Yeni ABD yönetiminin oluşmasının ardından bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Washington’un izlediği küresel siyasetlerde, köklü olmasa bile önemli değişikliklerin gerçekleşeceğine dair beklentilerde bir artış gözleniyor. Küresel politikalardan kastedilen şey, elbette daha çok “Geniş Ortadoğu” da denilen ve dünyanın en zengin enerji havzaları ve enerji nakil hatlarının bulunduğu jeopolitik bölgeye ilişkin stratejik yönelimlerdir. Ve beklenti de esas olarak bu bölgeye ilişkin ABD politikalarında temel bir değişiklik olup olmayacağı yönündedir.
Hiç kuşku yok ki, ABD’nin bölge siyasetinde meydana gelecek değişiklik Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor.
Peki, ABD’nin bölge siyasetlerinde köklü bir değişiklik olacak mı? Bu soruya kestirmeden verilecek yanıt ‘hayır’ olacaktır. ABD’nin emperyalist politikalarında kısa ve orta vadede bir sürekliliğin olacağından kuşku yoktur. Üslup ve kullanılan araçlarda bir değişiklik olsa bile -ki olacaktır- köklü bir değişiklik olmayacağı söylenebilir.
Ancak durumun böyle olması hiç değişiklik olmayacağı anlamına da gelmez. Bölge halklarını da etkileyecek bazı önemli değişikliklerin olacağı anlaşılıyor. Yani verilen cevap, esas olarak doğru da olsa belirttiğim gibi ‘kestirme’ bir cevaptır.
Geniş Ortadoğu esas olarak bir İslam coğrafyasıdır. Barack Obama yönetimi de ABD ile İslam dünyasının ilişkilerini yeniden düzenlemek amacıyla geliştirilecek politikalarının ana hatlarını belirlemek üzere bir rapor hazırladı. Kongre’ye ve diğer devlet kurumu ve özel kuruluşlara Müslüman ülkeler ve toplumlarla ilişkiler konusunda önerilerde bulunan bu çalışmanın ismi “ABD-Müslüman Yakınlaşma Projesi” olarak belirlenmiş.
Bu proje kapsamında Şubat ayında bir de rapor hazırlanmış. Bu raporu hazırlayan “Liderlik Grubu” ilginç isimlerden oluşuyor. Bu kişilere ve daha önce yaptıkları görevlere bakıldığında, ABD’nin devlet politikalarındaki sürekliliği daha net olarak görmek mümkün. Bir değişiklik olacaksa bile bunun, ‘süreklilik içinde bir değişim’ olduğu açıkça görülüyor. Raporu hazırlayan “Liderlik Grubu”, ABD eski Dışişleri Bakanlarından Madeleine Albright, eski Dışişleri Bakan Yardımcılarından Richard Armitage ve yeni Dışişleri Bakanı Hillary Cilinton’un İran Özel Temsilcisi Dennis Ross gibi isimlerden oluşuyor. Bu grubun hazırladığı raporun ismi de hayli ilginç “Rotayı Değiştirmek ABD’nin Müslüman dünyasıyla ilişkilerinde yeni bir yön.”
Cumhuriyet gazetesinin Washington Temsilcisi Elçin Poyrazlar’ın haberine göre (Cumhuriyet, 5 Mart 2009) bu raporda Türkiye ve AKP hükümetine ilişkin önemli belirlemeler yapılıyor. En çarpıcı bölümler şöyle:
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yönetilen AKP, ABD’nin kilit bir ortağı ve demokrasi içinde işleyen, şiddete başvurmayan, ana akım İslamcı bir parti olarak bölge için örnek oluşturmaktadır.”
Yukarıdaki satırlardan çıkarılabilecek iki açık sonuç var. Birincisi Obama yönetimi ile Bush yönetimi arasında Türkiye ve AKP ile ilişkiler konusunda bir politik süreklilik bulunuyor. Yani AKP, bölge siyasetleri ve Müslüman dünya ile ilişkiler konusunda ABD’nin “kilit ortağı” olmaya devam ediyor. Başka bir anlatımla AKP, Türkiye’deki en büyük işbirlikçi ve Amerikancı siyasal güç olmayı sürdürüyor. İkincisi Türkiye’nin, AKP iktidarı aracılığıyla (buna Fethullah Gülen Hareketi de eklenebilir) ılımlı İslam ülkesi yönünde dönüştürülerek bölge ve Müslüman dünya için bir örnek/model ülke haline getirilmesi siyasetinde de bir değişiklik yok. AKP’nin dayandığı sınıfsal güçlerin ve onu destekleyen çevrelerin çıkarlarıyla ABD’nin bölgesel ve küresel çıkarları arasındaki örtüşme devam ediyor.
Türkiye ile işbirliğinin güçlendirilmesi yönünde önerilerin de yer aldığı raporda, orta vadede AKP hükümetinin “ordu, yargı, kamu görevlileri ve bazı siyasi partiler” den kaynaklanan zorluklarla karşılaştığı belirtiliyor ve şöyle deniyor:
“ABD’nin Türk ordusu üzerinde önemli bir etkisi var. ABD, laikler ile AKP arasındaki meşru siyasi yarışa saygı göstererek, Türk ordusunun siyaset dışında kalmasını cesaretlendirmeli.”
Bu değerlendirme öncelikle, kurumsal olarak TSK’nın ve komuta kademesinin Amerikancı olduğunu bir kez daha ve açıkça teyit etmektedir. Yukarıdaki politik değerlendirmeden çıkarılacak diğer sonuçlar ise kanımca şöyledir.
ABD yönetimi, TSK ve AKP arasında yaşanacak bir gerilimde İslamcı iktidarın destekleneceği ilan edilmektedir. TSK ve AKP arasındaki “meşru olmayan” bir mücadelede ABD, askerlerin karşısında yer alacaktır. Dolayısıyla ABD’nin Ergenekon soruşturmasına verdiği destek de devam etmektedir.
Ancak raporda Türkiye, Pakistan’la birlikte “kritik dönüm noktasındaki ülkeler” arasında da sayılmaktadır. Bu tespit, Türkiye’nin bir ılımlı İslam ülkesi olsa bile, radikal bir çizgiye kaymasının istenmediği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla AKP hükümetine verilen desteğin bazı rezervlerinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Hillary Cilinton’un Türkiye ziyareti sırasında laikliğe yaptığı vurgu, bu ziyaret sırasında diplomatik bir zorunluluk olmamasına karşın Anıtkabir’e gitmesi bu anlama gelmektedir. Obama yönetiminin Bush ekibinden farklı olarak Türkiye-ABD ilişkilerine ince bir ayar çekmeye çalışacağı anlaşılmaktadır.
Örneğin raporda, laikler ile AKP arasındaki sorunların çözülmemesi halinde “reform sürecinde ciddi bir geri dönüş yaşanabileceği” endişesinin ifade edilmesi, bu dönemde eski politikalarla aktüel yönelimler arasında bir ortalama alınmaya çalışılacağını gösteriyor.
Hillary Cilinton’un Türkiye ziyareti ve bu ziyaret sırasında ABD Başkanı Obama’nın bir ay içinde Ankara’ya geleceğinin açıklanması bu bakımdan önemlidir. ABD’nin gezegeni kontrol etme siyaseti bakımından dünyanın bu kırmızı bölgesinde Türkiye’nin vazgeçilemez bir ülke olduğu, dahası, Müslüman dünyaya yönelik yeni politikaların açıklanması için Ankara’nın seçildiğini göstermektedir.
Yine aynı raporda, ABD’nin Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’ne destek vermeyi sürdüreceği ve bu konuda Türkiye’nin endişelerini gidermek konusunda yapacağı fazla bir şeyin olmadığının vurgulanması önemle not edilmelidir. Bu bölümde, ABD’nin Türkiye Kürtleriyle ilgili olarak AKP’nin politikalarını desteklediği de özellikle belirtilmektedir.
Dolayısıyla, Kürt sorunu bağlamında da önümüzdeki dönemde Amerikancı ve Barzanici “çözüm” politikalarının gündemdeki ağırlığını koruyacağını saptamak zor değildir.