AKP iktidarı herkesi dinliyor, bütün ülkeyi takip ediyor, dosyalar oluşturuyor, şantaj operasyonları düzenliyor, rant dağıtıyor, satın alıyor/almaya çalışıyor, olmazsa tehdit ediyor. Ekonomik zor araçlarının yetersiz kaldığı aşamada polisi devreye sokuyor, siyasal şiddet kullanmaktan kaçınmıyor. Polis sistem içinde güç kazanmayı sürdürüyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yaptığı açıklamaya göre 16 bin yeni personel teşkilatta işe alınıyor. Belirtmeye gerek yok ki, Emniyet Teşkilatı’na yeni alınacak personelin tamamına yakını iktidar yanlısı, dahası islamcı olacaktır. Son alınacak personelle birlikte Emniyet Teşkilatı yaklaşık 220 bin kişilik sayıyla büyük bir silahlı kuvvet haline gelecektir. Bu durumda Jandarma’dan daha büyük bir silahlı kuvvet ile karşı karşıya olduğumuzu hatırlatmak gerekir mi bilmiyorum.
Son haftada Türkiye’de iki önemli gelişme yaşandı. Birincisi “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” diye bilinen ve Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde hazırlandığı iddia edilen belge nedeniyle Kurmay Albay Dursun Çiçek’in tutuklanmasıdır. İkincisi ise AKP iktidarının Yargıtay’ı, İstanbul Adliyesi’ni ve özel olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin’i dinlediğinin ortaya çıkmasıdır. Bu gelişme tam anlamıyla bir suçüstü durumudur. Türkiye’nin islamofaşist bir rejime doğru kaydığının bundan daha somut bir kanıtı olabileceğini sanmıyorum.
Bu islamofaşist düzenin liberallerin desteği ile gerçekleşmesi ise, içinden geçilen dönemin, tarihsel ve siyasetin sosyolojisi bakımından en özgün yanını oluşturmaktadır. Bugün bazı eski arkadaşlarımızın garip bir sivil toplumcu anlayışla, sınıfsal bakış açısından köklü bir kopuş ve demokratizm diyebileceğimiz esaslı bir sapma ve bilinç tutulmasıyla bu sürece destek vermesi ise sürecin ikinci özgün yanını oluşturmaktadır.
İslamcı AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’dan bir “demokrat” çıkarmaya çalışan bu arkadaşlarımız, garip bir devlet-sivil toplum karşıtlığı/çelişmesi üzerinden bütün bir süreci, hatta tarihi açıklamaya çalışmaktadır. Tıpkı Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal için yaptıkları gibi.
Demokrat Parti ve onun Adnan Menderes’in kişiliğiyle özdeşleşen liderliğinden bir “demokrasi” efsanesi çıkarılmaya çalışılması gibi, bugün de AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında da aynı şey yapılmak istenmektedir. Oysa DP ve Menderes, Türkiye’de Cumhuriyet aydınlanması ve birikimine (bu birikim ne kadarsa) karşı Osmanlıcı bir restorasyonun, bir karşı devrimin simgesidir. DP bir sivil diktatörlük partisidir. Süleyman Demirel ve Adalet Partisi ise tipik bir Soğuk Savaş gericiliği örgütlenmesidir. Turgut Özal, 24 Ocak kararları diye bilinen neo-liberal ekonomik kararlarının mimarı ve 12 Eylül rejiminin başbakan yardımcısıdır. Öyle ki, Turgut Özal kendisini Başbakanlık Müstaşarı ve Devlet Planlama Müsteşar Vekili yapan iktidara bile ihanet ederek 12 Eylül darbesinin içinde yer alan birkaç sivil politikacıdan biridir.
İslamcı ve liberal tarih yazıcıları tarafından DP ve Bayar-Menderes, AP-Süleyman Demirel, ANAP-Turgut Özal ve nihayet AKP-Tayyip Erdoğan çizgisi Türkiye’de demokratikleşmenin ekseni olarak sunulmaktadır. Kurgu basittir Amerikan sosyolojisi bakışıyla merkez-çevre ya da devlet-sivil toplum çelişmesi üzerinden bütün bir tarih yeniden kurgulanmaktadır. Yeni muhafazakar tarih yazımı milat olarak 1950’yi almaktadır. Üstelik öyle bir milattır ki bu, bütün Soğuk Savaş dönemindeki gericilik, despotizm, politik hoyratlık, milliyetçi saldırganlık ve faşizm için sorumluluk iktidarda olmayan güçlere, sol Kemalistlere, hatta büyük bir utanmazlıkla genel olarak sola yüklenmektedir.
Güncel gerçek şudur Türkiye’de 1950’de başlayan ve bütün bir Soğuk Savaş dönemi boyunca devam eden karşı devrim sürecinin artık finaline geldiğimizi söylemek mümkündür. Birinci Cumhuriyet sona ermekte, Türkiye bu dönemi bitiren bir darbe sürecinden geçmektedir. Ancak bu darbe bilinen, yani Soğuk Savaş dönemine özgü bir politik müdahale ve klasik bir yeniden yapılandırma operasyonu değildir. Başka bir anlatımla komünizme karşı değil, burjuva aydınlanmacılığına, cumhuriyetçliğe, pozitif bilime karşı bir saldırıdır. Kendi geleneklerine ihanet eden, dahası felsefi anlamda ve tarihsel olarak bu geleneğin çok da farkında olmayan bir sınıfın, cumhuriyet burjuvazisinin bir tür intiharı ve ihanetidir bu.
Şimdi daha güncel iki gelişmeyi yukarıda yapılan değerlendirmenin ışığında irdeleyebiliriz. Birincisi, Albay Dursun Çiçak’in tutuklanması, ikincisi ise Yargıtay dahil genel olarak Adliye’nin, özel olarak Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıların biçimsel bakımdan da olsa bağlı olduğu İstanbul Başsavcılığı’nın dinlenmesidir.
1- “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” hazırladığı iddia edilen ve sahte olduğu yönünde güçlü kanaat bulunan bu “belge”nin altında “ıslak” imzasının olduğu belirtilen Albay Dursun Çiçek’in tutuklanması AKP hükümeti ile Genelkurmay Başkanlığı ve TSK komuta kademesi arasında bir uzlaşmanın sağlandığı anlamına gelmektedir. Bu gelişme TSK komuta kademesinin hükümete teslim olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla TSK’dan kurumsal ve hiyerarşik olarak gidişata “dur” demesini bekleyen çevrelerin derin bir hayal kırıklığı yaşaması kaçınılmazdır. Dolayısıyla Cumhuriyet’in kazanımları ve insanlığın ilerici birikiminin tutarlı tek savunucu gücünün sosyalistler olduğu yönündeki tez güçlenmiştir.
2- Yargıtay’ın dinlenmesi ve savcıların takip edilmesi, devletin silahlı güçlerini denetim altına alan, yasama ve yürütme güçlerini ele geçiren AKP ve Gülen Cemaati’nin yüksek yargı organlarının ele geçirilmesi operasyonunda artık usül hukukunu bile çiğnemekten kaçınmadığına işaret etmektedir. Son gelişmeler, uzun süredir işaret ettiğimiz yargı organının ele geçirilmesi operasyonunda son virajın da dönülmek üzere olduğunu göstermektedir.
3- Meclis’te “Kürt açılımı” tartışılırken Başbakan Erdoğan’ın TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’i CHP’lilerin eylemi nedeniyle azarlaması, AKP iktidarının yasama organını usulen de olsa takmadığını ve emrindeki bir kurum gibi gördüğünü kanıtlaması bakımından önemli bir gelişmedir.
4- Bütün olan bitenler, yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki klasik güçler ayrılığı ilkesinin artık tasfiye edildiğini, denetim ve denge kurumlarının ortadan kalktığını, bütün iktidarın hükümet ve onun başbakanının elinde toplandığını göstermektedir.
5- Sonuç olarak AKP’nin ılımlı İslam projesini sadece bu topraklarda değil, bütün Ortadoğu’da hayata geçirmek üzere imal edilen bir siyasal organizasyon olduğu da hesaba katıldığında, ülkenin hızla islamofaşist bir rejime doğru kaydığını saptamak sanırım abartma olmayacaktır.