ABC Politik

Merdan Yanardağ
21 Mayıs 2010
Email :

Zonguldak’ta taşeron bir firmanın işlettiği maden ocağı 30 işçiye mezar olunca, ilgili bakanların ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da bölgeye gitti ve burada insanın kanını donduran bir açıklama yaptı. Bu öyle bir konuşma ki, benzer bir olaydan sonra ne bu ülkede ne de dünyanın başka bir yerinde bir başbakan tarafından böylesine akıldışı ve Ortaçağ zihniyetini yansıtan bir değerlendirme yapılabileceğini sanmıyorum.

Erdoğan’ın konuşması aslında şaşırtıcı değil. Bu konuşma bir bakıma ülkedeki İslamcı siyasetin özünü, liberallerin göklere çıkardığı demokratikleşme sürecinin niteliğini, yeni rejimin ve iktidarın felsefi karakterini açık bir şekilde ortaya koyuyor. Zaten önemi de buradan geliyor.

Başbakan Erdoğan bölgeyi ziyareti sırasında işçiler ve yakınları tarafından protesto edilince öfkelenmiş ve şunları söylemiş:

“Tahriklere kapılmayın. Üzüntümüz büyük ama bu bölgenin insanı bu tür olaylara alışık. Bu mesleğin kaderinde bu var. Mesleğe girerlerken de bu tür şeyler olabileceğini bilerek giriyorlar.” (Bkz. 20 Mayıs 1010 tarihli gazeteler)
Evet, Erdoğan’ın sözleri tam olarak böyle. Yani iş kazalarında işçilerin ölmesinin nedeni, kader!
Oysa, Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun Karadon Müessese Müdürlüğü’ne ait olan ve hükümet tarafından özelleştirilen (taşeron bir firma tarafından işletilen) kömür ocağında, 17 Mayıs 2010 günü meydana gelen grizu patlamasının böylesine ağır bir sonuç yaratması, uzmanlar ve işçiler tarafından cinayet olarak nitelendiriliyor.
Türkiye, ölümle sonuçlanan maden ocağı kazalarında Avrupa’da ilk, dünyada ise üçüncü sırada bulunan bir ülke. Yapılan araştırmaların açıkça ortaya koyduğu başka bir gerçek daha var bu kazalar, özelleştirmeler arttıkça sistematik olarak yükseliyor. Özelleştirilen kamu işletmelerinde, maliyetleri yükselttiği gerekçesiyle firmalar tarafından gerekli önlemlerin alınmadığı, artık resmi raporlara da yansıyan bir olgu durumunda.

Zonguldak’ta meydana gelen son kazanın ortaya koyduğu tablo da aynı gerçeğe işaret ediyor. Örneğin, maden ocağını iş güvenliği bakımından denetlemekle sorumlu olan personel, ocağı işleten firmanın ücretli elemanları konumunda. Gerek madende çalışan işçiler, gerek sendika yöneticileri, gerekse uzmanlar gerekli güvenlik önlemlerinin firma tarafından alınmadığını ısrarla belirtiyorlar.

Ama ülkemizi demokratikleştiren, bu yolda açılımlar yapan ve saraylarda kahvaltılar veren Başbakanın koyduğu tanı kesin kader!

***

Gelgelelim bilim insanları, gerekli önlemlerin alınması halinde maden ocağı kazalarının yüzde 95 oranında azalacağını belirtiyorlar. Bu tespit, Zonguldak’ta meydana gelen olayın bir kaza değil, bir cinayet olduğunu ortaya koyan korkunç bir gerçeğe işaret ediyor. Ve fakat, bu ülkenin gözü dönmüş demokratlarından ya da gözü “demokratikleşme” efsanesinden başka şey görmeyen liberallerinden, daha da önemlisi liberalizmle lekelenmiş solcularından çıt çıkmıyor. Tıpkı her soydan islamcı, muhafazakar ve sermaye sözcüsünün yaptığı gibi.

Bu nedenle olsa gerek Nuray Mert, 20 Mayıs 2010 tarihli Radikal gazetesindeki köşesinden “Nerede bu solcular?” diye bağırıyor.

Belli ki Nuray Mert’in görüş alanı içindeki solcular tarihsel, toplumsal-sınıfsal sorumluluklarını ve taleplerini bir yana bırakmış, felsefeyi terk etmişler. Ancak, birileri onları hala solcu gibi görmeyi sürdürüyor. Dahası, onlar da kendilerini büyük ölçüde “solcu” olarak tanımlıyorlar.

Örneğin 12 Eylül darbesi yapıldığında derin bir “oh” çektiği anlaşılan Birikim dergisi ve Taraf gazetesi yazarlarından Ümit Kıvanç, kendisini solcu olarak gördüğü gibi Taraf gazetesini de solcu bir gazete diye ilan ediyor.

İşte entelektüel ortamı terörize eden bu liberal hegemonya nedeniyle toplumun ve tarihin vicdanı olması gereken solculardan, Nuray Mert’in beklediği bir şiddet ve ölçekte ses çıkamıyor. Değilse, bu ülkenin devrimcilkte ısrar eden sosyalistleri bütün bilinçleri ve yürekleriyle olmaları gereken yerde duruyor ve mücadele ediyorlar. Ancak, öyle anlaşılıyor ki, bu mücadeleyi Nuray Mert gibi kişilerin görebileceği bir ölçeğe taşımak, bunun için de öncelikle söz konusu alandaki liberal-gerici hegemonyayı kırmak gerekiyor.

Zonguldak’ta meydana gelen korkunç iş cinayeti konusunda bir kısım solcudan -ki bunları artık eski solcu diye nitelendirmek gerekiyor- neden etkili bir ses çıkmadığını anlaması için Nuray Mert’e yardımcı olmak gerekiyor. Böyle bir yardım kapsamında Nuray Mert’e önereceğim ilk şey, Ahmet Altan’ın Tekel işçileri için yazdığı ve 2 Ocak 2010 tarihli Taraf gazetesinde yaymlanan “Akıl ve duygu” başlıklı makalesini okuması olacaktır.

Çünkü, Ahmet Altan’ın bavullarla kapısına bırakılan darbe belgelerinden başını kaldırıp yazdığı ender makalelerden biri olan bu yazıdaki fikirlerinin, kendini hala solcu sanan ve öyle de yutturan önemli bir kesim tarafından paylaşıldığı bir ortamdan geçiyoruz.

***

İsterseniz şimdi gelin kısaca gözatalım şu sahte duyarlılıklar peygamberi, takunya yalayıcısı, büyük mütefekkir, kötü romancı ve sıkı demokrat Ahmet Altan’ın söz konusu yazısında ileri sürdüğü görüşlerine…

Zat-ı şahaneleri şöyle diyor:

“Globalleşen bir dünyada devletlerin ‘tekeller’ kurması ekonomi mantığına tümüyle aykırı. Bu ülkede devlet işletmeleri (…) ekonomi kurallarına aykırı bir biçimde yönetildi ve devlet zarar etti.” (Taraf gazetesi, 2 Ocak 2010)
Bundan büyük bir palavra olamaz. Böyle bir görüşü ileri sürebilmek için ya “zır cahil” ya da Ahmet Altan olmak gereklidir. Üretim araçlarının mülkiyet biçimi ile verimlilik ve kar etme olgusu arasında, bilimsel bakımdan pozitif bir ilişki yoktur.

Bırakalım bütün bu kuramsal saptamaları, yahu Tekel zarar ettiği için mi satıldı? Allah aşkına Telekom ve Tüpraş zarar ettiği için mi özelleştirildi? Hayır!

Bu yalanı nerenizden uyduruyorsunuz? Kim, hangi enayi zarar eden bir kuruluşu satın alır? Sizde akıl olmadığı belli de, sermayenin “ekonomik aklı” yok mu? Burjuvaziyi de kendiniz gibi salak mı zannediyorsunuz?

Ve devam ediyor Altan:

“Bizim devlet de diğer devletler gibi ekonomik alandan çekiliyor ve kendine ait kuruluşları özel sektöre devrediyor.” (a.g.y)

GERÇEKTEN Mİ?

Son küresel ekonomik kriz sırasında ABD’de devletleştirilen bankaları ve sigorta şirketlerini bir yana bırakalım, küçük bir araştırmayla ulaşabileceğimiz şu verileri ortaya koymak bile, liberal palavranın nasıl bir siyasal körlük yarattığını görmemize yardımcı olacaktır:

Bugün AB ülkelerinde kamu kesiminin ekonomideki ağırlıklarının ortalama oranı yaklaşık yüzde 50 düzeyindedir. Bu oran İskandinav ülkelerinde yüzde 55’e kadar çıkmakta, Almanya’da yüzde 51, Fransa’da ise yüzde 46 civarında bulunmaktadır. ABD’de her 13 kişiden biri devlete çalışmaktadır. Türkiye’de ise kamu kesiminin ekonomideki ağırlığı sadece yüzde 23 düzeyindedir.

Yani Türkiye’de devletin ekonomideki ağırlığının çok yüksek olduğu şeklindeki liberal-muhafazakar görüş, güneşin batıdan doğduğunu söylemek gibi büyük bir yalandan ibarettir.

***

Şimdi gelelim Altan’ın sağlı ve sollu liberaller tarafından örtük şekilde de olsa paylaşılan çarpıcı satırlarına:

“Bu ‘özelleştirme’ döneminde birçok işçi işsiz kalıyor. (…) Eğer devlet, ‘işsiz kalan’ işçilere para verecekse, bu para çalışanların parasından verilecek. Çalışanların paralarını alıp, bu paraları ‘çalışmayanlara’ ya da emeklerine artık ihtiyaç duyulmayanlara dağıtmak hak kavramına uygun mu?” (a.g.y)

Bu görüşleri bu açıklıkla ABD’deki Cumhuriyetçi muhafazakarların, neo-con’ların, örneğin G. W. Bush’un bile savunmasına imkan yokken, A. Altan’ın kendisini solcu sayması, dahası birilerinin onu hala solcu kabul etmesi anlaşılır gibi değil. Altan tıpkı R. Tayyip Erdoğan gibi düşünüyor işsizlik kaderdir! Devlet çalışanlardan para alıp “artık emeğine ihtiyaç duyulmayanlara” ödeyemez. Ona göre bu uygulama “eşitlik ve hakkaniyet” duygularına ve ilkelerine uygun değildir. Yani işsizliğin, yoksulluğun, evsizliğin, açlığın sorumlusu kapitalizm ya da genel olarak sömürü düzeni değildir. Asıl neden, kişilerin yeteneksizliğidir. O halde, kaybedenler, yeteneksizler, başarısızlar açlıktan gebermeyi de hak ederler! Bu durum bizi üzer ama yapacak pek bir şey yoktur!

AYNEN BÖYLE!

O halde neden bir toplumuz biz? Sahi neden?

Ahmet Altan’ın sosyal politikadan, sosyal haktan ve sosyal devletten haberi olmadığını düşünemeyeceğimize göre, geriye tek bir seçenek kalıyor bu büyük yazar, bu hisli demokrat içinde “sosyal” ve “devlet” geçen her şeyden nefret ediyor olmalı. Ya da yönettiği gazetede çalışan istihbarat elemanları ile sıkı ve derin bir iş ilişkisi kurmuş durumda…
Sosyal devlet ilkesini reddeden Ahmet Altan, bir faşistin bile savunamayacağı süzme bir liberal alçaklıkla yoksullar ve işsizlere tek bir seçenek bırakıyor hayırseverlere başvurun, dilencilik yapın ya da tarikatlara/cemaatlere girin. Devlet ise, polislik yapsın, silahlı kuvvetlerini beslesin, hapishanaler kursun… Özel mülkiyete dayalı toplumsal eşitsizlik düzenini korusun. Geriye başka bir şey kalmıyor çünkü…

Büyük düşünür Altan şöyle devam ediyor:

“Özel sektörde çalışanlar rekabetin kızgın olduğu bir alanda ve her türlü riski göze alarak çalışırken, ‘devlet çalışanlarının’ rekabetten ve riskten uzak bir çalışma hayatı sürdürmeleri eşitliğe ne kadar uygun?… Özel sektörde çalışanlar neden verdikleri vergilerle ‘devlette’ çalışanların hayat garantisi olsunlar? Bunlar, ‘ekonomik aklın’ bize söyledikleri.” (a.g.y)

Hangi ekonomik akıl? Kim söylüyor bunu? İnsan cehaletin bu kadarıa “pes” diyor gerçekten… İnanılır gibi değil! Böyle bir para kutsaması, bu raddede bir çek defteri tapınması görülmüş şey değil.

A. Altan herkesin güvencesiz çalışmasını, esnek çalışma düzeninin kurulmasını ve işsizliğin normal bir durum sayılmasını istiyor! Tıpkı egemen sermaye sınıfının istediği gibi. Üstelik Altan bunu Genelkurmay’a karşı “demokrasi” mücadelesi vermek gerekçesinin arkasına saklanarak yapıyor.

Oysa insan tam da bu düzene itiraz ettiği zaman “insan” oluyor. Ve biz biliyoruz ki, yedek işsizler ordusu yaratmak kapitalizmin bir yasasıdır, tam istihdam ise sosyalizmin. Altan’ın “ekonomik akıl” dediği şey kapitalizmden, piyasa ideolojisinden başka bir şey değil.

Acıklı olanı da şu bütün bunlar günümüzde birileri tarafından solculuk sanılıyor ve öyle sunuluyor. Belli ki, Nuray Mert de buna inanıyor.

Nuray Hanım… İşte A. Altan’ın bu görüşleri solculuk sanıldığı, öyle sunulduğu, dahası solculuk yapmak burjuva demokrasisi için mücadele etmekle sınırlandırıldığı için, Zonguldak’ta göçük altında 30 işçi kaldığı halde bu ülkenin solcularının önemli bir kesiminden ses çıkmıyor. Onlar kamu kesiminde çalışanları, özelleştirmelere karşı çıkanları ve bu bağlamda AKP hükümetine muhalefet edenleri statükonun temsilcisi, hatta Ergenekoncu sayıyorlar. Bazı solcuların sesleri o yüzden, yani ya liberal şirretlikten korktukları için ya da A. Altan gibilerine inandıkları için çıkmıyor ablası… Yoksa bakma sen onlar da iyi çocuklar!

Son olarak küçük bir hatırlatma yapmak iyi olacak tarihte (150 yıl önce) sol/sosyalist politikanın ortaya çıkışı burjuva demokrasisinin eleştirisi üzerinden gerçekleşmiştir. İnsanların kökenleri ne olursa olsun hukuk önünde eşit olma ilkesini getiren ve elbette bu yanıyla insanlığın ileriye doğru en büyük atılımlarından birini temsil eden burjuva devrimleri/demokrasileri karşısına sosyalistler toplumsal eşitlik ilkesini koymuş ve savunmuştur. Komünistler, toplum için demokrasi istemiştir. Kurulan ilk komünist partilerin isimlerinde bu nedenle “sosyal demokrat” sıfatı yer almıştır.

Çünkü ölçü budur ve gerisi palavradır!

Kaderini Tayyip Erdoğan’ın kaderiyle birleştirenleri tarih mahkum edecektir. Çünkü onların ellerine yoksulların kanı bulaşmıştır.