ABC Politik

Merdan Yanardağ
29 Mayıs 2009
Email :

Son günlerde Kürt sorunun çözümüne ilişkin “tarihsel bir fırsatın yakalandığı” şeklinde bir efsane dolaşıyor medya mahfillerinde. Hararetli bir tartışma yürüyor. Ancak parametreleri ve tarafları belli olmayan soyut ve ‘tuhaf’ bir tartışma bu.

Tuhaf çünkü, ister istemez insanın aklına hemen bir dizi soru geliyor. Örneğin, ne oldu da Türkiye bu kadim sorunun çözümü için “tarihsel bir fırsatın” eşiğine geldi? Ne değişti? Kamuoyu mu hazırlandı? Sürekli kışkırtılan hâkim ulus milliyetçiliği geri mi çekiliyor? Siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve hukuki boyutları olan çok katlı bir “çözüm” projesi mi hazırlanıyor? Türkiye Kürtlerinin siyasal temsilcileriyle gizli bir diplomasi mi yürütüldü de ülke böyle bir “tarihsel fırsatın” eşiğine geldi? Ilımlı İslam projesi rafa mı kaldırıldı? Demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yönünde kapsamlı bir “reform” paketi hazırlandı da bizim mi haberimiz olmadı? Evet, gerçekten ne oldu?

Bu sorular daha da çoğaltılabilir ama gerek yok. Çünkü yukarıdaki sorulara “evet” yanıtını vermemizi gerektirecek somut hiçbir gelişme olmadı. Ve öyle anlaşılıyor ki ortada başka bir hesap var.

Ama bu “hesabı” irdelemeden önce, isterseniz söz konusu tartışmanın nasıl başladığını kısaca hatırlayalım.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, son dönemde moda olduğu üzere Mayıs ayı başındaki bir yurt dışı gezisinde gazetecilere Kürt sorununun çözümü konusunda “iyi şeyler” olacağından söz etmiş, “tarihi bir fırsatın yakalandığı” ve bunun kaçırılmaması gerektiğini ileri sürmüştü.

Gül’ün bu sözlerinden sonra konu Türkiye gündemin hızla üst sırasına oturdu ve yoğun bir tartışma başladı.

Hemen hemen aynı günlerde gazeteci Hasan Cemal, Kandil dağına giderek PKK liderlerinden Murat Karayılan ile bir röportaj yaptı ve Milliyet gazetesinde dizi olarak yayımladı. Karayılan’ın, henüz üzerinde çalışılmamış da olsa PKK’nin çözüm önerilerini sunduğu bu söyleşiden sonra tartışma daha da yoğunlaşarak devam etti.

Gül, yine bir yurt dışı gezisinde (Kırgızistan) konuya ilişkin yaklaşımını biraz daha açarak, daha önceki sözlerinin ayaküstü söylenmediği yolunda bir izlenimi yarattı. Hatta Gül, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te bir uyarıda da bulunarak “zaman yitirilmemesi” gerektiğini söyledi. Gül’ün sözleri şöyleydi:

“Ne kadar vakit geçirilirse, o kadar çok problem üstüne problem yüklenir. Herkese görev düşüyor. Medyaya, aydınlara, bilim adamlarına görev düşüyor. Tabii ki, iktidar başta olmak üzere siyasi partilerin liderlerine görevler düşüyor. Gördüğüm kadarıyla Türkiye böyle bir çalışma ortamı içinde.” (Milliyet, 28 Mayıs 2009)

Gül, üzerine görev düşen aktörler arasında Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) ismini de sayıyordu. Bu yeni ve üzerinde dikkatle durulmasını gerektiren bir durumdu.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise, “ne hazırlıyorsanız bilelim” diye iktidara sesleniyor ve “üzerlerine düşen bir sorumluluk varsa yerine getirmek için” Gül ya da hükümetten bir açıklama beklediğini söylüyordu. Baykal, “eğer silah bırakılırsa, genel af dâhil bir dizi önlem düşünülebilir” diyordu. Ancak Baykal’ın bütün ısrarlı sorularına karşın AKP iktidarından herhangi bir açıklama gelmiyordu.

İşte bu kadar, daha fazlası yok. Gül “tarihsel bir fırsatın yakalandığını” söylediği için, başkaca bir veri aramadan bizim de buna inanmamız ve üzerimize düşeni yapmamız isteniyor.

Şimdi duruma, ulusal ve uluslararası planda yaşanan bir dizi gelişmeyi de analiz ederek, maddeler halinde biraz daha yakından bakalım.

Irak’tan çekilme hazırlığı yapan ABD, ortaya çıkacak boşluğu Türkiye’nin katkısıyla doldurmayı ve bu yolla Irak üzerindeki kontrolünü işgal sonrasında da sürdürmeyi hedefliyor. Dikkatli bir gözle bakıldığında, yeni ABD yönetiminin bu görüşünü açıkça ifade ettiği görülüyor. Ancak, bu planın uygulanması için Türkiye’nin Kürt sorununu “bir şekilde” çözmesi, Irak hükümeti ve Irak Kürdistan’ı Yönetimi ile işbirliği yapabilmesi için uygun koşulların yaratılması gerekiyor.

Bu çözümün, Türkiye’nin bazı “hassasiyetlerini” de gözetmekle birlikte, Bölge ve Türkiye üzerindeki ABD kontrolünü de sarsmadan geliştirilmesi amaçlanıyor. Örneğin, Türkiye’deki siyasal dengeleri değiştirmeden, kontrolsüz bir “demokratikleşme” dalgası yaratmadan, Irak’ta “istikrar”ı koruyarak ve nihayet İsrail’i zor durumda bırakmayacak bir çözümün üretilmesi tasarlanıyor.

Öyle anlaşılıyor ki Türkiye, Amerikancı ve Barzanici bir çözüm için stratejik bir planlama hazırlığıyla karşı karşıya. AKP, ABD Hükümeti, Irak Merkezi Yönetimi ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi arasında yapılacak işbirliğiyle yaşama geçirilecek bir proje gündemdedir.

Ancak, Türkiye’de Kürt sorununun çözümünde iki temel/ana taraftan biri olan PKK bu sürecin dışında tutulmak istenmektedir. Çünkü PKK’nin kitle tabanını denetleyen ve yönlendiren sivil örgütlenmelerine yönelik yaygın bir polis operasyonu iki aydır sürdürülmektedir. Aralarında DTP’nin üç genel başkan yardımcısının ve bir dizi legal örgütün yöneticilerinin de bulunduğu yüzü aşkın Kürt politikacı tutuklanmış ya da gözaltına alınmıştır. AKP yöneticileri bu operasyonların amacını “DTP’yi PKK’dan kurtarmak” diye açıklamıştır. İşte planı deşifre eden kilit söz bu açıklamadır.

Ne denirse densin, hangi sıfatla anılırsa anılsın PKK Türkiye Kürtlerinin tartışmasız siyasal temsilcisidir. Realite budur. Son yerel seçimlerde AKP’yi bölgede yenilgiye uğratmıştır. Aslında bu durumu Türkiye’yi yönetenler de, ABD de bilmektedir. Dolayısıyla PKK’nin Türkiye Kürtleri üzerindeki etkinliği kırılmadan, kitle bağları kesilmeden ve kendileriyle işbirliğine yatkın yerel bir güç oluşturulmadan planlanan çözümün hayata geçirilmesi imkânsızdır.

Bugünkü programı ve görüşleri ne olursa olsun, PKK sosyalist bir kültürden gelen, Kürt yoksullarına yaslanan, geleneksel aşiret düzeninin dışında gelişmiş, başlangıçta Kürt aristokratlarına ve burjuvazisine dayanmayan bir örgütsel yapılanmaya sahiptir. Modern, aydınlanmacı ve laik bir çizgi izlemektedir. Kürt kadınlarını özgürleştirmiştir. Bölgedeki feodal yapı üzerinde fiilen çözücü bir etki yaratmıştır. Örneğin, orta ve alt kademeden farklı olarak PKK üst düzey yöneticilerinin neredeyse tamamı Türkiye sosyalist hareketinden gelmektedir. Bu yöneticilerin hiçbiri bölgenin güçlü aşiretlerine ve ailelerine mensup değildir. İsimleri PKK’yle birlikte duyulmuştur. Harekete katılan Kürt aristokratları ve burjuva kökenli kadroları daha çok yan ya da legal örgütlenmeler içinde değerlendirilmektedir. Bu olgu önemlidir. Ayrıca PKK sadece Türkiye’de değil, İran’da, Suriye’de ve Irak’ta da örgütlüdür. Başta Avrupa ülkelerinde olmak üzere güçlü bir diaspora oluşturmuştur. Ortadoğu’da, saydığım bütün bu özelliklere sahip PKK’den başka bir Kürt örgütü yoktur.

Bu yapısıyla PKK, Kürt burjuvazisini, feodalitesini ve bölgede hayli güçlü olan İslamcı yapılanmaları (Hizbullah, Fethullahçılar, diğer tarikat ve cemaatler) geçirdiği bütün değişime karşın ürkütmektedir. Dolayısıyla, bugüne kadar rakiplerini siyasal şiddet de kullanarak etkisizleştiren PKK’nin Kürt nüfusu üzerinde kurduğu hâkimiyet kırılmadan, tasarlanan çözümün gerçekleştirilmesi mümkün değildir.

Bu hâkimiyeti kırmanın yollarından biri, yeniden İslamcıları güçlendirmekten, örneğin bölgede Fethullah Gülen örgütlenmesinin önünü açmaktan geçmektedir. Polis operasyonlarının genellikle bölgedeki İslamcı örgütlenmeyi karşılayacak alanlarda çalışan kadrolara yönelmesinin nedeni budur.

Diğer bir yol da PKK ile DTP’nin irtibatı koparmak, geleneksel Kürt aristokratlarını ve burjuvazisini öne çıkarmaktır. Öyle anlaşılmaktadır ki bu arındırma, yani “DTP’yi PKK’dan kurtarma” operasyonu tamamlandığı taktirde, Türkiye’yi yönetenler sorunun çözümünde DTP’yi muhatap almaya hazırlanmaktadır. DTP’nin kapatılma davasının bir tür sönümlemeye bırakılmasının anlamı budur diye düşünüyorum. Bu nedenle olsa gerek, Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu, 28 Mayıs 2009 günü yaptığı açıklamada A. Gül’ün çıkışını desteklediğini ilan etti ve “tarihsel fırsatın kaçırılmaması” gerektiğini söyleyerek bütün “sivil toplum” örgütlerine çağırı yaptı.

Daha önce PKK lideri Abdullah Öcalan’ın ortaya koyduğu, Murat Karayılan’ın da küçük farklarla Hasan Cemal’e tekrarladığı çözüm önerileri ve/veya zeminin, PKK’siz bir ortamda ve üretilen yeni muhataplarla görüşülmek üzere Türkiye’yi yönetenler tarafından kabul edildiği yönünde işaretler vardır.

PKK de bu gelişmeyi çok önce görmüş ve A. Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgütün başlangıç/çıkış ilkelerinde önemli değişiklikler yaparak, kuruluş programını geri çekmiştir. Dolayısıyla zaman içinde PKK’nin sınıfsal dokusu silikleşmiş, toplumsal talepleri geri çekilmiş ve ulusal karakteri daha belirgin hale gelmiştir. Bu gelişme, bölgenin geleneksel egemen sınıflarından gelen bir kesimin PKK’nin periferisindeki örgütlerde yer almasını sağlamıştır.

PKK, çizgisinde yaptığı önemli değişiklikle Türkiye’den ayrılmak istemediğini, birlikten ve üniter devletten yana olduğunu, “Türkiyelilik” tanımını benimsediğini, hatta Kemalizm’i bile kültürel bir üst anlayış, ortak ve birleştirici bir görüş olarak benimseyebileceğini açıklamıştır. Yerel yönetim yasasında yapılacak bir değişiklik ile kısmi ve kültürel bir özerkliğe “evet” diyeceklerini, Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasakların kaldırılmasının yeterli olacağını defalarca açıklamıştır. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş paradigmasını çözme potansiyeline sahip muhaliflerine karşı imha etme, olmazsa diz çöktürme ve koşulsuz teslim alma gibi bir devlet geleneği, PKK tarafından sunulan bu yeni çerçevenin 10 yıl boyunca görülmesini önlemiştir.

Ancak ortada bir sorun var. PKK’nin yukarıda saydığım yeni talepleri veya sunduğu çözüm zemini, silahlı mücadeleyi gerektirmeyecek bir niteliğe sahiptir. Bu talepler “siyasal ve demokratik” bir mücadelenin konusudur. PKK bakımından içinde bulunduğu pozisyonun zayıf yanını da bu durum oluşturmaktadır. PKK bu talepler için neden silahlı mücadele verdiğini açıklamakta zorlanmaktadır. Bu durum devleti yönetenler tarafından da görülmüştür.

KESK Genel Merkezi’nin de basıldığı son operasyonun Jandarma tarafından yürütülmesi, AKP ile TSK üst yönetimi arasında bu konuda (çözüm planı) bir mutabakat olduğunu göstermektedir. Burada antır parantez belirtmeliyim ki, Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla Fırat Haber Ajansı’na Ergenekon soruşturmasıyla ilgili olarak yaptığı ve Veli Küçük dışındaki generalleri kastederek, “Benimle görüşen paşaları gözaltına alıyorlar. Bana ‘Amerikasız ve Barzanisiz bir çözümde rol alır mısın’ diye sordular” şeklindeki açıklaması, ilginç bir durum olarak not edilmelidir.

NE YAPMALI YA DA SOLUN TAVRI NE OLMALI?

PKK’nin dışlanarak, bölgedeki İslamcı yapılanma ve PKK ile irtibatı kesilmiş ya da bu irtibatın en aza indirildiği bir DTP ile “çözüm” arama girişiminin başarı şansı çok azdır. Ama imkânsız değildir. Gel gelelim “bu çözümün” gerici bir karaktere sahip olacağı ve Türkiye’de hak ve özgürlüklerin önünün açılmasıyla, solun siyasal ve toplumsal olarak güçlenmesiyle sonuçlanacak “demokratik” bir süreci başlatması imkânsızdır.

Kürt-İslam sentezinden güç alacak, Kuzey Irak’taki ABD işbirlikçisi yönetimi güçlendirecek Amerikancı bir çözüm girişimidir bu.

Sol, Amerikancı ve gerici bu stratejik planlamaya ve çözüm girişimine karşı çıkmalıdır. Hâkim ulus şovenizmini ve milliyetçiliği geriletecek ılımlı İslam projesini yenilgiye uğratacak, Türkiye’de Soğuk Savaş artığı gerici/ceberut devlet yapılanmasını çözerek sol’un ve işçi sınıfı hareketinin önünü açacak Türk ve Kürt halkının ve emekçilerinin birliğini ve kardeşliğini güçlendirecek bölgedeki ve ülkedeki ABD hegemonyasını geriletecek, anti-emperyalist bir çözüm talep edilmelidir. Onurlu ve adil bir çözüm… Bu çözümün PKK’siz gerçekleşmesi mümkün değildir. PKK de böyle bir çözümün siyasal, örgütsel ve psikolojik koşullarını yaratmak için üzerine düşeni yapmalıdır.

Yukarıda ideal çözüme yakın bir çerçeve çizdiğimin farkındayım. İstenen ya da umulan ile gerçekleşecek olan arasında fark bulunacağını (bu farkın büyük de olabileceğini) biliyorum. Ancak, sol bu çerçeveyi koruduğu taktirde, niteliği ne olursa olsun “çözüm” sonrası için güçlü, doğru ve haklı bir pozisyon tutabilir. Bu nedenle sosyalist hareket, enternasyonalist bir yaklaşımla Kürt emekçileriyle ortak zeminleri süratle kurmalı, ortak sınıfsal ve toplumsal talepleri üretmeli ve Kürt sol’u ile uzun süredir kopuk ya da çok zayıf olan bağlarını güçlendirmelidir.

Sonuç olarak belirtmeliyim ki, kategorik ve tarihsel bakımdan “gerici” de olsa herhangi bir “çözüm”, Türkiye’de siyaset alanını her halükârda genişletecek, sınıfsal örgütlenme ve mücadelenin önünü de görece açacaktır. Sol bu duruma da hazır olmalıdır.