Taraf gazetesi son günlerde “eski solcu” etiketine sahip bazı isimlerle seri söyleşiler yapıyor. Neşe Düzel’in yaptığı bu söyleşilerde örtük olarak piyasacı, işçi sınıfı ve çalışanlara kayıtsız, kapitalizmi insanlığın nihai iktisadi düzeni, burjuva demokrasisini de yine insanlığın son siyasi tecrübesi olarak gören, emperyalizmi yok sayan, soyut ve tuhaf bir özgürlükçülük üzerinde temellendirmeye çalışan yeni bir “sol” olabilir mi sorusunun da yanıtı aranıyor gibi.
Neşe Düzel’in, eski TKP’nin son genel sekreteri Nabi Yağcı ve SHP’nin yeni Genel Başkanı Hüseyin Ergün’den sonraki konuğu, yine eski TKP’nin merkez komitesi üyelerinden Zülfü Dicleli oldu. Düzel, bu söyleşide Dicleli’yi “sol düşüncenin ideologu” diye takdim etti. İşte bu takdim, işin esasını, solu ve devrimciliği tasfiye etme girişiminin özünü oluşturuyor. Çünkü, bu kişilerin piyasa değeri, sözlerinin ağırlığından, görüşlerinden, ortaya attıkları parlak fikirlerden değil, onların bir dönem taşıdıkları “solcu”, “sosyalist” ve “komünist” gibi kimliklerinden geliyor. Başka bir deyişle bu kişilerin piyasa değerlerini artırmalarının yolu “eski solcu” olmalarından geçiyor.
Ancak bir koşulu var bunun. Piyasaya çıktığınızda “eski solcu” olacaksınız ama, gerçek sola saldıracak, ona küfür edecek ve değersizleştireceksiniz. Solun temel tezlerinin, devrimci fikirlerin, dünyayı anlama ve değiştirme çabasının artık geçersiz olduğunu ilan edeceksiniz. Hatta bunları yaparken, daha inandırıcı olmak için bir tür “solcu” olduğunuzu da iddia edeceksiniz.
Döneklik zor şey, bir kez ihanet ettiğiniz zaman herkesi ihanete zorlamaya başlarsınız. Çünkü “döneklik”, daha doğrusu “dönek solculuk” bir değişim ya da gelişim değil, insanı insan yapan bütün değerlerden kopmak ve tarihsel vicdanını yitirmek anlamına gelen onursuz bir pozisyondur. Bu anlamda döneklik, çeşitli nedenlerle –ki bunların önemli bir kısmı insani nedenler olabilir ve anlaşılır- bir kenara çekilen, duygu ve anlayış olarak sol’dan kopan insanlardan farklıdır. Hırçındır dönekler, görüşlerinde ve davalarında ısrar eden herkese saldırırlar. Onlar için kavgayı sürdürenler vicdan azabı gibidir. Herkes dönsün, herkes ihanet etsin isterler. Çünkü herkesin döndüğü yerde “dönek”, herkesin ihanet ettiği yerde de “hain” yoktur.
Bunun beyhude bir çaba olduğu bilinir, bilinir ama insandır işte, yine de bu tutumunda ısrar eder. Bu ısrarın sonuç alamadığı durumda da –ki sonuç almak pek mümkün değildir- bu tutum yer yer yıkıcı bir saldırganlığa da dönüşür. Döneklik zavallılıktır.
DÖNEKLİK CAHİLLEŞTİRİYOR
Diğer taraftan döneklik, insanı sadece ve felsefi olarak kurulu düzene bağlamaz, aynı zamanda cahilleştirir de. Örneğin Hüseyin Ergün (geçmişte nasıl solcu olmuşsa) solu sol yapan bütün tezleri reddederek, bin yıllık köhne, eskimiş ve gerici ne kadar liberal ve kapitalist görüş varsa tümünü tekrarlayarak bir tür “solculuk” yaptığını bile iddia ediyor. Piyasa ekonomisini savunmadan artık solculuk yapılamayacağını ve daha da önemlisi işçi sınıfının günümüzde gericileştiğini öne sürüyor.
Oysa sosyalist politikanın çıkışı bütün aktüel eşitsizliklerin kaynağı olan piyasa ekonomisinin eleştirisi üzerine yükselir. Bu görüşleri savunarak bırakın “solcu” ya da “sosyalist” olmayı, sosyal demokrat bile olmak mümkün değildir. Ve dünya hâlâ ezenlerin ve ezilenlerin, zenginlerin ve yoksulların, sömürgecilerin ve sömürenlerin, işçi sınıfının ve burjuvazinin, emperyalizmin ve ezilen halkların, erkek egemenliğinin ve kadın dışlanmışlığının, emek ve sermaye çatışmasının bulunduğu bir gezegen olmaya devam ediyor. İnsanlığın evvel ve ahir talebi olan eşitlik ideali ise, hâlâ karşı konulamayacak bir özlem ve ilke olmayı sürdürüyor. Bu dünya-tarihsel duruma karşı mücadele ederek aşma yeteneğine sahip tek güç ise çalışanlardır.
ESKİ SOLCULUĞUN PİYASA DEĞERİ
Öyle anlaşılıyor ki, “eski solcu” olmak piyasada hâlâ yüksek bir değer taşımayı sürdürüyor. Türk sermayesi ve kurulu düzeni, Batılı ülkelerden çok gecikerek de olsa, özellikle 1980 sonrasında solcuları sisteme entegre etmenin önemini (kavramasa bile) sezdiği görünüyor. Türkiye egemen sınıfları hödük, cahil, yetenekleri sınırlı, dünyadan bihaber, edebiyata ve felsefeye uzak, sanattan anlamayan, politik süreçleri okuyamayan kadrolarla sistemin kendisini yenilemesinin mümkün olmadığını kurulu düzene karşı gelişen şiddetli saldırıyı etkisizleştirmenin yollarından bininin de bazı solcuları devşirmekten geçtiğini bir ölçüde anlamış gibi… Bu nedenle reklam sektörü ve medya başta olmak üzere holdinglerin yöneticileri arasında çok sayıda “eski solcu” görmek şaşırtmıyor bizi. Beyaz yakalı çalışanlar arasındaki solcu nüfusun giderek artması önemli bir gösterge.
Çünkü eski de olsa “solcu” olmak, önsel olarak ülke siyasetine, sosyolojisine, ekonomisine, dünya gündemine, edebiyata hâkim olmak, diyalektik düşünmek ve yaratıcı düşünceye sahip olmak demektir. 1968 sonrasında batı kapitalizminin kendini yenilemesinde bu “sol aşının” önemi inkâr edilebilir mi?
İşte bunu bilen bazı “eski solcular”, solda edindikleri şöhreti paraya tahvil etmek, sınıf atlamak, kurulu düzen içinde etkili bir pozisyon edinmek için kullanmaya başladılar. Öne sürülen bütün felsefi gerekçelere, siyasi tezlere, ekonomik analizlere karşın durum çıplak olarak budur.
Ancak ortada bir sorun var döneklerden bazıları hâlâ “solcu” olduklarını da iddia etmektedirler. Oysa harbi olmak gereklidir. Bu kişiler açıkça “vazgeçtik” dedikleri anda, bir ahlak tartışması yapılabilir ama söylenecek fazla söz de yoktur. Bunun en iyi örneği Cengiz Çandar’dır diye düşünüyorum. Gazeteci Çandar solculuktan vazgeçmiştir ve böyle bir iddiayı hiçbir zaman gündeme getirmemiştir. Üstelik kendi kişiliğini oluşturan, analitik düşmesini sağlayan etkenlerin başta geleninin de Marksizm olduğunun farkındadır. O artık uzun süredir karşı taraftadır. Bunu biliriz. Ama Nabi Yağcı, Hüseyin Ergün ve Zülfü Dicleli gibi kişiler, hâlâ solcu olduklarını iddia etmeyi, küstah bir şekilde sol’a akıl vermeyi sürdürmektedirler. İşte bu duruma artık bir son vermek gereklidir.
UCUZ POLEMİK DÖNEKLERİN YÖNTEMİDİR
Şimdi gelelim, Hüseyin Ergün ve Zülfü Dicleli’nin öne sürdüğü bazı görüşlere:
Ergün’ün piyasa ekonomisini savunmak gibi saçmalıklarını bir yana bırakırsak, şu çok tartışılan Mahir Çayan’ın kendisine söylediğini iddia ettiği sözler üzerinde durabiliriz. Ergün, Mahir Çayan’la bir sohbeti sırasında ona, sol örgütler içinde MİT ajanlarının bulunduğunu söylediğini, Çayan’ın da kendisine, “Biz büyük ve etkili bir hareketiz, MİT’in bizimle ilgilenmesi normaldir” dediğini iddia ediyor. Bu anekdot konusunda Ergün’e güvenmek ne kadar doğrudur kestirmek zor ama, Çayan’ın söylediği iddia edilen bu sözlere bazı sosyalist arkadaşlarımızın tepkileri gerçekten anlamsız. Açık ki, Ergün bu sohbeti aktararak, geçmişte devrimci örgütlerin aslında istihbarat kuruluşları tarafından yönlendirildiğini ima ediyor. Bu örgütlerdeki sosyalistleri de iyi niyetli ve saf kurbanlar gibi çiziyor. Elbette bu iddia büyük bir yalandır. Dahası, tarihi bir avuç ajan provokatör ile saf kitlelerin ilişkisi olarak açıklayan ucuz burjuva komplo teorisinden başka bir şey değildir. Bu yaklaşımda ne tarih bilimi, ne sosyoloji, ne ekonomi, ne sınıflar mücadelesi ve ne de dünyanın içinden geçtiği dönemin analizi vardır.
Ancak, Mahir Çayan’ın sözlerinde garip hiçbir yan bulunmamaktadır. Elbette sistemi sarsma potansiyeline sahip büyük ve etkili bir devrimci örgüt ya da grupla, onların mücadele ettiği devletin istihbarat örgütü ilgilenecek ve içine ajanlar sokmaya çalışacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin en parlak liderlerinden biri olan Mahir Çayan da bu olguya işaret etmiş ve bir durum tespiti yapmıştır. Bu yaklaşım Mahir’in içinden geçtiği tarihsel evreye, kendisinin ve örgütünün konumuna, devletin alacağı tedbirlere hakim olduğunu göstermektedir. Bu devrimci uyanıklığın bizatihi kendisi, grubun içine ajanların sızması karşısındaki en büyük engeldir. Nitekim hem 12 Mart döneminde hem de 12 Eylül’de sol örgütlerin içinden itirafçılar çıkmış ama (Mahir Kaynak gibi birkaç kişi hariç) ajanlara pek rastlanmamıştır.
SOL DİN DÜŞMANI MIYDI?
Zülfü Dicleli de, söz konusu röportajda solun din düşmanlığı yaptığını ve din konusuna ilgisiz olduğunu söylüyor.
Öncelikle bir hatırlatma yapmak gerekiyor bilindiği gibi din değiştirenler, yeni geçtikleri dinin en tutucu ve katı kesimini oluştururlar. Bu davranış psikolojik olarak insanın kendi ruhunu yatıştırması için gereklidir. Değilse, kendilerini rahatsız eden bilinçaltlarının ve vicdanlarının baskısı karşısında huzur bulmaları, hatta yaşamaları çok zordur. Bu nedenle, tarihte de günümüzde de bir dinden diğerine geçenler, yeni dinlerinin eski mensuplarını, örneğin yeterince Müslüman ya da Hıristiyan olmadıkları için şiddetle eleştirirler. Biraz farklı olmakla birlikte günümüzde bu durumun tipik örneklerinden biri şair İsmet Özel’dir.
Burada da durum pek farklı değildir. Hüseyin Ergün ve Zülfü Dicleli gibi kişiler bu dünyada olup biten her şeye, din değiştiren kişilere özgü bir tavırla, “kraldan fazla kralcı” bir yaklaşım ve tavırla bakıyorlar.
Örneğin bu kişiler garip bir şekilde, Türkiye’de büyük bir sermaye gücünü kontrol eden, polis içinde örgütlenen, eğitimi ve bürokrasiyi neredeyse ele geçiren, daha da önemlisi sahip olduğu illegal örgütlenme üzerinden AKP ile ittifak içinde örtülü bir Ilımlı İslam darbesi yapmaya kalkışan Fethullah Gülen yapılanmasının meşrulaştırılması için çalışıyorlar. Gerici, emperyalizmin işbirlikçisi, Amerikancı, piyasa düzeninin yılmaz savunucusu ve insanlığın büyün ilerici birikimine düşman olan Fethullah Gülen’in giderek dokunulmazlık kazanmasında da bu “eski solcular” ın katkısı utanç vericidir.
Bu kişiler, Türkiye’nin adım adım otoriter bir rejime ve faşizan bir polis devletine doğru kaymasına, “askeri vesayet” rejiminden kurtulmak gibi büyük bir palavranın arkasına takılarak destek veriyorlar. Bütün kusurlarına karşın Türkiye’nin AKP eliyle demokratikleştiği gibi bir yalanı her gün vaaz ediyorlar. Gülen’e tek eleştirileri, daha doğrusu tavsiyeleri ise bu örgütün “şeffaflaşması” oluyor.
Evet, söz konusu röportajda Zülfü Dicleli, “Sol hep din düşmanı oldu!” diyor. Bu sözler büyük bir yalandır. Türkiye’de sol hiçbir zaman din düşmanlığı yapmadı. Sol, tam tersine dinci gericiliğe karşı yeterince ve etkili bir şekilde mücadele yürütmediği için eleştirilebilir belki. Ancak sosyalist hareketin hiçbir kesimiyle din düşmanlığı yaptığı iddia edilemez. Ayrıca sol İslam’a hiçbir dönem ilgisiz de kalmadı. İslam konusunda soldan yapılan birçok çalışma halen kitapçı raflarında bulunmaktadır. Bu konuda geniş bir sol literatürün bulunduğunu söyleyebiliriz. Oysa İslamcıların bilimsel hiçbir değer taşımayan düzeysiz birkaç propaganda risalesinden başka sol konusunda ciddiye alınabilecek tek bir çalışması bile yoktur.
Zülfü Dicleli bu büyük ve ahlaksız yalanı niçin söylüyor olabilir diye düşündüm. Bunun bana göre tek bir yanıtı var bugünün egemen gücü olan AKP iktidarına, İslamcı sermaye çevrelerine, Fethullah Gülen’e göz kıpmaktadır. Değilse, solun insan aklının özgürlüğüne dayalı, bilimi temel alan, iktidarı ve iradeyi gökyüzünden yeryüzüne indiren, laik ve seküler anlayışı, politik çizgisi ve felsefi tavrı ile din düşmanlığını birbirine karıştırmak “eski bir solcuya” bile yakışmaz.
Çünkü sol, dini toplumsal ve kültürel bir gerçeklik olarak kabul ve analiz eder. Onu aşmanın yolu da budur. Halkın dini inançlarına ise saygı gösterir ve bu alanda özgürlüğü savunur. Solun karşı çıktığı ve mücadele ettiği durum, folk İslam değil siyasallaşmış İslam’dır. Solun itirazı toplum hayatının, insanlar arası ilişkilerin ve kamusal düzenin din kurallarına göre düzenlenmesinedir. Zaten bu itiraz olmazsa sol da olmaz.
Ne demeli, bu yalan karşısında insan, “harbi ol ciğerimi ye” demekten başka bir söz bulamıyor.