AKP hükümetinin izlediği ve “yeni Osmanlıcılık” da diyebileceğimiz dış politika büyük ölçüde iflas etmiş görünüyor. Bu politikanın mimarlarından Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramıyla ifade ettiği ve esas olarak imparotorluk varisi bir ülkenin kültürel ve tarihsel birikimine oynayan yaklaşımı bölge ve dünya gerçekliğine çarparak paramparça oldu.
Bu iflasın nedeni, yeni Osmanlıcılık politikasının emperyalizmin ve Türk büyük sermayesinin çıkarlarına ve dönemsel ihtiyaçlarına uygun olup olmamasından değil, AKP kadrolarının çapsızlığından, yetersizliğinden, donanımsızlığından, taşra kurnazlığından ve siyasal İslam’a sadakatlarının getirdiği açmazlardan kaynaklandığı anlaşılıyor.
AKP’nin yönettiği Türkiye, İsrail tarafından Akdeniz’de yurttaşları öldürülmüş, onuru kırılmış, yaratmaya çalıştığı bölgesel güç imajı derin yara almış ve buna karşılık etkili bir yaptırım ya da karşı hamle geliştirememiş bir ülke durumundadır. AKP’nin façası bozulmuştur.
Türkiye bugün itibarıyla, AKP’li politika yapıcılarının ileri sürdüğü gibi Filistin davasının savunucusu ve mazlumların temsilcisi değil, fiilen Radikal İslamcı ve darbeci Hamas’ın sözcüsü, İran İslam Cumhuriyeti’nin savunucusu durumuna düşmüştür.
Bölgesel güç olmaya çalışan, dolayısıyla ekonomik ve politik bakımdan Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da (Avrasya’nın kalbinde) kural koyucu ve ülkeler arası ilişkileri düzenleyici bir rol üstlenmeye çalışan Türkiye, bu coğrafyadaki en önemli rakibi durumundaki İran’ın yürüttüğü nükleer silah projesinin “halkla ilişkiler” ihalesini almış şaşkın ve deneyimsiz bir şirket gibi hareket etmektedir.
BÖLGESEL GÜÇ OLMA STRATEJİSİ
AKP hükümetinin “yeni Osmanlıcılık” diye kodladığı, bölgesel bir emperyal güç olma vizyonu yeni değildir. Soğuk Savaş’ın bitimiyle ortaya çıkan yeni küresel düzen (ya da düzensizlik) ve bölgesel boşluktan yaralanarak emperyalist hiyerarşide bir üst basamağa tırmanma şansının olduğunu gören dönemin ANAP lideri ve Başbakan (daha sonra cumhurbaşkanı) Turgut Özal’ın başlattığı, İsmail Cem’in Dışişleri Bakanlığı döneminde teorik çerçevesi çizilen ve hedefleri belirlenen bir politikadır bu. AKP döneminde bu politikanın adı “yeni Osmanlıcılık” olmuştur.
İleri bir sanayi ülkesi olmasa da (bütün sorunlarına ve çarpıklıklarına karşın) sanayileşmiş bir ülke olan, İran dahil bütün komşularının yarattığı katma değerin toplamının bir buçuk katını tek başına yaratan, zengin insan kaynaklarına ve bölgenin en güçlü ordusuna sahip olan Türkiye’nin geleneksel iktidar blokunu oluşturan güçler, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan yeni küresel ortamda, bölgesel bir emperyal güç olunabileceğini düşünmeye başlamıştır. Yeni Osmanlıcılık bu sıçrama imkanını gören büyük sermaye çevreleri ve onun temsilcilerinin aktüel yönelimidir. 15-20 yıldır devam eden bir lig atlama, kapitalist dünyada birinci sınıf ülkeler arasına katılma çabasıdır.
DEVLET ÖRGÜTLENMESİNDE KÖHNELEŞME
Gelgelelim Türkiye eliti, Soğuk Savaş sonrasında ülkeyi 21. Yüzyıl’a taşıyacak ve Yeni Dünya Düzeni’nde küresel yağmadan daha çok pay alınmasını sağlayacak bir siyasi liderlik sorunuyla karşı karşıya. Bu sorun halen devam etmekte ve sistemin önemli kriz dinamiklerinden birini oluşturmaktadır.
Soğuk Savaş döneminde solun önünü kesebilmek için toplumun İslamileştirilmesi yolunda önemli düzenlemeler yapılmış, bürokrasi yetersiz, köhne ve Ortaçağ zihniyetli bir kadro kaynağından beslenmiş, sonuç olarak Türk sermayesinin yeni emperyal vizyonunun gereğini yapabilecek bir bileşimden çok uzak bir devlet aygıtı ve toplum yaratılmıştı.
Türkiye eliti bu handikapı aşabilmek için ilk denemesini 28 Şubat’ta yapmış, Soğuk Savaş döneminde İslamcı hareketle devlet arasında kurulan “ahlaksız ilişkiye” son vermeye çalışmış ve fakat başarısız olmuştu.
AKP’NİN ŞANSI VE AÇMAZI
Büyük sermaye bu başarısızlığın ardından AKP ile yeni yüzyılı karşılayıp karşılayamayacağını denemeye çalıştı. Ancak, bu deney de büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlanacak gibi görünüyor.
AKP’nin en büyük şansı, ABD’nin küresel ihtiyaçları ve bölgesel siyasetleriyle örtüşen talepleriydi. AKP, Türkiye’yi belli sınırlar içinde İslamcılaştırma karşılığında ABD’nin bölge siyasetlerini kayıtsız şartsız destekleme çizgisi izlemiş ve başlangıçta bunda da başarılı olmuştu.
Ancak önce hükümet, sonra iktidar olan, dahası devleti ele geçirme stratejisinde büyük ölçüde başarı elde eden AKP, gücünü abartmaya başlayacaktı. Bu nedenle AKP, temkinli bir şekilde özerklik alanını genişleten bir dış politika izleyecek, bu süreçte yer yer ABD ile çekişmeye başlayacaktı.
Bölgede zaman zaman İsrail’i terbiye etmeye çalışan ABD, öyle anlaşılmaktadır ki Türkiye’nin kimi propaganda amaçlı çıkışlarını tolere edecekti. Ancak, Türkiye’nin İran’la yakınlaşması ve Hamas’a sunduğu stratejik destek son Gazze tuzağının kurulmasına ve Türkiye’nin (AKP iktidarının) burnunun sürtülmesi ve onurunun kırılmasıyla sonuçlanacaktı. ABD’nin, tıpkı Saddam Hüseyin Irak’ını nasıl Kuveyt’i işgal etmeye cesaretlendirdiyse, benzer şekilde Türkiye’yi de İsrail’in üzerine yürüme konusunda teşvik ettiği anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak AKP hükümetine ders verilmiş, özerklik alanının sınırları hatırlatılmış ve ayaklarının altındaki iktidar halısının çekilebileceği hissettirilmiştir.
Fethullah Gülen bu nedenle, IHH’nın (İnsani Yardım Vakfı) Gazze’ye yardım filosu konusunda hükümeti karşısına alan ve esas olarak ABD-İsrail tezlerini savunan bir pozisyon almıştır. Gülen, ipinin çekilme ihtimali beliren AKP ile arasına mesafe koyarak tedbir almıştır.
Kuşkusuz ne ABD’de, ne AB’de her şeyi belirleyen, tayin eden ve düzenleyen bir kral otoritesi, bir imparator iradesi yoktur. Tıpkı hayat gibi, dünya politikası ve uluslararası ilişkiler de çok sayıdaki etken tarafından şekillendirilmektedir. Bu rezervle belirtirsek Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerle birlikte yükselen güçler arasında yerini almaya çalışan Türkiye tekelci sermayesi de AKP liderliği ile başının belaya gireceğini görmeye başlamıştır.
İFLASIN DÖRT BOYUTU
AKP, ABD ile ilişkilerinde ve izlediği bölge siyasetlerinde üst üste hata yapmaya ve büyük zararlara yol açmaya başlamıştır. Ergin Yıldızoğlu AKP-ABD ilişkileri konusunda şu analizi yapmaktadır:
“AKP hükümeti, Bush yönetiminin Büyük Ortadoğu Projesi’ni, Irak’ın işgalini destekler, Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel etki alanına dönme hayalleri kurarken, ABD açısından Türkiye’nin jeopolitiğinin kabaca dört bileşeni vardı. Birincisi bölgede yükselmeye başlayan İran’ın dengelenmesi. İkincisi İsrail’in güvenliğine katkı. Üçüncüsü radikal İslama karşı Türkiye’yi ılımlı Müslüman bir ülke modeli olarak sunmak. Dördüncüsü (ABD) daha sonra bölgedeki varlığını azaltırken Türkiye’yi bir güvenlik unsuru (pivot) olarak devreye sokmak.
“Türkiye, bir taraftan İran’la yakınlaşırken diğer taraftan kendisi bir bölgesel güç olarak yükselme hesapları yapmaya başladı. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri giderek bozuldu, nihayet kopma noktasına geldi. ABD bölgede demokratikleşme projesinden vazgeçerken, AKP hükümetinin giderek Türkiye’yi İslamcılaştırdığına, muhalefetini susturan otoriter eğilimler geliştirdiğine ilişkin bir algı oluştu. Türkiye’nin bölgede, ABD’den sonra güvenlik kaynağı olarak şekillenmesine gelince, bu da aslında Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin istikrarına, yakınlığına, Türkiye’nin ABD’nin uluslararası projeleriyle çelişen politikalar izlememesine bağlıydı.
“İran takas anlaşmasına, Rusya ile ‘stratejik ortaklığa’, İsrail ile kopma noktasına gelen ilişkilere bakarak, bu koşulun da hızla ortadan kalkmakta olduğunu söyleyebiliriz.” (Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 7.6.2010)
Türkiye dört konuda da başarısız olmuştur. Birincisi bölgede İran’ı dengelen bir politika izlemek yerine, en önemli rakibi olan İran’ı kollayan bir tavır almıştır. İkincisi İsrail’in güvenliğine katkı yapmak yerine, niyeti farklı da olsa (örneğin Arap kamuoyuna ve sokaklarına oynama hevesi) onun güvenliğini tehlikeye düşürmüştür. ABD’nin İsrail’i kontrol etme ihtiyacı nedeniyle yaptığı teşvik abartılmış ve ilişkiler kopma noktasına getirilmiştir. Üçüncüsü kendisine biçilen Ilımlı İslam misyonunu da uca taşımış, toplumu kabul edilebilir ölçülerin ötesinde dinselleştirmiş ve Türkiye’yi Batı Bloku’ndan kopmanın eşiğine getirmiştir. Dördüncüsü ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra bölgedeki güvenlik boşluğunu doldurabilecek ve Batı’nın çıkarlarını savunacak bir ülke olmak konusunda ciddi kuşkular yaratmıştır.
Sonuç olarak işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve yağma düzeninin yarattığı yıkım ve oluşan toplumsal tepki nedeniyle ülke içinde kitle tabanını hızla yitiren, bu tabanı ancak toplumu daha fazla dinselleştirerek tutmaya çalışan AKP hükümeti için geri sayım başlamıştır. AKP siyasi ömrünü doldurma sürecine girmiştir.
Not:
Geçen haftaki “İslamcıların tarihi işbirlikçiliğin tarihidir” başlıklı makalem öyle anlaşılıyor ki, yaygın bir tartışmaya yol açmış durumda. Bu durumu her bakımdan önemsiyor ve olumlu buluyorum. Bu güne kadar okur yorumlarına ve tartışmalarına müdahale etmek ve yanıt vermek gibi tavrım olmadı. Bu alanı serbest bir tartışma alanı olarak bırakmak bana daha doğru göründü. Üstelik bu yorum ve değerlendirmelerden çok yararlandım, yararlanıyorum da… Ancak bu kez izin isteyerek, bazı küçük düzeltmeler yapmak istiyorum. Çünkü, bana ait olmayan, ama sanki benim tarafımdan ileri sürülmüş gibi bazı tezler üzerinden çok yanlış bir tartışma yürüyor.
Örneğin
1- Geçen hafta “kaya” rumuzuyla yorum yapan bir arkadaşımız şöyle demiş “Sayın Merdan Yanardağ, ‘İslamcıların tarihi işbirlikçiliğin tarihidir’ demiş. Buna hiç kimse itiraz edemez. Lakin Sayın Yanardağ, ‘Kemalizm son tahlilde ‘soldur’ diyen bir dostumuzdur. Kemalistlerin tarihi de işbirlikçiliğin tarihidir. Bunu ne yapacağız peki?”
Öncelikle belirteyim, makalenin ne konusu ne de amacı Kemalizm’i tartışmak değildi. Öyle ki, yazının tek satırında bile Kemalizm sözcüğü geçmiyordu. Durum böyle olduğu halde Kaya dostumuz, bu sözleri söylediğimi nereden uydurmuş anlamak mümkün değil. Çünkü bu sözler bana ait değil. Ben hiçbir yazımda, kitabımda ya da verdiğim konferans veya söyleşilerde böyle bir söz söylemedim, bu anlama gelecek bir görüşü savunmadım. Tuhaf bir durum… Bu sözler bana değil, Mahir Çayan’a aittir. Ve ancak söylendiği/yazıldığı bağlam içinde ele alındığında doğru bir şekilde tartışılabilir. Çünkü, entelektüel ortamın liberaller, İslamcılar ve Türk-Kürt milliyetçileri tarafından terörize edildiği günümüzde serinkanlı bir Kemalizm tartışması yapmak ne yazık ki çok zor. Yine de kısaca ifade edeyim M. Kemal Türk burjuva devriminin lideri, Kemalizm de Türk burjuva devriminin ideolojisidir. Dolayısıyla bunun sosyalizmle bir ilgisi ve ilişkisi yoktur. Kemalizm tarihsel ve kategorik olarak bütün burjuva devrimleri gibi din devletleri ve feodalizme (örneğin Hilafet ve Sultanlığa) göre ilerici ve doğası gereği aydınlanmacıdır. Ancak, yine bütün burjuva devrimleri ve ideolojileri gibi (tarihsel ve kategorik bakımdan) sosyalizme göre sağcı ve gericidir. Marksist tarih anlayışı bakımından bu durum çok açık ve basit bir durumdur. Diğer taraftan, yine tarihsel materyalist yöntemle bakıldığında, İslamcılık ile Kemalizm’i aynı sepete koymanın imkanı yoktur. Saçmadır. Bu görüş ancak liberal bir etki ve bilgisizlikle ileri sürülebilir.
2- Ekim Yurtsever rumuzlu okur arkadaşımız ise, sanki geçen haftaki makalede Gazze’ye insani yardımı, sırf bu bölgeyi kontrol eden Hamas örgütü İslamcı diye eleştirdiğimi ileri sürmüş. Arkadaşımız bu sonuca nereden varmış bilmiyorum. Böyle bir şey yok. Ekim Yurtsever arkadaşımız geçen haftaki yazıyı daha dikkatli okumalı. O yazıda tartışılan şey Filistin halkıyla dayanışma ve onlara yapılacak yardım değil, İslamcıların iki yüzlülüğü, işbirlikçiliği, gerici Hamas örgütünün kuruluşundaki Mossad’ın CIA’nın rolü ve AKP dış politikası gibi konulardır. Değilse, siyonist katillerin yönettiği, emperyalizmin Ortadoğu’daki garnizonu olan İsrail’in saldırısını hiç bir gerekçe haklı çıkaramayacağı gibi, Gazze halkına insani yardıma da hiçbir şekilde itiraz edilemez. Ancak, gerek IHH’nın gerekse AKP’nin niyeti Gazze halkına insani yardım falan değil, başka şeydir. İşte yazıda da o “başka şey” anlatılmaktadır.
Yorumları ve mesajlarıyla katkıda bulunan bütün okur arkadaşlarımıza sevgi ve saygıyla…