Neredeyse bütün televizyon kanallarında ve gazetelerde bir yas var 27 Mayıs 1960 “İhtilali”nin yıl dönümü adeta bir “milli matem” havasında anılıyor. Televizyonlarda programlar yapılıyor, siyah-beyaz görüntülerden hazırlanan klipler dönüyor sürekli ekranlarda, yazı dizileri hazırlanıyor gazete gazete. Sağlı sollu liberaller, her soydan gericiler, sağcılar ve faşistler büyük bir iştihayla konuşuyor, konuşuyor… Öyle anlaşılıyor ki, bu kesimler arasında tarihin yeniden yazımı için büyük bir mutabakat oluşmuş durumda.
Bu ülkede 27 Mayıs’ın böyle yaygın bir şekilde ve bu ölçüde saldırgan/hırçın bir üslupla mahkum edilmeye çalışıldığına tanık olmadım. Yine bu ülkede, halk düşmanı Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisinin ve gerici/karşı devrimci Demokrat Parti’nin (DP) böylesine yüceltildiğini ve “demokrasi kahramanı” haline getirildiğini de görmedim. Bu yıl sanki özel bir çaba var ve tek merkezden yönlendirilen kapsamlı bir kampanya yürütülüyor gibi. Çünkü bir dil birliği ve yorum ortaklaşması sağlanmış görünüyor.
Gerçi 12 Eylül 1980 darbesinden sonra “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” kaldırılarak, 1950’lerde başlayan karşı devrim sürecinde bir sapma olarak görülen 27 Mayıs, anayasasıyla birlikte tasfiye edilmişti. Turgut Özal da -ki darbenin bakanı ve başbakanıdır- 27 Mayıs’tan sonra idam edilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın naaşlarını askeri törenle İstanbul Topkapı’ya naklederek anıt mezarlar yaptırıp durumu tescil ettirmişti Türkiye’nin 12 Eylül darbesiyle sokulduğu yeni rotanın simgelerinden biri Menderes olacaktı.
Ancak öyle anlaşılıyor ki, AKP iktidarıyla başlayan ve Cumhuriyet’in kazanımlarının bütünüyle tasfiye edilmek istendiği yeni dönemde 12 Eylül rejiminin Menderes ve DP’ye “iade-i itibar” etmesi yetmemiş.
***
Bu ülkenin iyi ve namuslu insanlarının, çalışanların, işçilerin, aydınların, devrimcilerin, sosyalistlerin direniş iradesini ve özgüvenini yıkmak için uzun süredir sistematik bir kampanya yürütülüyor. Bu amaçla tarih yeniden kurgulanıyor. İslamcı, gerici ve liberal tezlerle yeni bir paradigma (değerler dizisi) oluşturulmak isteniyor.
Bu toprakların tarihinde iyi, güzel, ilerici ve devrimci hangi değer varsa ona saldırılıyor. Örneğin Kontrgerilla tartışmaları sırasında, bu örgütün tarihi İttihat ve Terakki Fırkası’na kadar götürülüyor. Oysa İttihat ve Terakki, bu topraklardaki (burjuva anlamda da olsa) ilk devrimci örgütlenmedir. Türkiye’de modernleşmenin öncüsü ve demokrasinin kurucusudur. Sol ya da sosyalist olmadığı açıktır ama, ilerici olduğu tartışmasızdır. Dolaysıyla tarihsel bağlamından koparılarak suçlanması saçma ve aptalcadır.
ABD’nin isteğiyle Seferberlik Tetkik Kurulu ismiyle 1954’de Kontrgerilla’yı bu ülkede kuran Demokrat Parti iktidarıdır. Kore’ye asker gönderip emperyalist işgal savaşına katılan, Türkiye’yi NATO’ya sokan, ABD emperyalizmine ülkeyi yarı bağımlı hale getiren, Köy Enstitülerini ve Halk Evlerini kapatan, Nazım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkaran, 1951 Tevkifatı başta olmak üzere sol’a ve sosyalistlere karşı sistematik şekilde baskı, işkence ve zulüm uygulayan, 5-7 Eylül ırkçı-faşist provokasyonunu düzenleyip İstanbul’da Rum ve Ermeni yurttaşlarımızın mallarını ve mülklerini yağmalatan ve ülkemizi terk etmelerine yol açan Bayar-Menderes diktasıdır.
Basına sansür uygulayan, grevli-toplu sözleşmeli sendikal hakları tanımayan, yargı bağımsızlığını ortadan kaldıran, Mecis’te kendi partisine mensup milletvekillerinden Tahkikat Komisyonu (Soruşturma Komisyonu) kurarak bu heyete mahkeme yetkisi veren DP iktidarıdır. Aydınları, gazetecileri, bilim insanlarını, devrimci gençleri hapseden “demokrasi kahramanı” Adnan Menderes hükümetidir.
Bu liste daha da uzatılabilir.
***
Gerçekte liberallerin sahip çıkması gereken bu topraklardaki ileriye doğru ilk büyük atılım 1908’de gerçekleştirilmiştir. İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği 22 Temmuz 1908 tarihi (liberaller şaşıracak ama) tam anlamıyla demokratik bir devrime işaret eder. 1908, bazı bakımlardan 1923’ten daha ileri sonuçlar yaratmış, cumhuriyet devrimini hazırlamıştır. Osmanlının devrimci anlamda ilk modernleşme hamlesidir. Padişahlık (mutlakiyet) sınırlanarak sembolik düzeye çekilmiş (meşruti monarşi), gerçek anlamda ilk meclis kurulmuş, çok partili düzene geçilmiş, serbest seçimler yapılmıştır. Dolayısıyla 1908 Türk demokrasisinin kuruluş yılı, İttihat ve Terakki Fırkası ise bu demokrasinin kurucusudur. 1908 Temmuz devriminden sonra laik eğitim kurumları oluşturulmuş, bu toprakların tarihinde ilk kez 1 Mayıs resmen “işçi bayramı” olarak kabul edilmiş (Cumhuriyet döneminde 1 Mayıs bahar bayramı idi), sendikaların kurulması sağlanmış, işçilere grev hakkı tanınmış, kültürel çoğulculuk esas alınmıştır.
Dahası sömürgeci sistem (milli iktisat politikaları ve kapitülasyonların kaldırılması gibi yollarla) yıkılmaya çalışılmıştır. Kimi tarihçiler ve siyaset bilimciler bu nedenle İttihatçıları, İngiliz emperyalizminin amansız düşmanları olarak nitelendirmektedir.
Lenin ve Troçki de 1908’i bir burjuva demokratik devrim olarak değerlendirmekte ve Jön Türkleri selamlamaktadır.
1908 Devrimi’nin sloganları “Özgürlük, Eşitlik, Adalet ve Kardeşlik” tir. Bu ilke ve sloganlar Fransız Devrimi ile aynıdır. Hatta “Adalet” ilkesi fazladır da. Nitekim, İttihatçılar, 1. Dünya Savaşı öncesinde gerilla mücadelesi ile Balkanlar’da kurdukları ‘Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ ile nasıl bir düzen oluşturmak istediklerinin de prototipini yaratmışlardır. 1912 Balkan Savaşı’nda kaybedilen Rumeli topraklarında Türk ve Müslüman nüfusun yoğun olduğu bölgelerin fiilen geri alınmasıyla kurulan ve kısa süre yaşayan bu devlet, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir ön modelidir. (1. Dünya Savaşı başlayınca, İttihatçılar Bulgaristan’ın müttefik olması üzerine Almanların isteğiyle bu topraklardan çekilmiş ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti tasfiye edilmişti.)
1908 Devrimi’nden hemen sonra İttihatçılar’ın Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk genel seçimleri gerçekleştirdiğini ve ezici bir çoğunlukla iktidara geldiklerini burada hatırlatmak gereklidir. Yani olup bitenler sanıldığı ve iddia edildiği gibi bir “saray darbesi” değildi. Tam tersine bu hareket, 5 milyon kilometre karelik Osmanlı ülkesinde büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Örneğin, İmparatorluğu oluşturan her millet kendi kimlikleriyle Meclis’te bulunuyordu Rumlar ‘Rum’ olarak, Ermeniler ‘Ermeni’ olarak, Araplar ‘Arap’ olarak, Bulgarlar ‘Bulgar’ olarak, Kürtler de Kürt olarak… Fakat siyasal ve felsefi eğilimlerine uygun olan partiler aracılığıyla…
Darbeci olanlar, ittihatçılar değil, tam tersine şeriatçı-liberal ittifakıydı. Derviş Vahdettin’in Volkan gazetesi etrafında toplanan İslamcılar ile ‘ademi merkeziyetçi’ (yani liberal) Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın işbirliği sonucu 31 Mart 1909’da askeri darbe yaparak Osmanlı’nın başkentine el koyanlardır. Bunlar devrime ve tarihin akışına direnen gerici güçlerdir.
***
Liberaller ve İslamcılara göre, Cumhuriyet Devrimi de yanlış bir dizi öğeyi içinde taşıyordu. Örneğin laiklik halka zorla dayatılmış, hilafet halka sorulmadan kaldırılmış, bir günde alfabe değiştirilerek okuryazarlık sıfırlanmış, medeni kanun nesnel şartlar oluşmadan yenilenmiş ve bütün reformlar yüzeysel, sadece üst yapı kurumlarını hedef alan bir karakterde olmuştur. Üstelik sanıldığı gibi emperyalizme karşı bir bağımsızlık mücadelesi de verilmemiş, savaş bir Türk-Yunan çatışmasının sınırlarını aşmamıştır. Yani bütün bu devrimler, tepeden inmeci ve despotik, yani jakoben yöntemle gerçekleştirilmiştir.
Tezler kabaca böyle.
Yine tam bir cehalet örneğiyle karşı karşıyayız. Toplumların gelişim yasaları ve tarihin işleyiş kurallarından bihaber olanların ileri sürebileceği tezlerdir bunlar.
Tarihte hangi devrimin “tepeden inme” değildir ki? Bizatihi “devrim” kavramı ve eyleminin özünde bu yöntem vardır. Devrimleri “demokratik” yapan şey, onların yönteminden ve biçiminden çok özüdür, sağladığı tarihsel ilerleme ve taşıdığı anlamdır. Belirleyici olan biçimleri değil, içerikleridir.
Değilse Amerikan Devrimi de, Fransız Devrimi de, Paris Komünü de, 1917 Ekim Devrimi de, 1923 Cumhuriyet devrimi de, Küba Devrimi ve diğerleri de “darbe” diye nitelendirilmek durumundadır. Çünkü hiçbiri halka sorularak, örneğin seçim ya da referandum yapılarak gerçekleştirilmemiştir. (Nitekim, bir iki istisnayla bütün bu devrimlere “darbe” diyen liberaller vardır.)
Bu nedenle Cumhuriyet Devrimi bahsinde de saldırılan şey gerçekte Kemalizm falan değil, devrimcilik fikridir.
***
Aynı nedenle 27 Mayıs 1960 hareketine de saldırılmaktadır. Cumhuriyet tarihinin en demokratik Anayasasını yapan, siyasal, sendikal ve toplumsal özgürlüklerin önünü açan, solun gelişmesinin ortamını ve imkânlarını yaratan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi, liberallere göre, 12 Mart ve 12 Eylül’den farkı olmayan bir darbedir. Onlara göre bütün darbeler kötüdür, 27 Mayıs da darbe olduğuna göre o halde 27 Mayıs da kötüdür.
Oysa, kendi genelkurmay başkanını tutuklayan, 270 generali ordudan atan, işkenceci oldukları savıyla bütün emniyet müdürlerini tutuklayıp, siyasi suçluları hapishanelerden serbest bırakan, güçler ayrılığı ilkesini ve yargı bağımsızlığını getiren, (bugün inanılmaz gibi gelecek ama) üniversite, TRT ve benzer kurumların özerkliğini sağlayan, basında sansürü kaldıran, bütün bunları yaparken öncesinde ve sonrasında önemli bir halk muhalefetini, öğrenci gençlik hareketini ve aydınları yanına alan 27 Mayıs ile gerici-faşist 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini aynı kategoride değerlendirmek için ya cahil ya kötü niyetli ya faşist ya İslamcı ya da liberal olmak gereklidir.
Kendisine solcu ya da sosyalist diyenler ise ancak hayata sınıfsal bakışı terk ettikleri taktirde 27 Mayıs ile 12 Mart ve 12 Eylül’ü aynı kategoride değerlendirebilirler.
İddia edildiği gibi 27 Mayıs darbeler dönemini açan bir hareket değildir. Tam tersine, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bir anlamda 27 Mayıs’ın ilerici mirasını tasfiye etmek için gerçekleştirilmiştir.
Dünyadan verilecek örnek ise, tahmin edilebileceği gibi 1974 Portekiz Karanfil Devrimi’dir. Formel bir bakışla (düz mantıkla) değerlendirildiğinde bu da bir askeri darbedir. Ancak, genç subayların/askerlerin öncülük ettiği, işçi sınıfının ve halkın büyük çoğunluğunun desteklediği bir darbe… Bu darbe ile 40 yıllık faşist Salazar diktatörlüğü yıkılmış, sömürgeler özgürleştirilmiş, siyasi af çıkarılmış, işkenceciler ve generallerin büyük bir bölümü tutuklanmış, parlamenter demokratik bir rejim kurulmuş ve bu darbenin ardından komünistler büyük bir güç olarak siyaset sahnesine çıkmıştır. Bugünkü Portekiz demokrasisini darbe denilen 1974 Karanfil Devrimi kurmuştur.
Şimdi bu “darbe” ile İspanya’da Franko’nun ya da Şili’de Pinochet’in faşist darbeleri aynı kategoride değerlendirilebilir mi? Diyalektik işte!
Sonuç olarak 27 Mayıs ne darbedir ne de devrim. 27 Mayıs, Cumhuriyeti başlangıç ilkeleri doğrultusunda ve ilerici bir zeminde yeniden üretme, mantıki sonuçlarına ulaştırma girişimidir. Bu yanıyla bir restorasyon hamlesidir.
İhtiyacımız olan şey, sisteme yönelik (bütün tarihsel uğraklarını da içine alacak şekilde) devrimci eleştiriyi geliştirmek ve yükseltmektir. Çünkü ne Cumhuriyet devrimine ne de 27 Mayıs’a soldan eleştiri yapılmamaktadır. Var olan eleştiri ise gerici ve liberal yığınaktan beslenmektedir. Bu ideolojik kuşatma kırılmalıdır.