Amerikancı AKP iktidarının devletin tümünü ele geçirme operasyonunda yeni bir etapla karşı karşıyayız. Daha önce çeşitli yazılarımda da işaret ettiğim gibi, fetihçi bir anlayışla yürütülen bu operasyonda sıranın genel olarak yargı erkine, daha dar planda da yüksek yargı organlarına gelmesi kaçınılmazdı.
Anayasa değiştirilerek Cumhurbaşkanlığına adeta el konulmasının, üniversitelerin büyük ölçüde ele geçirilmesinin ve TSK’ya yönelik operasyonun belli bir sonuca ulaşmasının ardından yargı erkinin, kurulmaya çalışılan düşük yoğunluklu İslami rejime uygun olarak yeniden inşa edilmek istenmesi, projenin bütünlüğü içinde bakıldığında mantıklıdır. Yürütme ve yasama organları üzerinde kurulan hâkimiyetin sacayağı tamamlanmak zorundadır.
Öyle ki, bugün polis yüksek yargı mensuplarını takip etmekte, dinlemekte ve ağır bir baskı altına almaktadır. Zaten çok sorunlu ve sınırlı olan yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmaya yönelik bir dizi hamle yapılmakta, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısıyla oynanmakta ve ne yazık ki, çok sivilleşmeci liberallerden bu konuda tek bir itiraz bile gelmemektedir.
Bütün bakanlıklarda yoğun bir kadrolaşmayı gerçekleştiren, sistemin mali kaynaklarını kontrol eden, devlet kurumlarını en küçük taşra örgütlerine kadar ele geçiren, dolayısıyla klasik “iktidar-bürokrasi” ikiliğini tasfiye ederek “kişilikli/direnen” bürokrasi efsanesini yıkan AKP iktidarı, bütün bu özellikleriyle klasik sağcı iktidarlardan nitelik olarak farklıdır. Burada bir parantez açarak belirtmek gerekirse eğer genel bir kabule dönüşen “iktidar-bürokrasi” ikiliği Türkiye’nin en azından son 25-30 yılında aslında tam bir efsanedir ve gerçekle ilgisi yoktur. Bir tür “gerçek iktidar” iması da taşıyan bu görüş, eğer yüksek bürokrasi kastediliyorsa artık geçerli değildir. Bugün bakanlık esasına dayalı devlet yapılanması içinde tek bir yüksek bürokrat gösterilemez ki AKP’li ya da İslamcı olmasın. Geniş yetkilerle donatılan valiler arasında bugün tek bir Kemalist bulmak bile neredeyse mümkün değildir. Sorun “özerk” kurumlardaydı ve AKP iktidarının ikinci döneminde de bu kurumların icabına bakılmaktadır.
Daha önceki merkez sağ iktidarlardan farklı olarak AKP ve Cemaat, bütünlüklü bir dünya görüşünden yola çıkmakta ve üzerinde çalışılmış bir projeyi planlı şekilde hayata geçirmektedir. Başka bir anlatımla AKP iktidarı ve Fethullah Gülen hareketi, rejimle uzlaşarak faydacı, oportünist ve sistem içinde kendine yer açmaya çalışan eski/klasik İslamcı stratejiyi artık geride bırakmıştır. Bu güçler devletin/iktidarın tamamını isteyen bir politika izlemektedir.
Kemal Okuyan’ın da isabetle işaret ettiği gibi, “Gericiliğin Türkiye’de ciddiye alınması gereken bir siyasal akılla hareket ettiğinden kuşku duymamak gerekiyor. Mücadele alan ve araçlarını seçerken, kendilerince önem verdikleri mevzileri öncelik açısından sıraya dizip ona göre “fetih”çi açılımlara soyunurken, her bir başlıkta amaca en uygun ittifaklar politikasını hayata geçirirken, bu aklı fazlasıyla kullanıyorlar.” (30.07.2009, sol.org)
Ancak, AKP ve Fethullah Gülen hareketinin bu operasyonu yürütürken, son günlerde belirgin bir telaş içinde olduğu da görülüyor. Bu telaşın esas olarak geri dönüş eşiğini aşmak ihtiyacından ve geç kalma korkusundan kaynaklandığı düşünülebilir.
YÜKSELEN GÜÇ VE YENİ İKTİDAR ARACI POLİS
Bir tür “darbe” diye nitelendirilebilecek bu sürecin esas olarak Emniyet Teşkilatı’na dayalı olarak yürütüldüğü açıktır. Bu dönemde olağanüstü bir güç kazanan Emniyet Teşkilatı’nın 200 bini aşan personel sayısı ve teknik donanımıyla büyük bir silahlı kuvvet haline geldiği hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar ortadadır. Bütün bir Soğuk Savaş dönemi boyunca anti-komünist, halk düşmanı ve gerici bir zihniyetle eğitilen ve konumlandırılan Emniyet Teşkilatı’nın yeni dönemde ideolojik olarak da konumlandırıldığı ve silahlı bir politik parti gibi hareket ettiği gözlenmektedir.
Polisin devlet yapılanması içinde kazandığı güç, askerin sistem içindeki “iktidar” alanının daraltılmasına paralel olarak gelişmiştir. Böyle olması da kaçınılmazdır. Boşaltılmak istenen alan, ancak aynı nitelikteki bir başka güç tarafından doldurulmak zorundadır.
Bu anlamda AKP iktidarında yapılanları kısaca hatırlamakta yarar var bu dönemde çıkarılan yeni yasa ile MGK’nın yapısı değiştirilmiş ve kuruldaki sivil üyelerin sayısı asker üye sayısının üzerine çıkarılmıştır. Kurulun toplantı periyodu da bir aydan iki aya çekilmiş ve genel sekreterlik kurumu “sivilleştirilerek” hükümetin denetimine geçmiştir. Dolayısıyla MGK’nın eski sistem içindeki oynadığı ve “pilot kabini” olmak şeklinde tanımlanabilecek rolü de büyük ölçüde sona ermiştir. Bilindiği gibi Ergenekon operasyonu ile TSK kurumsal olarak paralize edilmiş, sistem içindeki rolü geriletilerek deyim uygunsa “teslim” alınmıştır. Bu operasyon yürütülürken, her aşamada ABD’den stratejik ve tarihsel değeri çok yüksek bir destek ve katkı alınmıştır.
İlk bakışta bir “sivilleşme” gibi görülen (daha doğrusu liberallerin büyük katkısıyla böyle sunulan) söz konusu gelişmeleri, burjuva anlamda da olsa, “demokratikleşme” şeklinde değerlendirmek doğru değildir. Çünkü ülke, ılımlı İslam ideolojisine dayalı, küresel mali sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş, çalışan sınıflara düşman, toplumun etnik ve dinsel kökenlerine iade edildiği (cemaatleşen), anti-demokratik yeni bir rejime, faşizan bir polis devletine doğru adım adım taşınmaktadır. Eski rejimin kötü, işbirlikçi, halk düşmanı, anti-demokratik ve oligarşik bir yapıya sahip olması, yenisinin otomatik olarak daha iyi ve demokratik olması anlamına gelmeyecektir, değildir de. Ünlü sözdür eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz.
ASIL İKTİDAR EFSANESİ YA DA BÜYÜK SAHTEKÂRLIK
Bu gelişme karşısında cumhuriyetçi-Kemalist çevrelerin direnmesi mümkün değildir. Bu çevrelerin topluma sunacakları yeni bir seçerek de yoktur. Soğuk Savaş sonrası döneme çok hazırlıksız yakalanan bu çevreler, bir araç olarak kullanmak istedikleri güçler tarafından boğulmuştur. Uzunca bir süredir iktidarın uzağında ve büyük ölçüde devletin dışındadırlar.
Burada, yine genel kabule dönüşen bir yargıya değinmek gerekli sanırım. İslamcılar, muhafazakârlar ve her soydan liberaller CHP’yi işaret ederek “asıl iktidar” vurgusunu yapıyorlar. Daha doğrusu, “CHP+TSK=iktidar” denklemini kurarak, “asıl iktidar” değerlendirmesini yapıyorlar. Ve iktidar sözcüleri büyük bir müjde verir gibi artık bu dönemin, yani “CHP+TSK=iktidar” döneminin kapandığını ilan ediyorlar.
Oysa bu tez büyük bir aldatmacadır. Çünkü bu iddia, kaba bir indirgemecilikle malul olmasının yanı sıra hayatın, siyasetin ve tarihin gerçekleriyle de hiç ilgisi olmayan bir palavradan başka şey değildir. Eğer 27 Mayıs 1960 dönemi dışında tutulursa –ki bu olay bir sapma olarak da görülebilir- kurulan denklemde CHP’nin yerine sağcı-muhafazakâr partileri koymak daha doğru olacaktır. Kısa dönemli koalisyon hükümetleri dışında CHP’nin temsil ettiği varsayılan güçlerin son 60 yıldır bırakın iktidara gelmeyi, gerçek iktidara yaklaştıkları bile söylenemez.
Belirtmeye gerek var mı bilmiyorum hiç kuşkusuz CHP bir sistem partisidir. Bir ölçüde kurucu ideolojiyi temsil etmektedir ve Kürt sorunu konusunda milliyetçi bir çizgi izlemektedir. Sol değil, cumhuriyetçidir. Diğer taraftan bu partiyi destekleyen kitleler, (negatif ya da pozitif bir anlam yüklemeden ve bir tespit olarak söylersek eğer) büyük ölçüde solun da üzerinde hareket ettiği araziyi oluşturmakta ve aydınlanmanın kazanımlarını (ne kadarsa) savunmaktadır. Bu durumu özellikle Türkiye taşrasında somut olarak görmek mümkündür. Nitekim Prof. Binnaz Toprak’ın çok tartışılan saha araştırmasının gösterdiği gerçek de budur.
Ancak söz konusu değerlendirme, yani TSK ve CHP zımni ittifakına dayalı “asıl iktidar” tezi, AKP iktidarına, bu iktidarın yürüttüğü projeye paha biçilmez bir destek verilmesini sağlamaktadır. Böylece var olan iktidara yönelik değil, muhalefete karşı muhalefet yapmak gibi büyük bir sahtekârlığa da imkân sağlamaktadır. Cumhuriyetin kazanımlarına (yine ne kadarsa) ve insanlığın ilerici birikimine karşı yürütülen gerici operasyon için gerekçe oluşturmakta ve daha da önemlisi bir “demokratikleşme” ve “sivilleşme” yanılsaması yaratmaktadır. Gerçek iktidarı gözlerden saklamaktadır.
NE YAPMALI?
Bütün bu “ahval ve şerait içinde” sosyalist hareket, öncelikle olup biteni soğukkanlı bir şekilde, özgüven içinde ve imanından kuşku duymaksızın analiz edebilmelidir. Yine aynı özgüvenle kendi bağımsız hattını hızla kurmalıdır.
Bugünün ihtiyacı yeni bir sosyalist aydınlanma hamlesini başlatmaktır. Sınıf temelli yeni bir politik mücadelenin araçları yaratılmalı, ileriye doğru güçlü bir atılımın hazırlığı yapılmalıdır. Çünkü geniş çaplı yeni bir tarihsel hamlenin gerçekleştirilmesi için şartlar olgunlaşmaktadır. Yapılacak ilk şey, entelektüel inisiyatifin yeniden ele geçirilmesi, bunun için yoğun bir ideolojik karşı saldırı gerçekleştirilmelidir.
Çok klasik olacak ama bir kez daha belirtmek gerekiyor sanırım yukarıda sayılan tarihsel görev ve sorumlulukları yerine getirmek için laboratuar çalışması yapmak yetmeyecektir. Solun günlük politik mücadele içinde bütün olanaklarıyla yer alması, güç toplaması, örgütlenmesi, çoğalması ve kendisini büyütmesi gereklidir. Bunun için sınanmış ve başarılı olmuş klasik metotları kullanmaktan kaçınmamalıdır. Solu büyütmek bugün en önemli devrimci görevdir. Bu nedenle bir birine yakın politik çizgiye sahip sol güçler, gerekiyorsa farklılıklarını da koruyarak, ancak ince ideolojik tartışmaların ötesine geçme becerisini gösterip güç birliği yapabilmelidir.