ABC Politik

Merdan Yanardağ
1 Mayıs 2009
Email :

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 29 Nisan 2009 tarihli basın toplantısı, Türkiye’nin içinden geçtiği kırılma noktasını çok çarpıcı şekilde ortaya koydu. Kuşkusuz bu basın toplantısında Başbuğ’un söyledikleri çok yönlü bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Fakat ilk analizde söylenecek şey şudur Türkiye’de yaşanan iktidar parçalanması ve devletin iki kanadı arasındaki çatışma yeni bir aşamaya geldi. Bir tür ateşkes dönemi…

Anlaşıldığı kadarıyla TSK bir uzlaşma alanı açıyor ve şimdilik geriye çekiliyordu. Hükümete adeta, “biz geri çekiliyoruz, bütün kriz alanlarını size terk ediyoruz, buyurun siz yönetin ve çözün” diyordu.

Ancak TSK’nın “geriye çekilişi” bir satranç hamlesi gibi görünüyor. İleriye doğru etkili bir hamleyi hazırlamak için yapılan bir geri hamle… Bu nedenle Başbuğ, genel hatlarıyla savunmacı bir çizgide gelişen basın toplantısında yer yer saldırıya da geçti. Örneğin Başbuğ konuşmasında açıkça polisi hedef aldı ve Ergenekon soruşturması sırasında bulunduğu ya da sanıklarda yakalandığı iddia edilen savunma el bombaları ve tanksavar silahlarının (lav silahı) Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ait olabileceğini söyledi.

Başbuğ’un “yanlış anlaşılmasın kimseyi suçlamıyorum” kaydıyla ortaya attığı bu iddiaya göre, Milli Savunma Bakanlığı tarafından Makine Kimya Endüstrisi’ne (MKE) sipariş edilen el bombası ve tanksavar silahlarının bir bölümü Emniyet Genel Müdürlüğü’ne verilmiş. Örneğin Başbuğ, 1988 yılında MKE’ye verilen sipariş üzerine üretilen ve aynı kafile numarasına sahip 3.300 savunma el bombasından sadece 300 tanesinin TSK’ya geldiğini, kalanının ise polise gittiğini somut bir bilgi olarak açıklıyordu. Üstelik söz konusu kafile numarasına sahip el bombalarının (seri numarası ve kafile numarası arasındaki farka da açıklık getirerek) bir bölümünün Ergenekon soruşturması sırasında ortaya çıktığını da söylüyordu. Üstelik TSK’ya verilen el bombalarının envanter kayıtlarında bulunduğunu, yani depolarında olduğunu da sözlerine ekliyordu.

Eğer bu sözleri tercüme edersek TSK en yetkili ağızdan Ergenekon soruşturması sırasında ele geçirildiği iddia edilen silah ve patlayıcıların Polis Örgütü’ne ait olabileceğini, dolayısıyla bir tertiple karşı karşıya bulunduğumuzu ileri sürüyordu.

Böyle bir çatışma Cumhuriyet tarihinde ilk kez kamuoyunun önünde gerçekleşiyor. Bu çarpıcı iddianın doğrulanması halinde Ergenekon soruşturmasının çökeceği açıktır. Dahası bu operasyonun yön değiştirme ihtimali de az değildir.

Bilindiği gibi AKP iktidarı, Fethullah Gülen hareketi ile kurduğu, ABD’nin açık desteğini alan “kutsal ittifaka” dayanıyor. Bu ittifak ilişkisinde Gülen hareketi kontrol ettiği sermaye kapasitesi, sahip olduğu eğitim kurumları ve medya gücünün yanı sıra, silahlı bir örgütün gücüne de yaslanıyor. Bu gücün polis olduğu, bugün herkes tarafından bilinen bir sır gibidir.

Polisin 12 Eylül sonrasında sistem içinde kazandığı olağanüstü güçten TSK’nın rahatsız olduğu bilinen bir gerçek. Ancak durum sadece verilen ya da duyulan bu rahatsızlıktan ibaret değil. Öyle anlaşılıyor ki, AKP ve Cemaatin kurduğu kutsal ittifak, polisi sistem içinde daha da güçlendirerek TSK’yı dengelemeye çalışıyor, dahası bu silahlı güce dayanarak örtülü bir darbe yapmayı da deniyor. Polisin son yıllarda adeta silahlı bir politik parti gibi hareket ettiği hatırlanırsa, bu tezin hafife alınmaması gerektiği açıktır.

Kuşkusuz bu darbe ile geleneksel iktidar bloğunun bileşimi ve sistem içindeki güç ilişkileri/dengeleri değiştirilmek isteniyor. Yoksa neden darbe yapılmak istensin ki? Bunun anlamı şudur Cumhuriyetin başlangıç ilkeleri ile İslamın şeriatı arasında bir ortalama alınarak “ikinci cumhuriyet” kurulmak isteniyor. Amerikancı bir ılımlı İslam cumhuriyeti… İşte son günlerde yeniden parlatılan ‘Yeni Osmanlıcılık’ kavramı bu hedefin ideolojik-kültürel kod adından başka bir şey değildir.

SORULAR VE OLASILIKLAR

İlginç bir dönemden geçiyoruz. Ortada açıklanmaya muhtaç bir dizi soru var.

Örneğin Ergenekon soruşturmasının 12. Dalgası ile DTP’ye yönelik operasyon neden aynı ana getirildi? DTP’ye yönelik operasyon niçin hızla Ergenekon soruşturması ile ilişkilendirildi? Evet neden?

Acaba, Kürtlerin son yerel seçimlerde AKP’ye teslim olmaması, dolayısıyla Amerikancı ve Barzanici “çözüm” girişimlerine direnmesi bir sebep olabilir mi? Ve bu “çözüm” projesinin bir ayağı olan Gülen hareketinin bölgedeki hız kazanan örgütlenme çalışmaları karşısında DTP’nin hâlâ bir engel oluşturması nedeniyle polis harekete geçirilmiş olmasın?

1 Mayıs’ın hemen öncesinde polisin Devrimci Karargâh örgütüne karşı yürüttüğü operasyon -ki Orhan Yılmazkaya’nın Bostancı’da ortaya koyduğu şiddetli direniş nedeniyle ideolojik ve psikolojik bir yenilgiye dönüştü- neden yine kirli bir propaganda diliyle Ergenekon örgütüyle ilişkilendirildi? Fethullahçı gazete ve televizyonların, adı yeni duyulan bu devrimci örgüte karşı Mart ayından beri üst üste haber yapması bir tesadüf olabilir mi?

Yoksa Ergenekon soruşturmasındaki tıkanma, devrimcilere yönelik çıplak bir saldırı kampanyası ile aşılmak isteniyor olmasın? Bu nedenle klasik Soğuk Savaş gericiliğine ve bu gericilik diline çaresiz geri bir dönüş çabasıyla karşı karşıya olmayalım?

Peki, eş zamanlı olarak kimi radikal İslami örgütlere karşı operasyon yapılmasına ne demeli?

İstanbul Valisi Muammer Güler’in bir türlü telaffuz edemediği bu “İslami terör” örgütleri, acaba yine Gülen hareketinin önünü açmak için yapılan bir alan temizliğinin kurbanı olmasınlar?

Hakkâri’de protesto eylemi yapan ve polise taş atan bir çocuğun kameraların önünde başının dipçikle ezilmesinin kamuoyunda yarattığı tepki ve bu yaralı çocuğun Van Devlet Hastanesi’nde Genelkurmay’ın emriyle Jandarma Asayiş Bölge Komutanı korgeneral tarafından (basına da bilgi verilerek) ziyaret edilmesi nasıl yorumlanmalı?

Taraf gazetesinin Fethullahçı iki polis yazarının, TSK “PKK terör örgütü ile barışmaya hazırlanırken Cemaat’e karşı savaş ilan etti” anlamına gelen değerlendirmesi (Taraf, 25 Nisan 2009) bu sorunun yanıtını en azından bir yönüyle veriyor olabilir mi? Burada 14 yaşındaki Hakkârili çocuğun polis tarafından yaralandığını bir kez daha hatırlatmaya gerek var mı?

Türkiye’nin Doğusu ve Güneydoğusu ile geriye kalan nüfusu ve coğrafyası arasındaki ilişkisinin neredeyse sadece AKP üzerinden sağlanması ve diğer sistem partilerinin bölgeden silinmesi, AKP’nin gücünün ve dolayısıyla gözden çıkarılamamasının en önemli nedeni olabilir mi? Orgeneral Başbuğ’un TSK’nın bir anlamda geriye çekildiğini ilan etmesinde bu olgunun payı var mı?

Acaba askerler Kürt sorununun çözümü konusunda yeni bir politika arayışı içine mi giriyor? Bu yönelimin yarattığı ulusal ve uluslararası gerilim ile Ergenekon operasyonları arasında bir ilişki bulunmasın?

Ne dersiniz?