İsrail ordusunun, Gazze’ye yardım götüren ve İslamcı Türklerin öncülük ettiği gemilere saldırması ve silahsız gönüllüleri öldürmesi üzerine, Türkiye’de söz uygunsa yer yerinden oynamadı. Türk basınının bütün abartılı yayınlarına karşın dünyadaki durum da pek farklı değildi. Protesto için sokaklara çıkan insanların genellikle İslamcı olması, eylemin insani ve anti-emperyalist değil, daha çok İslami bir çerçevede kalması anlamına geliyordu.
Örneğin, sokağa çıkanların genellikle sarıklı, cübbeli, rahmani sakallı, türbanlı ve kara çarşaflı kişilerden oluşmasının daraltıcı etkisini gören ve ortada bir sorun olduğunu fark eden liberal-muhafazakar kırması bir profesör, katıldığı bir televizyon programında “çağdaş kıyafetli” kişileri de eylemlere katılmaya çağırıyordu.
Filistin’le dayanışmanın onuru solundur!
Koparılan bütün gürültüye, AKP hükümetinin hem iç politikada hem de dış politikada bu olayı siyasal güç biriktirmek amacıyla kullanma çabalarına karşın, insanlardaki kuşkunun her geçen gün arttığı gözleniyor.
Bu dünyada 60’lı yıllardan günümüze kadar Filistin halkının hakkını ve hukukunu savunan, onların emperyalizme ve siyonizme karşı yürüttüğü mücadeleyi bütün gücüyle destekleyen, işgal altındaki topraklara giderek Filistinlilerle birlikte savaşmanın onurunu taşıyan ve bu uğurda onlarca yol arkadaşını yitiren devrimcilere ve sosyalistlere karşı, bütün bu yakın tarih boyunca “Allahsız kızıl komünistler, anarşistler ve teröristler” diye ABD emperyalizminin yanında ve Türk derin devletinin hizmetinde saldıranların birdenbire Filistin halkıyla gösterdikleri dayanışma, belli ki bu toplumun bir kesimi tarafından hala samimi bulunmuyor.
Abdurrahman Dilipak bile katıldığı bir televizyon programında “O zaman biz solcuları yeterince anlayamadık, onların Filistin için yürüttükleri mücadeleyi göremedik” mealinde sözler etmek zorunda kalıyor. Dilipak böyle söylese de, yazı yazdığı gazetenin (Vakit) Soğuk Savaş artığı bir tutum ve üslupla hala devrimcilere ve sosyalistlere küfür ederek saldırıyor olması, bu sözlerin samimi bir özeleştiri ve bir hakkın teslim edilmesi amacından hayli uzak olduğunu gösteriyor.
Sinsi yandaş (buna ‘yanaşma’ demek daha doğru galiba) kanallardan NTV’de, Çiğdem Anad, bir yandan “Önceden solcular Filistin’e sahip çıkıyordu, şimdi İslamcılar… Neden böyle oldu?” diye sorarken diğer yandan da sorgusuz sualsiz şekilde klasik İslamcı-liberal ezberi sanki kesin bir doğru gibi tekrar ediyordu Hamas seçilmiş olduğu için meşrudur!
Öyle midir gerçekten?
HAMAS’IN SİCİLİ
Soğuk Savaş sonrasında Filistin halkını teslim alma girişiminin bir ürünü olan “Oslo barış süreci”nin çökmesinden sonra, Filistin topraklarında Hamas güç kazanmaya başladı. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve (Filistin’in Kurtuluşu İçin) Demokratik Cephe gibi devrimci ve sosyalist örgütlerin de üye olduğu laik ve halkçı bir çatı örgütü olan FKÖ’nün önünü kesmek için İsrail gizli servisi Mossad’ın ve CIA’nın yönlendirilmesiyle kurulan bir örgüttür Hamas. Mossad ve CIA, dönemin “Yeşil Kuşak” politikasının da gereği olarak işgal altındaki topraklarda Hamas’ın önünü açarak, onun FKÖ’yü bölmesini ve etkisizleştirmesini sağlamaya çalıştılar.
İşte bugün bizden desteklememiz istenen Hamas, tıpkı El Kaide gibi böyle kirli bir sicile sahip. Güç kazandıktan ve Soğuk Savaş bittikten sonra diğerleri gibi kolaylıkla su içtiği kuyuya tükürmüş ve bağımsız hareket etmeye başlamış tipik bir şeriatçı yapılanma…
Hamas uzun süredir Gazze’de solcu Filistin örgütlerinin üyelerine ve laik çizgideki El Fetih mensuplarına karşı katliamlar düzenliyor. Her türden muhalefeti şiddet kullanarak eziyor. Kendisini kutsal kitabın sözcüsü ve temsilcisi olarak gören Hamas, muhalefet eden her kesim ve kişiye karşı şiddet uygulamayı da meşru sayıyor.
Son üç yıl içinde Gazze’de Hamas tarafından yüzlerce El Fetih üyesi öldürüldü. Sadece bir seçimi kazanmak meşruiyet için yeterli değildir. Çünkü Hamas seçimi bir kez kazanmış ve fakat bir daha seçim yaptırmamıştır.
FİLİSTİNLİLERLE DEĞİL, İSLAMCILARLA DAYANIŞMA!
Bu nedenle esasa ilişkin bir düzeltme yapmak gereklidir İslamcılar ve her soydan gerici-muhafazakar kesim, Filistin devrimi ve halkıyla değil, şeriatçı örgütlerle dayanışma içindedirler. IHH da öyle iddia edildiği gibi “İnsani Yardım Vakfı” falan değil, bal gibi Siyasal İslamcı bir örgüttür ve dünyanın her köşesindeki şeriatçı-gerici örgütlerle işbirliği içindedir. Bu örgütte AKP ve Saadet Partisi yoğun bir rekabet halindedir.
Diğer taraftan, Çiğdem Anad’ın söylediklerinin aksine solun Filistin halkıyla dayanışması hiçbir zaman kesintiye uğramadı. Sosyalist sistemin dağılmasından sonra bu dayanışma büyük güç ve hız kaybetse de, Filistin halkıyla birlikte siyonizme ve emperyalizme karşı yürütülen mücadelenin onuru, hala bu ülkenin devrimcilerine ve sosyalistlerine aittir.
Deniz Gezmiş’in Filistin gerilla kamplarında İsrail’e karşı savaşırken taşıdığı fotoğraflı El Fetih kimliği bir bayrak gibi dalgalanmaya devam etmektedir.
AKP’NİN ‘PİS’ HESABI VE DİPLOMATİK FİYASKOSU
Bu ülkenin bütün meydanları günlerdir tekbir getiren kalabalıklar tarafından işgal edilmiş durumda. AKP hükümeti toplumdaki islamizasyon sürecini bu vesileyle derinleştirmeye çalışıyor. Kocaman bir ülke, adeta, kuruluşunda MOSSAD ve CIA’nın desteği bulunan (tıpkı El Kaide gibi) şeriatçı Hamas’ın peşine takılmak isteniyor.
Oysa AKP hükümeti bakımından ortada tam bir dış politika fiyaskosu vardır. Hükümet, kendi vatandaşlarını koruyamamış, Türkiye’nin onuru çok güç telafi edilecek şekilde kırılmıştır.
Öyle anlaşılmaktadır ki, AKP hükümeti yardım filosu yola çıkmadan önce gerekli diplomatik girişimlerde bulunmamış, gelen istihbaratı değerlendirmemiş ve caydırıcı hiçbir önlem almamıştır. Yardım filosunu adeta kendi kaderine terk etmiştir.
Ancak, yine öyle anlaşılmaktadır ki, AKP hükümeti İsrail’in yardım filosuna müdahale edeceğini de öğrenmiş, bu nedenle milletvekillerinin kafileye katılmasını engellemiştir. Dahası Mavi Marmara isimli geminin de Türk bandırasından çıkarılarak küçük bir Doğu Afrika ada devleti Komor bandırası taşımasını sağlamıştır. (Komor, Müslümanların yaşadığı ve şeriatla yönetilen İran yanlısı küçük bir ada devletidir.) Yani ortada bir Türk gemisi de yoktur. Dolayısıyla hukuken Türkiye’ye yönelik bir saldırı da söz konusu değildir.
Durum böyle olunca, eylemin masum bir yardım ve dayanışma girişimi olmanın çok ötesinde bir misyonu olduğu açıktır. Sinsi ve pis bir hesap sezilmektedir.
Bütün bunları bir arada düşününce, AKP hükümetinin politik bir hesapla yardım konvoyundakileri “yem” olarak kullandığı, onların hayatlarını tehlikeye attığı ve İsrail hükümeti günler öncesinden müdahale edeceğini açıkladığı halde, bu sonucu önlemeye yönelik hiçbir girişimde bulunmadığı yolundaki iddialar güç kazanmaktadır.
Özetle, ortada bir hesap olduğu ve Yahudi şeriatına (siyonizme) dayalı İsrail’in de bu hesabı ölçüsüz şiddet kullanarak bozmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Bu hesap şudur AKP hükümeti, artık ABD’nin bölge siyasetleri önünde giderek büyüyen bir engel haline gelmeye başlayan İsrail’i tecrit ederek, ondan boşalacak alanı tek başına doldurmaya ve bu yolla lig atlamaya çalışmaktadır. Bu hesabın çarşıya uymayacağı çok açıktır.
AKTÜEL İSLAMCILIK SOĞUK SAVAŞ ÜRÜNÜDÜR
Tarihsel, sosyolojik, kültürel ve teolojik kökleri daha derinlere inse de Türkiye’de aktüel İslamcılık ve milliyetçilik esas itibarıyla birer Soğuk Savaş ürünü ve gücü olarak gelişmiştir. Kurucu milliyetçilik ve geleneksel İslam, 1950’li yıllardan itibaren anti-komünist, emperyalizmin işbirlikçisi ve oportünist bir karakter kazanmıştır. Bu anlamda aktüel İslamcılık ve milliyetçiliğin kaynakları esasen aynıdır.
Aktüel İslamcılık ve milliyetçiliğin kaynaklarındaki Soğuk Savaş etkisini ve ortaklığı çarpıcı bir örnekle açmakta yarar var. Uzun süredir çeşitli çevrelerde pek mutaber bir isim olan, bu yanıyla liberal çevrelerde de belli bir kabul gören, Türkiye’nin en kıdemli İslamcılarından Mehmet Şevket Eygi’nin yazdıkları emperyelistlerle işbirliğinin ve ‘derin devlet’ operasyonlarının bir parçası olmanın ve kullanılmanın itirafı gibidir.
DENİZ GEZMİŞ’İN ONURU VE M. ŞEVKET EYGİ’NİN UŞAKLIK İTİRAFI!
Filistinli gerillalarla İsraile karşı savaşan ilk devrimci kuşağın efsane liderlerinden Deniz Gezmiş hakkında Eygi şunları yazıyor:
“Deniz Gezmiş, Marksist-Leninist bir terörist veya savaşçıdır. Bu ideolojinin dünyada yaptığı tahribat ortadadır… Deniz Gezmiş ve arkadaşları Türkiye’de bozuk düzeni silah kullanarak, terör metoduyla devirip yerine daha bozuk bir kızıl düzen getirmek istiyordu… Deniz Gezmiş ve arkadaşları Türkiye’nin idaresini ellerine geçirebilmiş olsaydılar, Müslümanlara büyük baskı yapacakları belliydi… Deniz Gezmiş’in asılmasına hayıflananlar, her nedense Müslüman hocaların, şeyhlerin, vatandaşların asılmasına pek üzülmüş görünmüyorlar. (Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 22 Kasım 2007)
İşte böyle… Deniz’lerin idamını savunan iflah olmaz bir soğuk savaş gericiliğiyle karşı karşıyayız. Üstelik bu tutum bir sapma değil, bazı istisnalarla İslamcı gericiliğin genel eğilimini yansıtmaktadır. Yukarıdaki sözler İslamcılarla ortak bir gelecek projesi tasarlayan, demokratik bir düzen hayali kuranlara ithaf olunur.
Bitmedi… Şöyle devam ediyor, gönül adamı Eygi:
“İslam hukukunun ve bilgeliğinin evrensel prensiplerinden biri de ‘ehven-i şerreyn tercih olunur’ (iki kötülükle karşı karşıya kalınırsa, bunlardan az kötü olanı seçilir) kaidesiydi. Biz Müslümanlar ülkemizdeki düzenin kötü br düzen olduğunu kabul ediyorduk. Lakin o tarihteki şartlar ve imkanlar içinde onu değiştirip yerine daha iyi bir düzen getirmek imkanlarına sahip değildik. O halde, o imkanlar elimize geçinceye kadar ehven-i şerreyn yani Amerikan nüfuzu bölgesinde bulunmak zorundaydık…” (Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 22 Kasım 2007)
Herhalde böylesine aşağılık bir suç ortaklığı ve işbirlikçilik tavrı tarihte bu açıklığıyla itiraf edilip savunulmamıştır. O tarihlerde Amerikan nüfuzu altında olmak aynı zamanda İsrail nüfuzu altında da olmak demekti. Aslında durum bugün de pek farklı değildir. Türkiye’yi yönetenler, sağcı iktidarlar, İslamcılar, milliyetçiler, MİT, polis ve TSK başta FKÖ olmak üzere Filistinli örgütleri yakın denebilecek zamana kadar terörist sayıyordu. İslamcılar bu sağcı-faşizan koalisyonun parçasıydı. (Türkiye, Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki 1978 CHP hükümetine kadar FKÖ’yü tanımadı.)
KONTRGERİLLA’NIN SOKAK GÜCÜ OLARAK İSLAMCILIK
Mehmet Şevket Eygi sıradan bir İslamcı değildir. İslamcı hareketin yakın tarihteki en etkili teorisyenlerinden ve yazarlarından biridir. Eygi, 1960’lı yıllarda çıkardığı Bugün gazetesinde kurulu düzeni ve ABD emperyalizmini savunan yazılar yazıyor, yalana, iftiraya ve kara propagandaya başvurarak bütün gücüyle sola saldırıyordu. Kontrgerilla operasyonlarında görev üstleniyor ve kendisini izleyen islamcı gençleri de bu operasyonlarda kullanıyordu. Bu isimlerden çoğu bugün AKP hükümetinde görev yapıyor. (Ergenekon hafiyeleri ilgilenir mi?)
Örneğin M. Şevket Eygi, 1969’da İstanbul’a gelen ABD 6. Filo’sunu protesto eden devrimci gençlere ve sosyalistlere karşı bir cihat kampanyası yürütüyordu. Eygi, Bugün gazetesindeki başyazılarında ABD emperyalizmini protesto eden devrimcilere karşı Müslümanları “Allah için kutsal savaşa” çağırıyordu. Eygi’nin doğrudan içinde de yer aldığı bu Kontrgerilla operasyonu sırasında, 16 Şubat 1969 Pazar günü İstanbul Beyazıt Meydanı’ndan başlayan ve Taksim’e uzanan ve yaklaşık 40 bin kişinin katıldığı (o tarihte çok görkemli bir sayıdır bu) 6. Filo’yu protesto mitingi yapan devrimci gençlere camilerden çıkan gerici-faşist bir güruh, polis korumasında saldırıyordu.
Bu saldırı için bir gece önceden çevredeki camilere yığınak yapılıyor, İstanbul’un değişik semtlerinden ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden getirilen saldırganlar Taksim bölgesine yerleştiriliyordu. Abdullah Gül’ün de yöneticileri arasında bulunduğu dönemin Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) bu saldırının planlandığı merkezlerden biriydi. İslamcı ve faşist saldırganlar saldırı sırasında polis ve Kontrgerilla elemanları tarafından sevk ve idare ediliyorlardı. Taksim meydanına çıkan ilk 400 kişilik grup ile ana kitle arasına polis barikat kuruyor, ana kitle ile irtibatı kesilen ve alanda kuşatılan bu gruba güvenlik güçlerinin himayesinde yaklaşık 3 bin İslamcı ve faşist saldırıyordu. Bu saldırı sonucu 200 kişi yaralanıyor ve 2 devrimci de öldürülüyordu. Bu olay siyasal tarihe “Kanlı Pazar” diye geçecekti.
İşte, tekbirler eşliğinde Filistin halkıyla dayanışma eylemi yapan İslamcılar böyle bir sicile sahiptir. Önce bu sicil temizlenmelidir.
Onlar Filistin halkına değil, Filistinli İslamcılara yardım götürüyorlar. Siz IHH’nın hiç Sudan Devlet Başkanı şeriatçı diktatör Ömer El Beşir’in Darfur bölgesinde gerçekleştirdiği soykırımı kınadığını ya da oraya yardım götürmeye çalıştığını duydunuz mu?