ABC Politik

Merdan Yanardağ
5 Mart 2010
Email :

Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ arasında 25 Şubat 2010 tarihinde yapılan toplantı, AKP’nin hükümet olmasıyla başlayan ve Ergenekon operasyonu ile zirvede oluşan düzenin dönüştürülmesi sürecinde yeni bir aşamaya işaret ediyor.

Çatışma ve mücadelenin yer yer devam etmesine karşın, artık bir dönemin kapandığı anlaşılıyor. İlker Başbuğ’un Çankaya Köşkü’ne çıkmasının ardından TSK’nın elinde tutmaya çalıştığı mevzilerden geri çekilmeye başladığı ve bir çözülmenin yaşandığı gözleniyor. Komuta kademesinin yeni ve daha geri bir mevziide uzlaşma aradığı ortaya çıkıyor.

Zirvenin ardından yaşanan ve aşağıda ayrıntılarına değineceğim bir dizi gelişme, İlker Başbuğ’un TSK komuta kademesi adına Çankaya’da bir “teslimiyet” anlaşması yaptığını gösteriyor. Bu uzlaşma teklifinin, AKP iktidarı tarafından da geri çevrilmediği anlaşılıyor.

ABD desteğiyle gerçekleştirilen yeni tipte darbenin siyasal ve hukuki hedeflerine büyük ölçüde ulaşmaya başladığı muhafazakar/İslami sermayeye, polis gücüne ve dinsel kurumlara dayalı bir düzenin, kimilerince “İkinci Cumhuriyet” diye de kodlanan “Ilımlı İslam” rejiminin -ki buna düşük yoğunluklu İslamo-faşist bir rejim de diyebiliriz- inşa edilme sürecinde önemli bir dönemecin geçildiği gözleniyor.

AKP iktidarı, TSK ile çeşitli dönemeçlerde sağladığı mutabakatları sürekli ihlal edip bozarak askerleri tam teslimiyete zorlama stratejisinde başarılı oluyor. TSK, kötü sicili nedeniyle yeterli kamuoyu (özellikle aydınların) desteği alamıyor. Bir NATO ordusu olan ve Amerikancı terbiye sürecinden geçen TSK’nın neo-liberal politikalara karşı çıkmayan komuta kademesinin, “Birinci Cumhuriyet”e belli bir sadakat duysa bile bu sürece daha fazla direnemeyeceğini bilmek gerekiyor.

Ülkenin seçim atmosferine girmeye başladığı şu günlerde, AKP, 8 yıllık iktidar döneminde kat ettiği mesafeyi idari ve hukuksal olarak garantiye almak için acele ediyor. Yeni anayasa yapılması ve yargı reformu girişimi, geri dönüş eşiğini aşma çabasının somut adımlarını ve bir tür operasyon finalini oluşturuyor.

Türkiye’nin geleneksel iktidar bloku bileşenlerinin yeniden oluştuğu, egemen sınıfların iç ilişkisi ve kuvvetler dizilişinde yeni bir konbinasyon şekillendiği gözleniyor. Yeni bir oligarşi oluşuyor.

Soğuk Savaş döneminde ABD ve Batı’nın Türkiye’deki en önemli dayanaklarından biri olan TSK’nın sistem içindeki yeri yeniden tayin ediliyor. Dünyada ve bölgede Türkiye’ye biçilen yeni role uygun olarak, TSK’nın da sistem içindeki yeni konumuna büyük ölçüde razı edildiği anlaşılıyor. TSK komuta kademesi, şimdi “aşağıyı” ikna etmeye çalışıyor.

İktidardan ve servetten daha çok pay talep eden İslami/muhafazakar sermaye ile ABD emperyalizminin hedefleri örtüşüyor. Bu örtüşme rejimin en güçlü dönüşüm dinamiğini oluşturuyor. Cumhuriyetin başlangıç ilkeleri ve Türk modernleşmesinin varsayımlarında bir kırılma yaşaıyor. Batıcı-laik burjuvazinin de yeni oluşan iktidar blokunun yapısı konusunda uzlaştığı, belli rezervlerle yeni düzene “evet” dediği izleniyor.

ORDUNUN BİR KANADI, BU ARADA ALEVİLER TASFİYE EDİLİYOR

Şimdi, Çankaya zirvesinden sonra yaşanan ve yukarıda yapılan analizi destekleyecek bir dizi gelişmeyi maddeler halinde sıralamakta yarar var:

1-Vurgulamak için tekrar edersek Çankaya zirvesi, TSK komuta kademesi ile AKP arasında yeni bir anlaşmanın sağlandığını gösteriyor.

2-İlker Başbuğ’un temsil ettiği TSK komuta kademesinin Çankaya zirvesinde aldığı bazı garantiler karşılığında AKP iktidarına, deyim uygunsa “teslim” olduğu gözleniyor. Öyle ki, zirveden bir gün sonra yeni bir operasyon yapılıyor ve 17’si muvazzaf 18 subay daha gözaltına alınıyor.

3-Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Özden Örnek, Hava Kuvvetleri eski Komutanı İbrahim Fırtına ve Genelkurmay eski İkinci Başkanı Ergin Saygun’un serbest bırakılması karşılığında, aralarında generallerin de olduğu diğer subayların feda edildiği ortaya çıkıyor. Altısı general toplam 37 görevdeki (muvazzaf) subay tutuklanıyor. Tutuklananlar arasında Birinci Ordu eski Komutanı Orgeneral Çetin Doğan ile bazı korgeneral ve tümgeneraller de bulunuyor. Ordunun bir kanadı tasfiye ediliyor.

4-İlk kez görevdeki bir ordu komutanı hakkında dava açılıyor ve yeni Ergenekon davasının bir numaralı sanığı yapılıyor. Erzincan’da konuşlanan Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk, islamcı medya tarafından Alevi köylerini dolaşmakla ve kışkırtıcılıkla suçlanıyor. İslami cemaatler hakkında soruşturma açtığı için tutuklanan Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in de Alevi olduğu ortaya çıkıyor.

5-Bu arada 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararların yıl dönümü nedeniyle yapılan kimi yorum ve televizyon programlarında söz konusu müdahalenin Alevi subayların işi olduğu şeklindeki iddia ortaya atılıyor. Böylece hem TSK’da hem de Yüksek Yargı’da, İslamcılarla “genetik olarak” uzlaşması mümkün görülmeyen Alevi kökenli kadroların tasfiyesine devam edileceği anlaşılıyor.

6-Çankaya zirvesinden hemen sonra Genelkurmay Başkanlığı, sürpriz bir şekilde, altında Dz. Kurmay Albay Dursun Çiçek’in imzasının olduğu iddia edilen “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın gerçek olabileceğine ilişkin bazı kanıtların bulunduğunu açıklıyor. Dahası, Albay Dursun Çiçek tutuklanma istemiyle askeri mahkemeye sevk ediliyor. Mahkeme tutuksuz yargılanmasına karar veriyor. Daha önce belgenin sahte ve “bir kağıt parçasından ibaret” olduğunu açıklayan İlker Başbuğ, bazı silah arkadaşlarını iktidarın önüne atıyor.

7-CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, geçen salı günü (2 Mart 2010) partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, “Hepimizin tanıdığı var, tanımadığı var. Benim tanıdığım yakasını kurtarırsa bu davaya ilgimi kaybetme hakkına sahip miyim? Falan filan kişileri kurtardık, gerisinin ne hali varsa görsün diyebilir miyiz?” diye sorarken, Çankaya zirvesinde sağlanan yeni uzlaşmaya ve bu uzlaşmanın ardından derinleşme eğilimi gösteren tasfiyeye işaret ediyor.

8-Zaten sınırlı olan yargı bağımsızlığını tümüyle yok edecek, dahası yargı erkini yürütmenin denetimi ve yönetimine sokacak “yargı reformu” düzenlemesinin hızla Meclis’ten geçirilmek istenmesi yeni düzenin yasal ve hukuki çerçevesini/kaynağını oluşturacak yeni bir Anayasa hazırlanması girişiminin birden bire tekrar gündeme taşınması ve bütün bu dönüşüm sürecine toplumdan tazelenmiş bir ideolojik onay alınması için referandum hazırlıklarının hızlandırılması da neredeyse Çankaya zirvesi ile eş zamanlı bir gelişme olarak yaşanıyor.

Ancak

Liberal ve islamcı yazıcılar tarafından sürekli tekrarlanarak bir kabule dönüştürülmeye çalışılan “Cumhuriyetçi elit” ya da “seçkinler” edebiyatının gerçeği yansıtmadığını da saptamak artık bir zorunluluk oluyor.

Cumhuriyet ve Türk modernleşmesinin ciddi bir toplumsal taban oluşturduğu, üstelik bu tabanın yaygın, köklü ve kararlı olduğu gözleniyor. Toplam nüfusa oranı yüzde 30-40 civarında olan bu kesimin etkisi ve gücünün, nüfusundan daha yüksek olduğu biliniyor. Üstelik bu toplumsal kesimin, yoksullar ve çalışanlarla buluşması halinde güçlü bir direnişi gerçekleştirebileceğini de unutmamak gerekiyor.

Liberal ve İslamcı yazıcıların, dindar, sağcı ve muhafazakar kitleleri “millet” sayarken, böylesine geniş bir toplumsal kesimi “elit” ya da aynı anlama gelmek üzere “seçkinler” diye niteleyerek onların “küçük bir azınlık” olduğunu ima etmesi, komik olmanın ötesinde, tasarlanmış bir ideolojik çarpıtma ve bilinç kırılması yaratmak anlamına geliyor.

DİNDARLARA BASKI VE ZULÜM EFSANESİ

Cumhuriyetçi elit” söylemine, “baskı ve zulüm gören dindarlar” edebiyatı eşlik etmektedir. Sahte bir edebiyattır bu. Örneğin, Nuray Mert’in yeni konumunu izah etmek için geçmişte dindarların uğradığı baskıları nasıl gözlemlediğini ve bu nedenle onlara destek olduğunu söylemesi, İslamcılığın yükseldiği dönemin moda tavırlarından biri olmanın dışında anlam taşımamaktadır. Çünkü gerçek durumu yansıtmamaktadır.

Bu ülkede ne zaman, hangi dindar kişi ya da kesim inançlarından dolayı baskı görmüştür? Biri bunu demagoji yapmadan açıklamalıdır. Bu iddia büyük bir palavradan ibarettir.

Bu ülkede Sünni Hanefi inancına sahip dindarlar hiçbir zaman ciddi bir baskı görmemiştir. Baskı gördükleri söylenenler ise, özerk politik iddiaları olan dar bir kesimdir. Bu topraklarda her zaman gerçek anlamıyla baskı ve zulme uğrayanlar solcular/sosyalistler, Aleviler ve Kürtler olmuştur.

İslamcılar bu ülkedeki bütün askeri darbeleri desteklemiştir. Bütün askeri darbeciler de İslamcıları desteklemiş ve büyütmüştür.

Örneğin, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri sırasında (göstermelik ve sınırlı bazı uygulamalar dışında) baskı ve zarar gören bir İslamcı gösterilebilir mi? Tam tersine bu darbelerden sonra İslamcılar, solun önünü kesmek için sürekli olarak beslenmedi mi?

Şaşırmamak mümkün değil İslamcıların küresel ölçekte ve bu arada Türkiye’de de ABD’nin “Yeşil Kuşak” politikasının malzemesi olduğu, 19 Şubat 1969 tarihindeki “Kanlı Pazar” katliamında olduğu gibi bir dizi kontrgerilla operasyonuna gönüllü olarak katıldıkları ve kullanıldıkları ne çabuk unutuldu. Bu dindarların camilerden çıkarak, ABD emperyalizmini protesto eden devrimci gençliğe saldırdıkları nasıl da kayıtlardan silindi? Kanlı bir iç savaşın başladığı 1975-1978 yıllarında faşist Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinde İslamcıların iktidar ortağı oldukları (Milli Selamet Partisi aracılığıyla) nasıl da hafızalardan silindi?

Bu ülkede oruç tutanlar ve namaz kılanlar değil, tam tersine oruç tutmayanlar, farklı inançlara ve felsefi tutumlara sahip olanlar baskı gördü. Bu nedenle cinayetler işlendi. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta katliamlar düzenlendi. Bu devlet bütün bir Soğuk Savaş boyunca İslam’ı ve İslamcıları değil, solu, Alevileri ve Kürtleri milli tehdit olarak gördü.

Olan sadece şudur 28 Şubat’tan sonra genel olarak devlet, özel olarak da TSK, diğer NATO ülkelerinden farklı olarak (Kürt savaşı nedeniyle) gecikmeli şekilde Soğuk Savaş dönemini kapatmaya çalıştı. Bu nedenle İslamcılar ile devletin güvenlik aygıtları arasındaki yasak ve ahlaksız ilişki sonlandırılmak istendi. İşte 28 Şubat denilen hikaye bundan ibarettir. İslamcıların bu simbiyotik ilişkinin bitirilmek istenmesine gösterdikleri tepkiyi, baskı ve mağduriyet diye sunmak büyük bir sahtekarlıktan başka bir şey değildir.

Çatışmanın nedeni ise, ne demokrasi ne de özgürlüklerdir, İslamcıların bütün iktidarı istemesidir. Bu nedenle, 28 Şubat’ın her yıl dönümünde zirve yapan bu “baskı ve mağduriyet” palavrasına artık bir son vermek boynumuzun borcudur.