Ülkede büyük bir sahtekarlık hüküm sürüyor. Çürüme, siyasi ahlaksızlık, iki yüzlülük, yalancılık adeta kol geziyor. Bu duruma büyük bir akıl tutulması eşlik ediyor. Ülkede yaşanan süreç, bütün göstergeleri ve fiilleriyle yeni tipte bir darbeye, polis devletine ve gericileşmeye işaret ederken, yaşananlar büyük bir utanmazlıkla “demokratikleşme” ve “darbecilerden hesap sormak” şeklinde sunuluyor. Olmayan bir darbenin davası görülürken, gerçekleşen darbelerin hesabının sorulması ise neredeyse hiç gündeme gelmiyor.
Savcılık yaptığı sürede JİTEM hakkında dava açan, faili meçhul cinayetleri soruşturan ve son olarak İsmailağa Tarikatı ve Fethullah Gülen Cemaati hakkında soruşturma yürüten Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner, “Ergenekon Terör Örgütü” üyesi olmak suçlamasıyla tutuklanıyor ve Türkiye’nin liberallerinden çıt çıkmıyor. Darbelere karşı mücadele ettiklerini söyleyenler, ABD’nin desteğiyle yürütülen yeni tipte darbenin kirli birer aracı haline geliyor.
Tekel işçilerinin yürüttüğü ve bütün İslamcı ve liberal ezberi bozan direnişe bile saldıracak kadar küstahlaşabiliyorlar. Tekel işçilerini, “dünyanın en kolay muhalefetini yürütmekle” yani “AKP’ye karşı mücadele edip askeri vesayet rejimine hizmet” etmekle suçluyorlar. Onları özelleştirmelere karşı mücadele ettikleri için “gerici” ilan ediyorlar.
Sicilli darbeciler, katiller, kontrgerilla mensupları, özel harpçiler ve onların operasyon ve sokak güçleri olan İslamcı faşistler ise demokrasi cephesini oluşturuyor. Bazı eski ve yeni solcu arkadaşlarımız onlarla kol kola demokrasi yürüyüşleri bile yapıyorlar!
Gerici ve faşist darbelere karşı hayatları boyunca direnenler, emperyalizme ve faşizme karşı mücadele edenler ise darbeci, olmadı, askeri vesayetçi ilan ediliyorlar.
Ahlaksızlık öyle bir boyuta ulaşmış durumda ki, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini açıkça ve hiçbir yorumu gerektirmeyecek şekilde destekleyen, askeri faşist diktatörlüklerle “mutabakat içinde olduğunu” ilan eden, bu konuda gazetesinde düzinelerce yazı yazan ve bu yazıları basit bir arşiv taraması ile bulunabilecek Nazlı Ilıcak gibi isimler bile bugün en büyük demokrat olarak kanal kanal geziyor.
ABD’nin Irak’ı işgaline destek veren, Türkiye’nin dış borçlarını çevirebilmesi için ABD ile birlikte savaşa girmesi gerektiğini savunan Hasan Cemal, önüne geleni “postal yalamakla” suçlayabiliyor.
ABD’nin Ortadoğu’da Radikal İslam’ı ezerek demokratikleşmenin önünü açacağını, Vahabiliği tasfiye ederek laiklikle uyumlu Ilımlı İslam’ı güçlendireceğini ve bu nedenle Türkiye’nin ABD’nin yanında Irak’ta savaşa girmesini köşe yazılarında açıkça savunan ve bütün bu yazdıkları gazete arşivlerinde duran Mehmet Altan bizim yeni rol modelimiz oluyor.
Sızıntı dergisinde 12 Eylül diktatörlüğüne övgüler düzen, “Mehmetçiğe minnetlerini” sunan Fethullah Gülen, İslam’ın ılımlı ve demokratik yüzü diye sunuluyor.
Nerede bir darbe, Ergenekon ya da askeri vesayet tartışması varsa Nazlı Ilıcak, Hasan Cemal, Mehmet Altan orada boy gösteriyor. Taha Akyol gibi tescilli faşistler bize demokrasi dersleri veriyor. Maraş katliamını bile savunmuş olanlar bugün “açılım” siyasetlerinin akıncı beyleri rolünü üstleniyor. Utanmadan, sıkılmadan…
Türkiye’de karşı devrim sürecinin en önemli kilometre taşını oluşturan 1950 Demokrat Parti iktidarından başlamak üzere tarih yeniden yazılmaya çalışılıyor. Yeni bir resmi ideoloji inşaa edilmek isteniyor. Bu yeni tarih kurgusunun ilk taslakları da iddianamelerde yer alıyor.
Son 60 yıldır bu ülkede bırakın sol bir iktidarı, Kemalist bir hükümetin bile kesintisiz üç yıl yaşamadığı açık bir gerçek olduğu halde, Türk sağının ve İslamcıların yönetilen, mazlum ve mağdur ilan edildiği bu yeni tarih kurgusu ile ülke ve toplum yeniden şekillendirilmek isteniyor.
Sağcı, islamcı ve faşist partilerin 60 yıl boyunca bu ülkeyi yönettikleri, bu süre boyunca TSK ile son derece uyumlu çalıştıkları ve bütün bu tarih boyunca sola karşı vahşi bir saldırı ve tasfiye harekatı yürüttükleri gerçeği unutturulmaya çalışılıyor.
Kemalistler uzun süredir iktidardan adım adım tasfiye ediliyor. Sol Kemalistler tam 40 yıl önce, 12 Mart 1971’de neredeyse bütünüyle devletten kazındıkları halde, bir yönetici “seçkinler” edebiyatı oluşturuluyor. Artık ihtiyaç duyulmayan “Sağ Kemalistler” de tasfiye ediliyor. Diğer taraftan bütün bu tarih boyunca DP-AP-Milliyetçi Cephe-12 Eylül-ANAP-DYP-AKP çizgisindeki sağ, muhafazakar ve islamcı hükümetlerin ülkeye, halka ve insanlığa karşı işledikleri suçlar ise örtbas ediliyor. Bize hayatlarımıza dair yeni bir hikaye anlatılıyor.
AKP Maraş Milletvekili Avni Doğan utanmadan, “Onlar bizi 40 yıldır fişledi, şimdi de biz onları fişliyoruz” diyor ve bu sözler ciddi hiçbir tepki görmüyor. Örneğin bu sözler bazı solcuları hiç rahatsız etmiyor. Oysa biliyoruz ki, bu ülkede islamcılar 50 yıllık Soğuk Savaş döneminde her emperyalist operasyonda rol aldılar, faşist diktatörlüklerin kitle tabanını ve kadro kaynağını oluşturdular. Operasyonlarında yer aldılar. Bütün askeri darbeleri desteklediler.
Bu ülkenin 85 yıllık yakın tarihinde fişlenenler de, baskı ve işkence görenler de, zindanlara atılanlar da hep solcular oldu. Sahi, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra hapishanelerde kayda değer sayıda hiç İslamcı gören oldu mu? Ya 28 Şubat’ta kaç İslamcı tutuklandı?
İşte bu yeni tarih kurgusu sürekli tekrar edilerek genel bir kabule dönüştürülmek isteniyor. Öyle ki, 12 Eylül diktatörlüğünün başbakan yardımcısı, darbeyi hazırlayan 24 Ocak neo-liberal ekonomik politikalarının mimarı, cuntaya dahil edilen üç “sivil” den biri olduğu darbeciler tarafından ifşa edilen bir Turgut Özal bile bu ülkenin yakın tarihindeki en büyük demokratlarından biri sayılıyor. Bu duruma yine sosyalistler dışında kimselerden pek bir itiraz gelmiyor.
Bunun adı çürüme oluyor. Ve çürüme ne kadar yayılırsa, ona karşı direniş ve nefs-i müdafa refleksi de o ölçüde şiddetleniyor. Türkiye entelektüelleri büyük bir ihanetin içinden geçiyor. Tarihe, insanlığa, halka, ülkeye ve kendi hayatlarına karşı bir ihanet…
İhanet ve alçaklık ne kadar derinleşirse, ona karşı isyan da o ölçüde büyüyor.
Soğuk Savaş sonrasında egemen sınıflar bloku içinde ortaya çıkan yön ve program farklılaşması ve bu farklılaşmanın bir sonucu olarak sistemin iki fraksiyonu arasında cereyan eden iktidar mücadelesinde önemli bir tarihsel dönemeç geçilmiş görünüyor. Artık ortada güçleri birbirine denk ya da yakın olan iki kuvvet arasında bir mücadele yok. AKP-Cemaat koalisyonu bütün iktidarı eline geçirmiş durumda. TSK’nın ise bir programı ve hedefi bulunmuyor.
Aydınlanma ve 150 yıllık modernleşme sürecinin bütün kazanımları adım adım tasfiye ediliyor. Bu tasfiye operasyonu solu da içine alarak genişleme eğilimi taşıyor.
Türk burjuvazisi ve onun organik aydınları kendi devrimine ve geleneklerine ihanet ediyor. İnsanlığın ilerici birikimini ve cumhuriyetin kazanımlarını savunacak tek güç olarak ortada sol ve işçi sınıfı, çalışanlar kalıyor.
Bugün Tekel işçileriyle dayanışma içinde olanlar, fiilen bu direnişi destekleyen ve onu ileriye taşımaya çalışanlar, ağırlıklı olarak bu “demokratikleşme” palavrasına pirim vermeyen sosyalist grup, çevre ve kişilerdir. Bu bir tesadüf değildir. Devrimci sosyalistler Tekel işçileriyle birlikte sermayeye, onun iktidarına, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele etmektedirler. Liberaller ve sol liberaller ise işbirlikçi AKP ve İslamcı Cemaat ile birlikte, artık bir balona dönüşmüş “askeri vesayete” karşı savaşmaktadırlar.