Bilinçli/tasarlanmış birer insan edimi olarak “tartışma” ve “polemik” kavramları arasında önemli bir fark vardır. Gerçek bir tartışma, belli etik kaygıyı, tutarlılığı, dürüstlüğü, karşısındakine asgari saygıyı, kendi görüşlerinin doğruluğu konusundaki samimi bir özgüveni ve dolayısıyla ikna olma potansiyelini ima eder. Polemik ise, kabaca herhangi bir etik kaygı taşımaksızın ve gerektiğinde yalana, çarpıtmaya ve demagojiye de başvurarak karşısındakini yenilgiye uğratmayı ya da küçük düşürmeyi amaçlayan bir eylemdir. Türkçe sözlüklerde polemiğin karşılığı çok doğru şekilde “söz dalaşı” olarak verilmiştir. Bu nedenle, özellikle sol içi tartışmalarda bu fark titizlikle korunmalıdır.
Dolayısıyla, yukarıda sayılan bütün nitelikleri içinde taşımasa bile, sosyalistler arasında ideolojik ve siyasal ihtilafların çözümünde polemik değil, tartışma yapılmalıdır. Fakat ne yazık ki, az sayıdaki örneği dışında tutarsak eğer, sol içi ihtilafların çözümünde (entellektüel planda) tartışma değil, daha çok polemik yapılmaktadır.
Sosyalist hareket içinde yapılan bir polemik, üstüne üstlük bir de bilgisizlikle, ucuz cinliklerle, kötü yazıcılıkla, kaba çarpıtma ve demagojiyle birleşince iyice çirkinleşip seviyesizleşiyor. Bu nedenle insan, bu polemiğin muhatabı kendisi olsa bile önce cevap vermek istemiyor, ‘değmez’ diye düşünüyor. Ancak, seviyesiz, uyduruk ve çarpıtmalara dayalı bir polemik yazısının öylece kalmasına da insanın gönlü razı olmuyor.
O nedenle bu yazıda, hem alanı böyle ucuz polemik yazarlarına bırakmak istemedim hem de bu vesileyle sol içindeki en can alıcı tartışmaya dair görüşlerimi bir kez daha ifade etmeyi denedim. İstemeden uzayan yazı için okurların affına sığınıyorum.
EKMEK VE ÖZGÜRLÜK’TEN SEVİYELİ BİR POLEMİK!
Böyle ucuz bir polemik örneği de “Ekmek ve Özgürlük” dergisinin son sayısında (Sayı 9, Mayıs-Haziran 2010) yayımlandı ve hiç yakışmadı. Bu dergide Ersen Olgaç imzasıyla yer alan “Hayat bizi Üçüncü Cepheye çağırıyor” başlıklı yazı, tam anlamıyla entelektüel bir sefalet örneği oluşturuyor. Karmaşık, tezleri anlaşılmaz ve kötü yazılmış. Dahası, yazıcısının Marksist tarih anlayışından (tarihselcilikten) ve toplumsal ilerleme tezinden habersiz olduğu anlaşılan bir polemik metni bu.
Çok daha önemlisi, benim yine bu sitede yer alan “Ufuk Uras Solculuğu, Üçüncü Yolculuk ve Apolitikliğin Teorisi” başlıklı yazımdan (7.5.2010) belli ki hiç anlamadan yaptığı alıntıları eleştirmeye çalışan Ersan Olgaç adlı bu kişi, artık klişe haline gelmiş liberal tezleri ve söylemi çok “Marksist” gerekçelerle tekrarlamaktan öteye geçememiş.
Örneğin, AKP gericiliğine “hayır” diyen ve küresel sermayenin neo-liberal politikalarını Türkiye’de kararlılıkla uygulayan bu burjuva iktidarına karşı mücadele etmeyi politik öncelikleri arasında gören devrimci sosyalistleri tuhaf bir mantıkla eleştirmeye çalışan bu arkadaşımız şöyle yazmış:
“İktidar dediğimiz askeri bürokratik diktatörlüğün yönetimini geçici olarak elinde tutan hükümet partisi ve iktidar ortağı AKP. Peki AKP’ye karşı dişe diş bir kavga içinde olan ve devlet denen gerçek iktidarın hem ortağı hem de mirasyedisi CHP-MHP nerede? (…) Bu ülkeyi kurulduğu günden beri doğrudan ve dolaylı vesayet altında tutan askeri-bürokratik yapıya ve yöneticisi Genelkurmay’a tek kelimeyle dokunmadan nasıl bir anti-kapitalizm yapılır?” (Ersan Olgaç, Ekmek ve Özgürlük, Mayıs-Haziran 2010)
Aynen böyle… Karmakarışık bir paragraf ve ne söylediği belli değil. Örneğin, “Askeri bürokratik diktatörlüğün yönetimini geçici olarak elinde tutan parti” hangisi? Ve onun “iktidar ortağı AKP” ne demek? Gerçek iktidarın “hem ortağı hem mirasyedisi” şeklindeki garip tanımlama, diğer sistem partileri CHP ve MHP’yi nasıl ifade ediyor?
İmla sorunlarını, ifade yetersizliğini, kurgu ve yazım hatalarını bir yana bırakırsak, yukarıdaki alıntının özünü, tam anlamıyla klasik sol liberal söylem oluşturuyor. Ama bu arkadaşımız biraz utangaç. Bu işi sıkı bir sol söylemle yapıyor. Gelgelelim bu arkadaşımız pek geri bir gerçeğe ulaşma yöntemini kullanıyor Aristo mantığını… Bu akıl yürütme yöntemine göre akış şöyle ortada gerçek bir iktidar var, bir de hükümet olan ama iktidar olamayan AKP. Gerçek iktidarı askeri bürokratik diktatörlük oluşturuyor. Dolayısıyla AKP’ye karşı mücadeleyi öne çıkarmak, gerçek iktidarla aynı çizgiye düşmek, hatta onunla ittifak etmek anlamına geliyor.
İşte bu kadar… Tipik bir Ahmet Altan tezi.
TARTIŞMA AHLAKI
Ersan Olgaç benim ve bu sitenin yazarlarının, ileri sürdüğü görüşleri savunduğunu nereden çıkarıyor belli değil. Kim “askeri bürokratik yapıya ve Genelkurmay’a tek kelime etmeden anti-kapitalizm yapmaya” çalışmış? Bu tezi destekleyen tek bir kanıt var mı? Yok! Yani tam anlamıyla uydurmuş.
Öyle anlaşılıyor ki, kendisi ortaya bir görüş atmış ve başlamış onunla tartışmaya. Üstelik bunu ucuz bir şekilde yapmış ve sanki bana ait bir fikir gibi sunmaya kalkışmış.
Oysa söz konusu yazısını yazmadan önce küçük bir araştırma yapsaydı ve samimi ve iyi niyetli bir tartışma yürütmek isteseydi, gerçeğin çok farklı olduğunu görecekti. Örneğin hem bu sitede bir yılı aşkın süredir yayımlanan yazılarıma hem bu sitedeki başka yazarların çok sayıdaki makalesine hem de benim bazı kitaplarıma kabaca bile olsa göz atma zahmetine katlansaydı, bana ait olduğunu ileri sürdüğü görüşlerin tam tersini savunan değerlendirmelerle karşılaşacaktı.
Ama bu gözü kara arkadaşımız, kaynağı belli bir cesaretle yola çıkmış ve benim, “ulusal söylemin teorik gerekçelendirmesini” yapmaya çalıştığımı, üstelik “kendi milliyetçi” dünyamın dışında kalanları ise “siyasal ve felsefi olarak salak” olmakla itham ettiğimi yazmış.
Öncelikle belirtmek gerekiyor, bu arkadaşımız “siyasal ve felsefi olarak salaklık” diye nitelendirdiğim pozisyonu hiç anlamamış. Söz konusu yazıma bakıldığında hemen görüleceği gibi, “siyasal ve felsefi olarak salaklık” diye tarif ettiğim politik konumlanış, çok demokratik ve özgürlükçü gerekçelerle AKP’nin yedeğine takılmaktır.
ABD ve AB emperyalizminin, küresel mali sermayenin, büyük burjuvazinin, tarikatların desteğini alan ve bu güçleri temsil eden 8 yıllık iktidarı içinde taşra örgütlenmesi dahil bütün devlet aygıtını eline geçiren, servet ve rant dağıtım enstrümanlarını elinde tutan, yoğun şekilde kadrolaşan ve bir bütün olarak devleti eline geçirmeye çalışan İslamo-faşist eğilimli bir partinin yönetimini gerçek iktidar saymayan TSK komuta kademesi ile AKP arasındaki uzlaşmayı görmeyen polisin gerici bir silahlı politik parti olarak yeniden örgütlendiğini kavrayamayan ve bütün bu olgulara karşın mevcut iktidarı desteklemek için soyut bir “gerçek iktidar” kavramını ortaya atarak sanal bir muhalefet retoriği geliştirenlere yönelik “hoş” bir uyarıydı bu sözlerim.
Arkadaşımız bu sözleri neden üzerine alınmış anlamadım!
ÜÇÜNCÜ YOLCULUĞUN KÖTÜ POLEMİKÇİSİ
Neyse devam edelim Ersen Olgaç benim söz konusu yazımdan aşağıdaki bölümü almış:
“Bugün insanlığın ilerici birikimine, aydınlanmanın ve Cumhuriyet’in kazanımlarına (ne kadarsa) ve laikliğe yönelik saldırılar karşısında gönül rahatlığıyla bir ‘üçüncü yol’ önerebilir miyiz? Bu ülke gerçek anlamda ve yeterince laik olmasa bile, gericilikle insan aklının özgürleşmesi arasında süren bir çarpışmada sosyalizm adına tarafsız kalınabilir mi? Bana göre hayır!”
Ve kendisi şöyle devam etmiş:
“Bu cilalı lafların arkasında yatan düşüncenin ne olduğu belli değil mi? ‘Cumhuriyetin kazanımları’nın korunması adı altında burjuvazinin bir kesimi ile ittifak öneriliyor. Bunu dolaylı olarak değil, çırılçıplak ifade ederek yaptığı için hedefimiz de apaçık ortadadır.” (Ersen Olgaç, a.g.y)
Niyet okuma ve “cilalı lafların arkasında yatan düşünceleri” şipşak kavrama yeteneği olduğu anlaşılan, yani benim yazdıklarım yerine kendi varsayımları üzerinden polemik yürüttüğünü itiraf eden bu arkadaşımız aynı yazımdan hemen şu alıntıyı da yapmış:
“Solun da üzerinde yükseldiği zemini yok edecek böyle bir saldırı karşısında tarafsız kalınamaz. Çünkü burjuvazinin gerici kanadına karşı yürütülecek mücadele, aynı zamanda kendi geleneklerine ve devrimine ihanet eden sermaye kliğine karşı da esaslı bir savaş olacaktır.”
Yazının bütününden (ve başka makalelerde de savunduğum görüşlerden) bağımsız, bağlamından kopuk ve kötü bir cımbızlama yoluyla aldığı metin parçaları üzerinden polemik yapma yönteminin basitliğini bir yana bırakarak devam edelim. Ardından şunları yazmış arkadaşımız:
“Burjuvazinin gerici kanadına karşı mücadele yürütülecekmiş. Kimmiş bu gerici kanat? AKP’nin temsil ettiği düşünülen taşra burjuvazisi. ‘Cumhuriyetin kazanımları’ ve ‘laiklik’ adına sermaye cephesinde bir tercih yapacaksın ve modern burjuvazi olarak gördüğün İstanbul dükalığıyla birlikte ‘gerici’ burjuvazinin temsilcisi AKP’yi yıkacaksın.” (E. Olgaç, a.g.y)
Bu kadarına pes artık. Bu arkadaşımız gerçekten ya okuduğunu anlamıyor ya da teamüden çirkin ve ucuz bir demagoji yapıyor. Kim “modern burjuva” kanatla ittifak yapmayı ve “gerici burjuvalara” karşı mücadele etmeyi savunmuş? Bu görüş nerede ortaya atılmış? Yok böyle bir şey. Düpedüz uyduruyor. Bana ait olmayan görüşleri, üstelik hiçbir kanıtla desteklemeden utanmazca bana aitmş gibi gösteriyor ve sözüm ona bu görüşlerle polemik yapıyor. Polemik yapmanın bile bir kalitesi olduğunu birileri bu arkadaşımıza hatırlatmalı.
MARKSİST TARİH ANLAYŞINDAN HABERSİZ OLUNCA
Üstelik hızlı polemikçi arkadaşımız okuduğunu gerçekten anlamamış galiba. Çünkü bizatihi yaptığı alıntı kendi iddialarını çürütüyor. Yaptığı alıntıdaki bana ait şu cümle, bu yazıcısının bütün sözlerini boşa çıkarıyor “Burjuvazinin gerici kanadına karşı yürütülecek mücadele, aynı zamanda kendi geleneklerine ve devrimine ihanet eden sermaye kliğine karşı da esaslı bir savaş olacaktır.”
Peki kimdir “esaslı bir şekilde savaşılacağı” belirtilen şu “kendi geleneklerine ve devrimine ihanet eden sermaye kliği” söyler misiniz? Arkadaşımızın “burjuvazinin modern kanadı” diye tercüme ettiği ve bizim ittifak yapacağımızı ileri sürdüğü kesim değil mi?
Daha sonra arkadaşımız bize Cumhuriyet’in nasıl kötü ve gerici olduğunu, solculara, Kürtlere nasıl fenalıklar yaptığını anlatmaya ve aydınlatmaya çalışmış. Sağolsun ama, yine karmaşık ve anlatım bozukluklarıyla dolu bir bölüm. Daha da önemlisi Marksist tarih anlayışından ve tarihsel materyalist yöntemden habersiz bir şekilde arka arkaya tezlerini sıralamış. Tam bir saçmalık.
Örneğin, bu arkadaşımızın Cumhriyet’in kötülükleri hakkında bütün söyledikleri doğru! Eeee! Tartışma bu mu yani? Biz bu konuda mı fikir ihtilafı içindeyiz? Ne alakası var?
Marksistler, Fransız burjuvazisi 1789’dan sonra işçileri günde 18 saat çalıştırdı, kadın ve çocuk emeğini acımasızca sömürdü, ayaklanan işçilere karşı katliamlar düzenledi, Paris Komünü’nü kanla bastırdı diye Fransız Devrimi’nin tarihsel önemini, değerini ve insanlık tarihine eklediği ilerici kazanımları inkâr edip yok mu sayıyorlar? Böyle bir bilim dışılık var mı sosyalist yazında?
Arkadaşımız, insanlığın ilerici birikimine, aydınlanmanın ve Cumhuriyet’in kazanımlarına, modernite ve pozitivizme karşı devrimci ve Marksist eleştiri ile gerici eleştiriyi birbirine karıştırıyor. İşte bu karışıklık tam da liberalizmin, her türden post-modernist akımın beslendiği alandır.
Bu nedenle, tam da burada bir parantez açarak post-modernizm, dinsel gericilik ile liberalizm arasındaki ilişkiye kısaca değinmekte yarar var.
DEVRİMCİ VE GERİCİ ELEŞTİRİNİN FARKI
Post-modernistlerin, liberallerin ve muhafazakârların aydınlanma ve modernite eleştirisi, tarihselciliğin ve toplumsal ilerleme fikrinin reddine dayandığı için, bu tarihsel dönemi aşma dinamiği taşımıyor. Tam tersine, mevcut olana, kurulu düzenin mutlaklığına insanlığı ikna etmek ve bir önceki çağın zihniyet dünyasını devralarak kapitalizmi tahkim etmek amacını taşıyor.
Bu anlamda, serbest piyasa düzenini açık ya da örtük şekilde uygarlığın son aşaması olarak kabul ediyorlar ve kapitalizmi aşmaya yönelik her girişimi de bu anlayışın mantıki bir sonucu olarak “totaliter projeler” diye mahkûm etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla iktisadi planda ultra liberal bir tutuma, siyasal ve felsefi planda radikal ve gerici bir modernite ve aydınlanma eleştirisi eşlik ediyor.
Post-modernistler, aydınlanma ve modernite geleneğine karşı çıkarken, epistemolojik olarak aklın ve bilimin belirleyici konumunu reddediyorlar. Aydınlanma geleneğinin tersine, insan aklının sınırlılığına işaret ederek, aklın ve bilimin evreni, doğayı, toplumları ve tarihi tam olarak açıklamaya yetmediğini ileri sürüyorlar. Böylece dinsel doğmalar ve teolojik literatürü bilimle aynı düzeye yükseltmeyi deniyorlar.
Toplumsal ilerleme anlayışına, tarihselciliğe ve “büyük anlatılar” dedikleri ideolojilere karşı çıkan post-modernistler sınıf mücadelelerinin, kapsayıcı toplum modellerinin ve nihayet bilimin de sonunun geldiğini iddia ediyorlar. Tarihselciliğin reddi, insanlığın bugünüyle geçmişi ve geleceği arasındaki bağı da koparıyor.
Belirtmek gerekir ki pozitivizme, moderniteye ve nihayet kapitalizme karşı tarihte görülen en köklü, en yıkıcı ve onu aşma kapasitesine ve yeteneğine sahip yegâne bilimsel eleştiriyi Marksizm yöneltir. Marksist eleştiri, kategorik olarak devrimci, tarihsel olarak ise ilericidir. Bu yanıyla her türden post-modernist, liberal, gerici ve muhafazakâr eleştiriden köklü bir şekilde ayrılır. Sol liberallerin de paylaştığı günümüzün moda liberal ve muhafazakâr eleştirisi ise tarihsel ve kategorik bakımdan gericidir.
ÜÇÜNCÜ YOL DEĞİL, YURTSEVER DEVRİMCİ CEPHE
E. Olgaç eğer bu sitedeki başka bazı makalelerime de baksaydı şunları yazdığımı görecekti:
“Sol liberallerin emperyalizmi iptal etme, küreselleşmeciliği bir tür enternasyonalizm diye sunma, yurtseverliği suç sayma, anti-emperyalist olmayı milliyetçilik ve hatta yabancı düşmanlığı ile eşitleme sınıf mücadelesi yerine devlet-sivil toplum çelişkisini ya da merkez-çevre çatışmasını yerleştirme özgürlüğü etnisite ve dinsel cemaat serbestîsi olarak sınırlandırma çabaları sol’a yönelik bu kuşatmanın ideolojik enstrümanlarını oluşturmaktadır.
“İyi niyetli bir yorumla belirtmek gerekirse kendilerini liberal ve hatta solda zanneden bazı çevreler, gazeteler ve aydınlar Fethullahçı istihbarat örgütlerinin, G. Soros fonlarının ve ABD’nin bölge siyasetlerinin basit birer aracı olduklarının farkında değiller. Tıpkı milliyetçi sol çizgideki kimi çevre, parti ve kişilerin geleneksel iktidar blokunun pozisyon kaybeden, gerileyen ve tasfiye edilmeye çalışılan kanadını sol ve muhalif zannedip çekim alanına girdiği gibi.” (M. Yanardağ, Ergenekon ve Solda Sıkışma, www.sol.org.tr, 15.01.2009)
Bu mudur milliyetçilik? Bu mudur Genelkurmay ve bir kesimi “ilerici ilan edilen burjuvazi” ile ittifak arayışı? Sakın arkadaşımız, utangaç bir şekilde liberal çevrelerde, “sol sosyete” içinde kendisine beceriksizce alan açmaya çalışıyor olmasın?
Yine bu sitede yer alan bir yazımdan ve benim hazırladığım “Ergenekon ve Sosyalistler” kitabında yer alan yazımdan birer bölümü daha aşağıya alarak, bu çok keskin “üçüncü yolcu” arkadaşımızın iddialarının ne kadar temelsiz olduğunu ortaya koymak ve bu tatsız bahsi kapatmak istiyorum.
“Türkiye, 1990’ların başından (Soğuk Savaş’ın betiminden) itibaren alttan alta gelişen ve şiddeti giderek artan bir gerilimin açık çatışmaya dönüştüğü günlerden geçiyor. (…) Bugün egemen sınıflar arasında, daha daraltılmış bir kavramla söylersek, geleneksel iktidar bloku içinde bir yön ve program farklılaşması ortaya çıkmış durumda. Diğer bir anlatımla, devletin tepesinde bir iktidar parçalanmasının yaşandığını, daha da önemlisi farklı iktidar odakları arasındaki çatışmanın sertleşerek çatışmaya dönüştüğü bir politik durumla karşı karşıyayız. Üstelik bu çatışma, sadece iç politikanın sorunları ve ihtiyaçları üzerinden değil, emperyal güçler tarafından Türkiye’nin küresel düzen içindeki yeni yerinin tayin edilmesine kadar uzanan geniş bir alanda cereyan ediyor.” (M. Yanardağ, Ergenekon ve Solda Sıkışma, www.sol.org.tr, 15.01.2009)
“Egemen sınıflar arasında ortaya çıkan yön ve program farklılaşmasında, sosyalist hareket birinin ya da diğerinin yedeğine düşmemeli ve esas olarak kendi mücadele cephesini ve programını inşa etmelidir. Yapılması gereken şey, sosyalist hareketi bütün bu olup bitenlere müdahale edebilecek bir güce ulaştırmak ve onu büyük siyasal güçler arenasına taşımaktır. Bu tarihsel görevin altından kalkmak, ancak sınıfsal bakış açısının yitirilmemesi halinde münkündür.” (Merdan Yanardağ, Ergenekon ve Sosyalistler içinde, Siyah Beyaz Yayınları, Ocak 2009, İstanbul, s. 189)
Sanırım başka söze gerek yok.