavram hem de bir politik tutum olarak bir ve aynı anlamda ele alınmakta, kasıtlı olarak karıştırılmaktadır. Bu durum basit şekilde, örneğin “cehaletle” açıklanamayacak bir politik tutuma işaret etmektedir. Gerçekten böyle bir niyetin olmadığı bir yerde bu kavramları bir ve aynı anlamda kullanmak, böylesine kaba bir totoloji yapmak mümkün değildir. Durum öyle bir hal aldı ki, emperyalizme karşı olmak bu çevreler tarafından adeta “ayıp” sayılmaktadır. Dahası, yurtseverlik, milliyetçilikle eşitlenerek neredeyse yabancı düşmanlığı ile aynı kategoride değerlendirilmektedir.

Nedeni bellidir. Bu yaklaşımın küreselleşmeci, serbest piyasacı, cemaatçi, post-modernist ve nihayet sinsi bir sağcı ideolojik saldırı olduğu açıktır. Türkiye solu bu tavra yabancı değildir aslında. Gerici ve faşist çevreler dâhil, geleneksel Türk sağı, bu ülkede her zaman anti-emperyalist olmayı “suç” saydı.

Yurtseverliği ve ulusalcılığı bir kenara koysak bile, Türkiye’nin modern tarihinde bir ideolojik akım ve bir siyasal hareket olarak milliyetçiliğin izi sürüldüğünde, bir birinden hayli farklı “milliyetçiliklerle” karşılaşılır. Bu farklı milliyetçilik anlayışlarının hem bir biriyle örtüşen alanları hem de bir birinden uzaklaşan uçları vardır.

Şimdi öncelikle bu farklı milliyetçilik ekollerine güncellikle ilişkilendirerek biraz daha yakından bakalım, sonra da yurtseverlik ve görece yeni bir kavram olan ulusalcılığı değerlendirerek bu kavramlar arasındaki ilişkiyi sorgulayalım.

BATICI MİLLİYETÇİLİK

Bir cumhuriyet ideolojisi şeklinde gelişen batıcı Türk milliyetçiliği, “200 yıllık geri kalmışlık” kompleksinin (aşağılık duygusunun) aşıldığı iddiasına dayanır. Bu zihniyet dünyası, Batılı olmayı çağdaşlaşma ve ilerleme olarak anlamakta, dolayısıyla milliyetçiliği yerel ölçeklerin üzerine çıkarak evrensel düzeyde yeniden kurmaya çalışmaktadır. Batılı bir eğitimden geçmiş, görece modern bir estetik anlayışına sahip ilk kuşak cumhuriyetçi seçkinlerin temsil ettiği bu üst sınıf kültürüdür.

Ancak bu üst sınıf kültüründe, kapitalistleşme sürecinin derinleşmesi ve paradoksal olarak 1980’lerden itibaren gelişen siyasal gericilik derin bir çözülmeye yol açtı.

Yeni burjuvalaşan kesimler, taşra sermayesinin yükselmesi ve bir ara tabakanın oluşması, sınıflar arasındaki kültürel geçişkenliği de beraberinde getirdi. Bu ara tabaka, yeni sınıfsal konumuna uygun olarak bir yandan Batı kültürüyle buluşmaya çalışmakta, ama diğer yandan da taşraya ait değer yargılarından, zevklerinden ve davranış kalıplarından da kopamadı. Taşra sadece siyasal olarak değil, kültürel olarak da merkezi kuşattı ve fakat bu kuşatma sürecinde kendiside dönüşüme uğradı.

Cumhuriyetin en önemli kurucu ilkelerinden biri olan kurucu milliyetçilik, modernist ve batıcı bir karaktere sahiptir. Daha çok kültürel ve hukuki bir içerikle tanımlanmaya çalışılan bu milliyetçilik, Kemalist modernleşme projesinin taşıyıcı kavramlarından biridir. Kemalist milliyetçilik bu özelliğiyle vatandaşlık hukukunu ve vatan bağını esas alan Fransız (Batı) milliyetçiliği ekolüne yakındır. Ancak Kemalist milliyetçilik diğer ucuyla da Anadolucu bir Türkçülüğe, soy ve köken birliği arayışına açılır ve bu yanıyla da Alman (Doğu) milliyetçiliği ekolüne (etnik model) yaklaşır.

Resmi milliyetçilik, bu iki ekol arasında bir sentez oluşturmaktan çok, eklektik bir yapıya sahiptir. Bu nedenle sol yorumları bulunduğu gibi, ırkçı-faşist açılımlara da yol veren bir yapısı ve kurgusu vardır. Oynak merkezli bir milliyetçiliktir bu. Dolayısıyla manevra alanı hayli geniş bir egemen/resmi milliyetçilik anlayışından söz etmek mümkündür. Bu düzende faşistler “ırkçılık” suçlamasıyla yargılanabildiği gibi, solcular da enternasyonalist tezleri nedeniyle “dış mihrakların” temsilcisi olmakla suçlanabildiler. Konjonktürel olarak bu milliyetçilik anlayışı, kültürel bir batılı milliyetçilikten, soycu ve muhafazakâr bir Türkçülüğe savrulabilmektedir.

1908’de başlayan ve Cumhuriyetle birlikte hızlanan modernleşme sürecinde sadece etnik temele dayalı bir uluslaşma modeli, kaçınılmaz olarak Türk kökenli olmayan Kürtleri, Çerkezleri vb. dışında bırakacaktı. Bu durumda din bağı dışında başkaca birleştirici bir unsur bulmak mümkün değildi. Bu bir açmazdı. Oysa aydınlanmacı projenin kaçınılmaz sonucu olarak yeni ve kültürel bir Türklük tanımı, Anadolu’yu esas alan, dolayısıyla vatan ve toprak birliğini gözeten bir eksene sahip olmak durumundaydı. Cumhuriyetin kuruluşunda vazgeçilmez bir önem taşıyan vatandaşlık bilinci ve laikliğin yaşama geçirilmesi biraz da bu ihtiyacın ürünüydü. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de zaten yapısal bir unsur olarak var olan etnik-ırksal bağların canlandırılması kaçınılmazdı. Nitekim öyle de yapıldı. Tercih, aydınlanmacı bir çizgide gelişti, sadece İslamcılık değil Pan-Türkçülüğü de dışlayan, hatta yasaklayan bir eksen kuruldu.

Ancak, cumhuriyet milliyetçiliğinde kültürel bir millet tanımının yanı sıra etnik-soycu bir damar da her zaman etken konumda oldu. Kürt sorununun büyüdüğü dönemlerde resmi milliyetçiliğin Türkçü-etnik yanı öne çıkarıldığı gibi, Kürt sorununun görece geri çekildiği dönemlerde ise kültürel-sosyolojik bir tanıma dönüş eğilimi güçlendi. Resmi ideolojideki bu salınım, ülkücü hareketi de yakından etkiledi.

ÜLKÜCÜ/FAŞİST MİLLİYETÇİLİK

Ülkücü hareket resmi milliyetçiliğin bu eklektik özelliğinden sonuna kadar yararlandı. Onun etnisist yanını Turancı-Türkçü bir yoruma tabi tutarak uca taşıdı. MHP, Anadolucu ekolden de Pan-Türkçü çizgisiyle ayrılacak ve ırkçı-faşist bir ideolojik hat inşa edecekti. Bu yanıyla ülkücü hareket, 19. Yüzyılın sonunda bir burjuva devrimci akım olarak doğan ve uluslaşma sürecini ateşleyerek tarihsel bakımdan ilerici bir rol oynayan klasik-demokratik Türkçülükle ciddi bir bağa sahip olmadı. Var olan zayıf ilişki de zaman içinde koptu.

Otantik Türkçülük uygarlığın evrenselliğini benimseyen, kentli, aydınlanmacı ve kültürel bir millet tanımına yatkın olduğu halde, ülkücü hareket esas olarak taşra/kasaba milliyetçiliği üzerinden yürütülen muhafazakâr ve ırkçı bir yapıya sahip oldu. Bu yanıyla ülkücü hareket, cumhuriyet milliyetçiliğinin batıcı ve modernist yanından uzak durarak muhafazakâr/gerici bir zeminde konumlandı. Bu zemin ülkücü hareketi, ideolojik evriminin belli bir aşamasında İslamcılığa doğru taşıdı. Bu durum, her iki hareketin (ülkücü milliyetçilik ve İslamcılık) tabanları ve kadroları arasındaki geçişkenliğin de nedenini oluşturuyordu. Türkçülük’ten İslamcılığa doğru yaşanan bu serüven, “Türk-İslam sentezi” de denilen gerici faşist çizgiyi oluşturdu.

Faşist milliyetçilik, milleti tarihsel değil değişmez bir veri olarak alır ve insanlık tarihinin bir “milletler arası mücadeleler tarihi” olduğunu ileri sürer. Bilimsel olarak millet ve milliyetçiliğin kapitalizmin doğuş döneminin bir ürünü olduğu ve bu iki olgunun esas olarak tarih sahnesine 18. Yüzyılda çıktığı gerçeğini reddeder. Faşizm, “milletler mücadelesinin” insanlığın serüveninde değişmez bir tarih yasası olduğunda ısrar eder. Ülkücü milliyetçilik bu yaklaşımı aynen benimser.

Ülkücü milliyetçilik bu yanıyla, sanılanın aksine, hem Ziya Gökalp’ten hem de Yusuf Akçura’dan köklü bir şekilde ayrıldığı gibi, muhafazakâr-İslamcı milliyetçilik çizgisiyle cumhuriyet milliyetçiliğinden de farklılaşır. Taşralı Türk kimliğine hitap eder. Servetin ve iktidarın kenarında kalan, kapitalistleşme sürecinde sosyal statülerini yitiren ve bütün bunların sorumlusu gibi gördüğü merkezi siyasal güçlere, büyük kent yaşamına, modern ilişkilere ve Batılı değerlere öfke duyan kesimlere seslenir. Tipik faşizan bir söylemdir bu. Giderek İslami tonu belirgin bir milliyetçilik anlayışına ulaşmasının bir nedenini de işte bu taşralı özelliği oluşturur.

Burada bir parantez açarak belirtmek gerekiyor MHP özellikle 1977 yılından (iç savaşın başladığı yıldır) itibaren girdiği İslamcılaşma sürecinden, 1993 yılından itibaren sistematik şekilde uzaklaşma eğilimine girdi. Bu yıllar İslamcı hareketin yükseldiği, kitle tabanını genişlettiği bir dönemdi. MHP 1995’ten itibaren belirginleşmeye başlayan bu yönelimiyle 1960’ların sonu 70’lerin başındaki Türkçü-muhafazakâr çizgisine dönmeye çalıştı. Stratejik bir karardı bu. Çünkü kendilerine Türk-İslam ülkücüleri adını veren BBP’lilerin ayrılmasıyla, ülkücü hareketin 12 Eylül deneyiminden süzülen ve İslami bir ton taşıyan rejim eleştirisi de terk ediliyordu. Bu dönüş çabası kısmen sonuç vermesine karşın tam olarak başarılamadı, daha doğrusu sonuçlandırılmak istenmedi.

SOĞUK SAVAŞ MİLLİYETÇİLİĞİ

MHP milliyetçiliği, bir Soğuk Savaş milliyetçiliğiydi. Ve Soğuk Savaş, sadece MHP milliyetçiliğini değil devlet milliyetçiliğini de etkisini altına aldı ve dönüştürdü. Batıcı cumhuriyet milliyetçiliği yerini anti-komünist gerici milliyetçiliğine bıraktı. Sol ve sosyalizm düşmanlığı milliyetçilik ile dinci gericilik arasındaki organik ilişkiyi daha da güçlendiren bir etki yarattı.

Dolayısıyla Türkiye’de birer soğuk Savaş gücü olan siyasal İslamcılık ve aktüel milliyetçiliğin kaynakları aynıdır. Bu yanıyla Türkiye’de milliyetçilik, muhafazakâr, hatta gerici bir karaktere sahiptir. Sağcılıktır, etnik temele vurgu yapar, ayrıştırıcı ve dışlayıcıdır. Farklı yorumları olsa da, yüzyılın başlarındaki uluslaşma döneminin ilerici ve demokratik Türkçülüğünden farklı olarak, Türkiye’deki Soğuk Savaş milliyetçiliği, artık aydınlanmacı ve modernist değildir, İslamcılık ve kasaba tutuculuğu ile iç içe geçmiş eklektik bir yapıya sahiptir. Anti-komünizm bu milliyetçiliğin köşe taşlarından biridir.

ANTİ-EMPERYALİZM, YURTSEVERLİK VE ULUSALCILIK

Anti-emperyalist olmak, bu ülkenin ve halkın hakkını ve hukukunu savunmak bu topraklara ait bütün etnik ve kültürel değerleri çoğulcu ve birleştirici bir anlayışla içermek ve sahip çıkmak aydınlanmadan, laiklikten, pozitif bilimden ve özgür akıldan yana olmaktır. Bu anlamda yurtseverlik sol ve doğası gereği enternasyonalisttir. Milliyetçilik ise, etnisiteyi esas alan bir gericilik ve yerelciliktir.

Türkiye’nin son 5 yılında “ulusalcılık” diye kodlanan bir akımdan sıkça söz edilmeye başlandı. Sözlük anlamından yola çıkarak ulusalcılık ile milliyetçiliğin aynı şey olduğu söylendi. Ancak MHP bu kavrama itiraz etti ve Farsça kökenli ‘milliyetçilik’ yerine Türkçe-Moğolca ‘ulusalcılık’ kavramının kullanılmasını kafa karıştırıcı olduğunu ve yanlış bulduğunu söyledi.

Ancak, farklılığın sadece bir alfabe ve dil sorunu olmanın ötesinde bir anlam taşıdığını görmek gerekiyor.

Kendilerini “ulusalcı” diye tanımlayan kesimlerin (en azından büyük bölümünün), gerici/muhafazakâr Türk milliyetçiliği ile aralarına mesafe koymak ve ayrı durmak istedikleri anlaşılıyor. Bu kavramı ve sıfatı kullananlar, emperyalizme karşı oldukları gibi, cumhuriyet devrimlerine bağlı, laiklik ve aydınlanmadan yana olduklarını da ifade etmek ve böyle anlaşılmak istiyorlar. Genel olarak anti-komünist değiller. Ancak, Kürt sorununa bakışları hâkim ulus milliyetçiliğiyle aynı çizgidedir.

Bu yanıyla ulusalcıların anti-emperyalizmi de sınırlı bir politik tutumdur. Kapitalizme karşı mücadeleyi içermeyen bir anti-emperyalizmdir bu. Yani yumurtasız omlet gibi bir şeydir.

Ulusalcılık, Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan tarihsel fırsatlardan yararlanarak, bölgesel ölçekte de olsa emperyal bir sıçrama yapmak isteyen, “yerli” karakteri görece ağır basan sermaye çevreleri kentli orta sınıflar, asker-sivil cumhuriyetçi bürokrasi bazı toplum kesimleri (örneğin Aleviler) ve kimi kanaat önderleri ile önemli bir aydın kesimi için kendilerini ifade etmek bakımından uygun düşen bir akım olarak şekillendi. Ancak, ABD ve AB’ye karşı “Avrasyacılık” diye de kodlanan bu eğilim, söz konusu kesimlerin Türkiye’nin küresel düzen içindeki yeni yerinin tayin edilmesi tartışmasına verdikleri bir yanıt ve yön işaretidir. Özetle, aydınlanmacı ve modernist bir burjuva ve küçük burjuva ulusçuluğudur.

Ancak tam olarak teorisi yapılabilmiş ve içi doldurulmuş değildir. Bütünlüğü yoktur, “sağ” ve “sol” kanatları vardır. Üzerinde çalışılmamış, sığ ve elbette enternasyonal bakıştan yoksun bir akımdır. Sosyalizmle ilgisi yoktur ve bu yanıyla yurtseverlikten ayrılır.

Ve fakat ulusalcıların geleneksel Türk sağcılığı ve milliyetçiliğinden bir farkı olduğunu da bilmek gerekmektedir. Bu durum, taraf ve karşı olmak gibi bir ideolojik tartışma ve tutumun ötesinde, siyaset sosyolojisi bağlamında saptanması gereken bir olgudur. Siyaset yapan herkesin dikkate alması gereken bir olgu…