ABD Başkanı Barack Obama’nın yeni sosyal güvenlik politikasına karşı bu hafta başında Washington’da büyük bir protesto gösterisi yapıldı. Başkentte toplanan yüz binlerce kişi (bazı kaynaklar kalabalığın bir milyonun üzerinde olduğunu belirtiyor) yeni yönetimin hazırlıklarını sürdürdüğü sosyal güvenlik reformu yasasını reddettiklerini ilan ettiler.
Her bakımdan ilginç, ilginç olduğu kadar da ibret verici bir eylemdi bu. ABD’li muhafazakâr politikacıların, kanaat önderlerinin, sınırsız liberalizmden yana büyük patronların çağırısıyla toplanan kalabalık, herhangi bir Avrupa ülkesinde görmeye alışkın olduğumuz eylemlerden farklı olarak, sosyal güvenlik sigortasının kapsama alanının daraltılmasını ya da sosyal devletin kazanımlarının budanması girişimini protesto etmiyordu. Tam tersine sosyal güvenlik sisteminin bütün yurttaşları, bu arada hiçbir sosyal güvencesi olmayan, bugüne kadar herhangi bir sosyal güvenlik ağı içinde bulunmayan tam 47 milyon ABD’liyi de kapsamasını engellemek için eylem yapıyordu. Eylemcilerin temel sloganı şuydu “Bizim paramızla işsizlere, yoksullara bakamazsın”… Yani toplanan kalabalık “herkes için sosyal güvenlik” politikasını istemiyordu.
Obama, göstericiler tarafından “sosyalist” ve “komünist” olmakla da suçlanıyordu. Öyle anlaşılıyordu ki, eğitim sistemiyle, medyasıyla, Hollywood filmleriyle, bireyci ideolojiyle uyuşturulmuş, aptallaştırılmış ve kendi dar çıkarlarının peşinde koşmak dışında bütün dayanışmacı değerlerini yitirmiş önemli bir toplum kesimi, sosyalist ya da komünist olmayı hâlâ büyük bir suç ya da günah olarak görmeyi sürdürüyordu. Öyle ki, başında Che Guevara’nın ünlü kızıl yıldızlı beresi yerleştirilmiş (montaj) Obama fotoğrafları/resimleri de taşınan pankartlar arasında bulunuyordu.
Ancak bu avanak yığınlar içgüdüsel olarak, solculuğun/sosyalizmin halktan, emekçilerden, yoksullardan, ezilenlerden yana olduğunu yine de hissediyorlardı. Ama bile bile buna karşı çıkıyorlardı.
Burjuva anlamda bile olsa böyle bir ulus olabilir mi? Kendi yoksullarını karşı olan, onların refahtan pay almasına karşı çıkan, onların işsizlik ya da yoksulluğunu kendi kabahatleri ya da yeteneksizliği sayan bir kalabalık “toplum” ya da “ulus” denilen kavramı oluşturabilir mi? Hastalıklı bir durum.
Bu protesto gösterisi, insanın nasıl alçaltıldığını, nasıl en yakınındakilerin bile boğazına sarılan bir mahlûka dönüştürüldüğünü, vicdanlarının nasıl karartıldığını göstermesi bakımından çok çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Kapitalizmin ve liberal ideolojinin insanı nasıl bozduğunun bundan daha ürpertici bir göstergesi olabilir mi? Obama’yı protesto eden yüz binler, 47 milyon insana, o da sınırlı bir sağlık desteği ve belki sembolik bir işsizlik sigortası ücreti verilmesini utanmadan, sıkılmadan ve saldırgan bir üslupla engellemek istiyorlar.
Üstelik bu protestocu kesimler ekonomik politikalarda ultra liberal görüşlere sahip olmalarına karşın, kültürel olarak muhafazakâr ve hatta dindardırlar. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi…
Hiç kuşku yok ki, Obama ne solcu ne de sosyalist… Obama, bütün dünyada yenilgiye doğru giden ABD’nin imparatorluk projesini onarmak, askeri zor ve siyasal şiddet araçlarının yerine ya da bunların yanı sıra diplomatik ve kültürel araçların daha çok kullanılmasını savunan bir çizgi izlemek dışında bir farka sahip değil.
Ekonomik krizi sarsıcı şekilde yaşayan, orta sınıfların yaşam standardını korumakta zorlanan, bu standardın devam etmesi için her gün yaklaşık 2,5 milyar doların ekonomisine girmesi gereken, Irak ve Afganistan’da bataklığa saplanan bu ülkede, krizin aşılmasının yollarından biri emperyalist sömürü ve talanı arttırmak ise, diğeri de iç talebin canlandırılmasıdır. Aslında Obama’nın yaptığı da bundan ibarettir ve ABD tekellerinin önemli bir bölümünün de bu politikayı desteklediği bilinmektedir.
Sınırsız, sorumsuz, denetimsiz ve vahşi piyasa ekonomisinden bir tür Keynesyen ekonomik politikalara geçiş denemesidir. Yoksulları, satın alma gücü düşük ya da bu gücünü kaybeden toplum kesimlerini destekleyerek iç talebi canlandırma çabasıdır. Böylece kapitalizmin tahrip olan yapısını da onarmaya çalışmaktadır.
Gel gelelim toplum öylesine iğdiş edilmiş ve çürütülmüştür ki, orta vadede kendi çıkarına olacak bu politikalarda bile sosyal ve dayanışmacı bir yan gördükleri için ayağa kalkabilmektedirler. Oysa protesto geleneği ve sokağa çıkma alışkanlığı olmayan aynı kesimler, Irak’taki Amerikan vahşeti karşısında pekâlâ sessiz kalabilmektedirler.
BİR TÜRKİYE KOMEDİSİ LİBERAL ARTİSTLİK!
Türkiye’de bu günlerde hemen bütün televizyon kanallarında gösterilen bir kısa film var. Bugüne kadar liberal politikaları kayıtsız şartsız savunan, toplumu “çıkarları peşinde koşan insanların oluşturduğu topluluk” diye tanımlayan, kamucu her girişime düşmanca saldıran ve her türden sosyal politikaya karşı çıkan bir takım isimler bu filmde “toplumcu” mesajlar vermeye çalışıyorlar.
Hatırlayacaksınız Deniz Gökçe, Yaman Törüner, Melda Okur gibi isimler, “Çiçek al, simit al, oyuncak al, peynir al-ver ekonomi canlansın Türkiye kazansın” diye çağrı yapıyorlar. “Alın verin” ki diyorlar, fırıncı kazansın, toptancı kazansın, işçi kazansın, üretici kazansın, devlet (vergi) kazansın ve ekonomi canlansın…
Hadi ya… Demek öyle…
Hani piyasanın “görünmez eli” bütün ekonomik dengeleri kuracaktı? Hani piyasanın yasaları arz-talep dengesini kendiliğinden sağlayacak ve refahı topluma yayacaktı? Nereden çıktı şimdi bu “toplumcu” çağırı? Hele TOBB’nun “Pazara çık alışveriş yap ekonomi canlansın kriz aşılsın” yazılı afişlerine ne demeli? Yakıştı mı şimdi? Piyasaya böyle müdahale olur mu hiç? İç talebi uyarmak için artistlik yapmaya gerek var mı? Şu “görünmez ele” ayıp olmuyor mu?
Gerek Obama’nın izlemeye çalıştığı politika, gerekse bizim yeni Keynesci artistler aracılığıyla hükümet ve iş çevrelerinin yürüttüğü “simit al, çiçek al” kampanyası, kapitalist iktisat biliminin “çarpan kavramına” dayanıyor. Keynesyen iktisadın da taşıyıcı öğelerinden biri olan çarpan kavramı, ekonomideki her harcamanın başkası için bir gelir oluşturduğu ve bu gelirin çarpan etkisiyle çoğalarak topluma döndüğü fikrinden hareket eder. Örneğin bir birimlik harcama, ekonomideki dolaşım sonucu beş birimlik bir kazanca/değere yol açabilir. Varsayım basittir simit alınca esnaf kazanır, fırıncı kazanır, çiftçi kazanır onlar vergilerini öder ve devlet kazanır devlet kazandıklarıyla hizmet üretir ve böylece istihdam artar sonuçta ekonomi de canlanır. O halde talebi artırmak için gerekirse devlet ekonomiye müdahale etmelidir. Örneğin Keynes, devletin hiçbir getirisi ve anlamı olmasa bile işsizlere çukur kazdırıp doldurtarak ücret ödeyebileceğini bile savunur.
EMPERYALİSTLERİN KENDİ HALKINA RÜŞVET İHTİYACI SÜRÜYOR
Klasik olacak ama tekrarlamak ve hatırlatmakta sonsuz yarar var ABD gibi emperyalist bir ülkenin sahip olduğu refah düzeyini koruması için sömürdüğü diğer ülke ve toplumlardan kaynak ve servet transferine ihtiyacı vardır. Kendi ülkelerindeki sınıf mücadelelerini makul sınırlar içinde tutmak, olası toplumsal tepkileri etkisizleştirmek için emperyalist ülkelerin egemen sınıfları dünyanın sömürüsünden elde ettikleri zenginliğin bir kısmını “sus payı” olarak kendi toplumlarında daha alt sınıflara, bu arada işçi sınıfına da dağıtmak durumundadır.
Zamanında bunun teorisini de açıkça yaptılar zaten. Ergin Yıldızoğlu’nun da çarpıcı şekilde hatırlattığı gibi 19. Yüzyıl İngiliz emperyalizminin en önemli teorisyenlerinden Cecil Rhodes’ın, Lenin’in de “Emperyalizm” kitabında (1916) alıntıladığı şu sözleri (1895) durumu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor:
“Dün Doğu Londra’daydım… ‘Ekmek’, ‘ekmek’ diye bağıran öfkeli söylevleri dinledim. Eve dönerken yolda, emperyalizmin önemine iyice ikna oldum… İmparatorluk… Bir ekmek peynir meselesidir. İç savaşı önlemek istiyorsanız emperyalist olmalısınız.” (Cumhuriyet, 16.9.2009)
Durum budur… ABD, küresel kapitalist ekonominin derin krizi ve imparatorluk projesinin Irak sokaklarında çökmeye başlaması nedeniyle sıkışmış durumdadır. Ülkede olası toplumsal tepkileri önlemek ve krizin etkilerini hafifletmek amacıyla iç talebi güçlendirmeye, bunun için üst sınıflardan toplumun alt kesimlerine sınırlı bir kaynak transferine yönelmektedir. Bunun için de bizdeki gibi “Simit al, çiçek al” artistliği yerine daha somut önlemlere yönelmektedir. Ancak gelin görün ki, on yıllarca süren politikalar sonucu orta sınıf Amerikalılar öyle alıklaştırılıp bencilleştirilmiştir ki, Obama gibi bir “Amerikan sosyal demokratı” derdini anlatmakta çok zorlanacak gibi görünüyor.
Ancak her şey bir yana, insanlığın içine düşürüldüğü bu acımasız, hoyrat ve bencillikle hastalanmış, sadece kişisel çıkar güdüsüne indirgenmiş hali insanın içini acıtıyor. Kapitalist uygarlık insanı hiç bu kadar bozmamıştı.