Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlken Başbuğ, bayramda Mardin’in Nusaybin ilçesine giderek bir sınır karakolunu ziyaret etti. Bu geziye bazı gazete ve televizyonların Ankara temsilcileri ile bazı yazarları da davet edilmişti. Dolayısıyla bu ziyaret beklendiği gibi güzide basınımız sayfalarında ve ekranlarında genişçe yer aldı.
Gizemli bir gezi olduğu anlaşılıyordu. Çünkü bu ziyaretin adresi ve güzergâhı, Başbuğ’un uçağı Mardin Havalimanı’na inene kadar gizli tutulmuştu. Gizlilik derecesinin bu ölçüde yüksek tutulmasının, hatta abartılmasının bir nedeni güvenlik olsa da diğer bir nedenin de dikkat çekmek olduğu düşünülebilirdi. Geziye katılan heyete bakıldığında İlker Başbuğ’un önemli açıklamalar yapacağı da anlaşılıyordu. Nitekim öyle de oldu ve Başbuğ gündeme ilişkin bazı açıklamalar yaptı. Ardından da bir tartışma patladı.
Başbuğ yaptığı açıklamada bölgedeki asıl sorunun işsizlik, yoksulluk ve eğitimsizlik olduğunu söyledi. Söylemekle de kalmadı altını kalınca çizdi. Bu sözler klasik Kemalist tezlerin bir tekrarından başka bir şey değildi. Dolayısıyla hiç tartışılmadı. Başbuğ açıklamasını bölgedeki ağalık ve şeyhlik düzenine değinerek sürdürdü ve bölge insanının “siyaset ve terör ağalarından” kurtulması gerektiğini belirtti. İşte Başbuğ’un bu sözlerine beklenmedik bir tepki geldi. İnanılır gibi değil ama sağcı ve muhafazakâr medya, durumun tam tersi olduğunu, bölgedeki asıl sorunun ağalık ve şeyhlik düzeninin bozulmasından kaynaklandığını ileri sürüyor ve “terörün” asıl nedeninin bu durumdan kaynaklandığını belirtiyordu. Örneğin Yeni Şafak’ın eski, Star’ın yeni yazarı Ahmet Kekeç açıkça şöyle diyordu:
“Bölgedeki sorunun, (denebilirse) bir tür ‘geç modernleşme’ sorunu olduğunu, ‘prematüre modernleşme’nin PKK gibi yıkıcı modernist hareketlere kapı aralayacağını kaç entelektüel ve sosyolog keşfedebilmiştir. (…) Bölgeyi bu hale getiren ‘ağlık düzeni’ değildir. Bilakis, ağalık düzeni ortadan kaldırıldığı için bölge bu haldedir.” (Star, 23 Eylül 2009)
Ahmet Kekeç’in cahilliği ya da tarih-coğrafya bilgisinden yoksunluğunu bir kenara bırakırsak eğer, bu ülkedeki muhafazakârların “bin yıllık” demokrasi anlayışı aslında böyle bir şeydi. Ağaların, şeyhlerin, beylerin, patronların tayin edeci olduğu “milli irade” düzeni… Doğrusunu söylemek gerekirse Ahmet Kekeç kendi zihniyeti, hayat algısı ve dünya görüşü bakımından doğru yerde duruyordu. Bunda şaşılacak bir şey yoktu alsında… Bu ülkede Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren toprak reformu talep eden, feodal ilişkilerin tasfiyesini savunan ve köylülerin özgür yurttaşlar haline getirilmesini isteyen sol’a karşı sağcılar, milliyetçiler ve İslamcılar “mülkiyet düşmanı komünistler” diyerek on yıllardır saldırmamışlar mıydı?
Hadi onlar bunu unutmuyor anladık da, sol nasıl unutuyor?
Neyse… Sorun Ahmet Kekeç gibi İslamcılarda değil, onun gibi “muhafazakâr demokratlar” ile ortak bir “demokrasi projesi” yapmaya çalışan liberallerde ve liberal solcularda.
Okuyucuların affına sığınarak sormak gerekiyor topraklarının bir bölümünde ağalık ve aşiret düzeninin şu ya da bu düzeyde etkin olduğu bir ülke gerçekten demokratik olabilir mi? Nasıl olur da insanlığın bütün bir tarihsel birikimi böylesine unutulur? Ve yine nasıl olur da sosyoloji, siyaset bilimi ve tarih gibi disiplinlerden bu ölçüde habersiz olunabilir? İnsanın aklı almıyor. Herhalde bunu anlamak için post-modernist olmak gerekiyor! Ya da liberaller bize açıklar mı hem modernleşme düşmanlığı yapıp hem de nasıl (burjuva anlamda) demokrat olunabilir? Evet nasıl?
Aslında İlker Başbuğ’un sözlerine yakından bakılırsa, onun bölgedeki mülkiyet ilişkilerini sorgulamadığı hemen anlaşılacaktır. Çünkü Başbuğ, bölgedeki ağalık ve aşiret düzeninden değil, ne olduğu belirsiz bir “siyaset ve terör ağalığından” söz ediyor. Örneğin, kapitalist ilişkilerin gelişmesi ve iç pazarın bu anlamda genişlemesi nedeniyle çözülmeye başlayan, PKK eylemleriyle de yer yer tasfiye aşamasına gelen aşiret düzeninin koruculuk sistemiyle ayakta tutulmasına hiçbir itirazı yok orgeneralin. O sadece, bazı DTP milletvekillerini, PKK’yi ve PKK yanlısı olduğunu düşündüğü aşiretleri işaret ediyor. Yani “yıkıcı modernistleri”…
Bu nedenle, Cumhuriyet gazetesi yazarı, sosyolog Prof. Dr. Emre Kongar’ın, “İlker Paşa bölgedeki sorunu çok doğru şekilde teşhis ediyor, ben de yıllardır asıl sorunun bölgedeki toprak düzeni olduğunu söylüyordum” mealindeki değerlendirmesinin de boş havuza atlamaktan başka bir anlamı yok. (Cumhuriyet, 24 Eylül 2009) Emre Kongar’ın sandığının aksine ne İlker Başbuğ ne de TSK böyle bir sorgulamanın çok uzağındadır.
GÖZDEN KAÇAN YA DA KAÇIRILAN SÖZLER
İlker Başbuğ’un bu gezide ettiği en önemli söz ise, AKP hükümetinin önce “Kürt Açılımı” dediği, sonradan “Demokrasi Açılımı” diye değiştirdiği ve nihayet “Milli Birlik Projesi” diye fiyakalı bir kavramla sürdürmeye çalıştığı politikayı desteklediğini açıklamasıdır. Başbuğ bu gezide Kemalistleri, milliyetçileri, ulusalcıları vs. yatıştırmaya çalışarak, “korkmayın bölünmeyiz, biz varız” demiş ve bazı rezervlerle “Kürt Açılımını” desteklediğini ilan etmiştir.
Şimdi ortada tuhaf bir tablo var. Bütün sorunun üniformalı bürokratlardan kaynaklandığını düşünen, sınıfsal ve tarihsel bir bakış açısına sahip olmayan, mülkiyet ilişkilerini sorgulamayan liberaller ve kimi sol çevreler ile Genelkurmay aynı çizgiye gelmiştir. Ahmet Altan, Taraf gazetesi cemaati, AKP ve liberaller ile onların yedeğine düşen bazı “sosyalist” çevreler TSK komuta kademesiyle birlikte aynı projenin arkasına dizilmiştir.
Diğer taraftan İlker Başbuğ’un sözleri bize bir tartışma imkânı, solun uzunca süredir unuttuğunu düşündüğüm bölgedeki mülkiyet ilişkileri ve aşiret düzeninin sorgulanması imkânını da sunmaktadır.
Çünkü bugün asıl ayrım noktalarından biri, Kürt sorununu ulusal ve kültürel boyutlarının yanı sıra, emek sermaye çelişkisi ve mülkiyet ilişkileri bağlamında ele almaktır. Sol’u sol yapacak fark burada yatmaktadır. Gelgelelim solun önemlice bir bölümü bile, Cumhuriyet gazetesinde hâlâ devam eden yazı dizisine bakılırsa, sorunu bu perspektifle ele almaktan maalesef şaşırtıcı şekilde uzaktır.
Sosyalistleri Kürt milliyetçileriyle de ayrıştıracak, Kürt solu ve emekçileriyle birleştirecek ölçü buradadır. Eğer böyle bir program ortaya konulabilirse, Kürt ulusal hareketiyle de daha sağlıklı ilişkiler kurulabilecektir.
Nasıl bir içeriğe sahip olduğu açıklanmayan, hedefleri belirsiz, bir uygulama programı bulunmayan “açılım” bir de bu zeminde tartışılmalıdır.
Çünkü uluslar kendi kaderlerini çeşitli yollardan tayin edebilirler. Bunlardan biri de “emperyalist yol” olabilir. Buna itiraz da edilmeyebilir. Ancak sosyalistler “her yolu” desteklemek zorunda değildir. Solun yapması gereken şey, her halükârda ezilenlerin ve mazlumların yanında olmak ve fakat kendi devrimci programını ortaya koymak ve onun için mücadele etmektir.