Son yıllarda adeta bir fetiş haline getirilen moda kavramlardan biri de “sivil”, “sivil toplumculuk” ya da “sivil olmak” sanırım. Öyle ki, “sivil” oldunuz mu, önsel olarak “demokrat”, “özgürlükçü”, “anti-militarist” filan da oluyorsunuz.
Öyle mi gerçekten?
Söz konusu kavramın, içinden geçtiğimiz tarihsel dönemeçte çok sorunlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü, “sivil” olmak sadece ve sadece üniformalı, üstelik askeri üniformalı olmamak şeklinde anlaşılıyor. Neredeyse polis bile “sivil” kategorisinde değerlendiriliyor. Yani asker olmadınız mı yaptığınız her politik faaliyet peşin olarak meşru, hatta demokratik sayılıyor.
Oysa öyle olmadığını biliyoruz. Çünkü hem sivil olup hem faşist olmak, hem sivil olup hem darbeci olmak ya da hem sivil olup hem soykırımcı olmak, tarihte ve günümüzdeki birçok örnekte de görüleceği gibi mümkündür. Bunun tersi de doğrudur. Yani hem asker olup hem anti-militarist olmak, hem asker olup hem darbe karşıtı ve özgürlükçü olmak ya da hem asker olup hem de devrimci ve sosyalist olmak da mümkündür.
Bu durumun en çarpıcı ve çok bilinen örneği Avrupa yakın tarihinde yaşandı. Bilinse de bu örneği şu günlerde tekrar etmekte büyük yarar var. Örnek Salazar Portekiz’idir. Antonio de Oliveira Salazar iktisat profesörü bir sivildir ve 1926’da akademiden ayrılarak askerlerin desteklediği hükümette ekonomi bakanlığı yapmıştır. İspanya’da falanjist general Franko, Hitler Almanya’sının desteğiyle Cumhuriyetçi iktidara karşı ayaklanıp ülkeyi iç savaşa sürüklediği dönemde -ki falanjistler bu savaşı kazandı- Salazar’da Portekiz’de yine Nazilerin desteğiyle, 1933’de iktidarı ele geçirdi ve Estado Novo (Yeni Devlet) ismini verdiği faşist diktatörlüğü kurarak ülkeyi 1968’e kadar tek başına yönetti. Salazar 1968’de, Portekiz sömürgelerindeki ulusal kurtuluş savaşlarının da etkisiyle iktidarı yine bir sivil olan kendi ekibinden Marcelo Coetano’ya devretti. Fakat bu rejim kısa süren Coetano döneminde de niteliğini korudu.
Salazar’ın kurduğu faşist rejim 25 Nisan 1974’de genç subaylar tarafından, aydınların, orta sınıfın, öğrenci gençliğin ve emekçilerin oluşturduğu toplumsal muhalefetle de buluşarak askeri bir darbe ile (evet askeri darbe ile) devrildi. Ve bu ülkede, bizim liberallerin de hiç itiraz edemeyecekleri türden bir parlamenter demokrasi kuruldu.
Portekiz’de “darbeciler” bütün faşist politikacıları, bürokratları, polis şeflerini, işkencecileri ve ordu komuta kademesini oluşturan generallerin önemli bölümünü tasfiye ettiler. Siyasi tutukluları serbet bıraktılar, başta komünist parti olmak üzere bütün sosyalist örgütler yasallaştı. Başta Mozambik, Angola ve Portekiz Ginesi olmak üzere bütün sömürgelere (bu ülkelerdeki ulusal kurtuluş örgütleriyle de anlaşarak) bağımsızlıklarını verdiler. Basın özgürlüğü sağlandı ve işçiler serbestçe örgütlenme haklarını elde ettiler. Bu “darbe” onu gerçekleştirenler ve kimi tarihçiler tarafından “Karanfil Devrimi” diye anıldı. Çünkü faşist diktatörlüğü deviren askerler silahlarını halka çevirmediklerini anlatmak için namlularına karanfil takmışlardı. Liberaller pek hoşlanmayacak ama bir kez daha belirtelim ki, günümüzün AB üyesi Portekiz demokrasisi bu askeri darbe ile 1974’de kuruldu.
Yaşamın diyalektiğidir bu. Eğer “düz mantık” diye de bilinen Aristo mantığıyla olaylara ve tarihe bakarsanız, yani öze/içeriğe değil de salt biçime bakarak bir değerlendirme yaparsanız, o durumda 1974 Karanfil Devrimi ile Şili’deki faşist Pinochet darbesini aynı kefeye koyarsınız. Ya da seçimle iktidara gelen Hitler ve Nazilerin halk iradesini temsil ettiğini, dolayısıyla kurdukları iktidarın meşru olduğunu savunmak zorunda kalırsınız. Tıpkı Türkiye’de 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980’in, esasa ilişkin bütün farklar bir tarafa bırakılarak aynı kefeye konulması gibi…
“Sivil toplum” kavramı Türkiye’de esas olarak 12 Eylül 1980 sonrasının darbe koşullarının entellektüel ve siyasal ortamında dolaşıma girdi ve ünlendi. Ülkenin içinde bulunduğu şartların da etkisiyle sempatiyle karşılandı ve darbe karşıtı, dahası “demokrat” olmanın alameti farikası haline geldi.
Marks’da da yer alan bu kavram (sivil toplum), esas olarak Batılı monarşilerde devlet ve onun aygıtlarının (siyasi toplumum) dışındaki bütün burjuva örgütlerini, daha çok da ticaret ve sanayi odaları gibi oluşumları ifade eder. Ancak bu kavram İtalyan komünist hareketinin önderlerinden ve Avrupa Solu’nun önde gelen teorisyenlerinden Antonio Gramsci tarafından geliştirildi ve büyük ölçüde farklılaştı. Gramsci, sivil toplumu esas olarak siyasi toplumun dışında kalan, sınıfsal olarak bujuvaziden görece özerk bir yapıya sahip olan ve fakat sermaye egemenliğinin yeniden üretildiği bir alan ve bu alandaki bütün örgüt, kurum, entellektüel ortam, hareket ve oluşumların toplamı olarak görür. Gramsci’de bu kavram “hegemonya” ve “toplumsal rıza/onay” kavramlarıyla birlikte anlam kazanır. Gramsci’deki sivil toplum teorisi esas itibarıyla marksizm içi bir yorum olarak kalma çabasındadır. Buna göre sivil toplumun fethedilerek siyasi toplumun kuşatılması sonucu kurulacak ideolojik, entellektüel ve örgütsel hegemonya sonucu toplumsal devrimin bütün ön şartlarının gerçekleştirileceğini varsayar.
Bir dönem (1980’li yıllarda) sol’da çok revaçta olan bu kavramı günümüzde liberallerin ve post-modernistlerin devraldığı ve içini yeniden doldurduğu gözleniyor. Tarihi, toplumsal gelişmeyi ve siyasal dönüşümleri sınıf mücadelesi yerine devlet-sivil toplum çatışması ya da merkez çevre çelişkisi üzerinden açıklamaya çalışan yeni burjuva sosyolojisinin, bu kavramı da zimmetine geçirdiği anlaşılıyor. Bu kavramın böyle kolayca mülkiyet değiştirmesi, sanırım kendisinin de bu duruma elverişli olmasından kaynaklanıyor. Öyle ki, uzunca süre liberallerin mülkiyetinde olan bu kavram, son günlerde İslamcıların ve her türden gericiliğin silahına dönüşmüş durumda.
Şimdi gelelim, son günlerin popüler grubu şu “Genç Siviller” denilen çevreye…
Hemen belirtmeliyim ki, AKP’nin ve cemaatin devleti ele geçirme ve rejim dönştürme operasyonunun ortaya çıkardığı ilginç oluşumlardan biri de bu “Genç Siviller” isimli gruptur. Hani amblem olarak “Converse” marka bez spor ayakkabıyı seçen bir grup var ya, onlar… Spor ayakkabı “genç, sivil ve özgür” olmayı simgeliyormuş.
Her devrin o döneme damgasını vuran kıyafetleri, hakim simgeleri, sembolleri vardır. Örneğin 60’lı ve 70’li yıllarda, eğer ayakkabı söz konusu ise, bu simge gençler, özellikle öğrenci gençler için “postal”, palto/kaban söz konusu olduğu zaman da haki renkli “parka” idi. Tahmin edilebileceği gibi her iki giyecek de askeri kıyafetlerinin biraz bozulmuş şekli idi ve o dönemin içinden bakıldığında esas olarak sisteme karşı başkaldırı, mücadele ve savaşım gibi çağrışımlara sahipti. Dahası sapına kadar “sivil” kıyafetlerdi. Cem Karaca’nın, 70’li yıllarda parkalı bir devrimci gencin faşistler tarafından vuruluşunu anlattığı o şahane şarkısı “Parka” hala dinleniyor mu bilmiyorum ama, bu kıyafetler o günlerde devrimci olmanın, kurulu düzene isyan etmenin, dikkatörlükle savaşmanın ve özgürlükçü olmanın simgesiydi. Günümüz liberallerinin gözü ve yargılarıyla bu olguya bakınca, sırf Converse giymedikleri, dahası postal ve parka giydikleri için 60 ve 70’li yıllarda kurulu düzene karşı bu topraklardaki en şiddetli başkaldırıyı gerçekleştirmiş, bu uğurda binlerce (evet binlerce) arkadaşını kaybetmiş, yüz birlercesi hapis yatmış, işkencelerden geçmiş kuşağını, militarist, darbeci, asker yanlısı vs. olarak suçlamak mı gerekiyor?
Evet birileri tam da böyle yapıyor ve öyle anlaşılıyor ki bu günlerde artık “Converse” moda! Antır parantez belirteyim, Converse marka ayakkabı giyenleri suçluyor değilim. Bu marka sadece bir ayakkabı olarak görüldüğü ve giyildiği sürece benim için çok fazla bir sorun yok. Ancak bunu bir politik grubun sembolü haline getirdiğiniz zaman, orada biraz durmak gerekiyor. Çünkü Converse bugünün dünyasında uluslararası bir giyim markasını, dolayısıyla kapitalizmi, tüketim toplumunu ve marka fetişizmini simgelemesi bakımından önem taşıyor. Tıpkı Coca Cola gibi…
Kendilerine Genç Siviller diyen bu grup, son olarak İstanbul Barosu’nun çağrısıyla biraraya gelen tam 46 Baroya üye avukat ve hukukçuların 17 Kasım 2009 günü Taksim’de gerçekleştirdiği yürüyüşe karşı yine züppece bir eylem yaptı. Meydana bakan pahalı bir otelde kiraladıkları odanın penceresinden “Darbeci Baro Taksim’e hoş geldin” yazılı bir pankart astılar. (Benzer bir eylemi herhalde sola hoş görünmek için olsa gerek 1 Mayıs’ta da yapmışlardı.) Bu pankarta göre, Baro darbeci, kendileri de özgürlükçü oluyor!
Oysa Baro, kanunsuz telefon ve ortam dinlemelerini, iktidarın yargı bağımsızlığını yok etmeye yönelik uygulamalarını, burjuva parlamenter demokrasilerin olmazsa olmazı durumundaki güçler ayrılığı ilkesini tasfiye girişimlerini protesto ediyor ve buna karşı kişi haklarını, demokratik hak ve özgürlükleri savunan bir bildiri yayımlıyordu. Kendilerine Genç Siviller diyen bu grup, telekulak skandallarına, yargı bağımsızlığının hoyratça ihlal edilmesine, demokratik hak ve özgürlüklerin tasfiye girişimlerine ise hiç sesini çıkarmıyordu. Ama onlar demokrat, Baro ise darbeci oluyordu… Yani hem iktidar yanlısı olacaksın hem cemaat operasyonlarında rol alacaksın hem de “sivil” ve “demokrat” olacaksın! Hadi ya!
Bugün büyük bir bilgi kirliliği ve haber bozumu (dezenfermasyon) ortamında yaşıyoruz. Örneğin Türkiye bugün tarihinde hiç olmadığı kadar bir darbe ortamının uzağında bulunuyor. Yani içinde bulunduğumuz tarihsel kesitte aktüel bir askeri darbe tehlikesi, dahası olasılığı bile yok. Ama, öyle bir hava yaratılıyor ve yandaş/besleme medya tarafından bu hava öyle bir yoğunlukla işleniyor ki, sanki yakın bir darbe tehdidi var da birileri buna karşı demokrasi mücadelesi veriyor. Bu büyük bir yalandır ve siviller tarafından yönetilen, Polis Teşkilatı’nın silahlı gücünü oluşturduğu asıl darbeyi, Amerikancı ılımlı İslam darbesini gizleme, dahası toplumun ilerici güçlerini bu sürece yedekleme amacını taşımaktadır.
Lafı daha fazla uzatmadan saptamak gerekiyor Genç Siviller denilen bu oluşum, Cemaat ve AKP güdümlüdür. Dahası, ılımlı islam darbesinin kamuoyu yapıcı örgütlerinden ve operasyon güçlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. Kendileri değil, kamuoyuna verdikleri görüntü önemlidir. (Bu grubun lideri, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından geçen yıl Çankaya’daki Cumhuriyet resepsiyonuna belirsiz bir sıfatla davet edilmiş, kendileri de Converse marka ayakkabılarıyla bu davete icabet etmiştir.)
Onlara en uygun sıfat herhalde “Genç Sivil Gericiler” hatta kavramı biraz zorlarsak “Genç Sivil Faşistler” olmalıdır. Baro’nun hangi taleplerle sokağa çıktığı bilinmesine karşın, liberal bir şımarıklık, ahlaksızlık ve küstahlıkla onlara “darbeci” demeleri şu anlama gelmektedir: Biz telefonların dinlenmesine, yargıçların takip edilmesine, muhaliflerin baskı altına alınmasına, yargı bağımsızlığının ihlal edilmesine, hukuksuz tutuklamalara, kişi hak ve özgürlüklerinin çiğnenmesine karşı değiliz. Çünkü bunlar darbeyi önlemek ve demokrasi için yapılmaktadır.
Bu palavraya artık bir son vermek gerekiyor. Çünkü tam da burada bir kavram olarak “demokrasi”, islamofaşist bir düzenin kurulması için bir araç haline getirilmektedir.
Sonuç olarak Genç Siviller’in, tıpkı Taraf gazetesi gibi, ABD emperyalizminin desteğiyle ülkede yürütülen ılımlı İslam darbesinin bir aracı olarak tasarlandığı ve oluşturulduğu söylenebilir. Kentin merkezinden gelen, sözüm ona “iyi eğitimli”, beyaz yakalı ve orta sınıf ailelerin çocuklarından oluşan, günün moda eğilimlerini benimsemiş görünen bu grup, ilk bakışta İslamcı hatta muhafazakar bir profil de vermiyor. Bu bileşim ve görüntünün özellikle tasarlandığı açık. Tıpkı Taraf gazetesinin dine ve muhafazakar değerlere uzak bir çevreye ve kimi eski solculara çıkarttırılması gibi. Böylece hem söyledikleri söze daha çok kulak ve değer verilmesini sağlamak istedikleri hem de “çok kullanışlı” bir araç oluşturmayı amaçladıkları anlaşılıyor.
Dolayısıyla, kendilerine “Genç Siviller” diyen bu grup öncelikle derin bir ahlaksızlıkla malüldür. Çünkü, polisin insan haklarına ve hukuka aykırı telefon/ortam dinleme operasyonlarına ve iktidarın yargıya yönelik müdahalelerine karşı gösteri yapan hukukçulara “darbeci” demek, ancak ahlaksız, iki yüzlü ve hatta “görevli” olmakla mümkündür. Bu eylem, son yıllarda bütün kavramları ters yüz etme, içini boşaltma ve örneğin çok özgürlükçü gerekçelerle asıl darbeyi gizleme diye tarif edebileceğimiz bir tutumun parçasıdır.