Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) hazırladığı anayasa değişiklik paketinin 12 Eylül 2010 tarihinde halk oylamasına (referanduma) sunulması hakkında sol’da başlıca üç eğilimin olduğu gözleniyor.
Birinci ve yaygın eğilim sandığa gidip “hayır” oyu kullanarak AKP-Cemaat koalisyonunun liberallerin büyük desteğiyle ortaya attığı “12 Eylül darbesiyle hesaplaşma” palavrasına son vermek ve iktidara siyasal bakımdan hayati olabilecek bir darbe vurmayı hedeflemek şeklinde ortaya çıkıyor. Bu eğilimi esas olarak devrimci sosyalist kişi, çevre, grup, örgüt ve partiler oluşturuyor.
İkinci eğilim, yine sandığa giderek kimi eleştirilere ve AKP iktidarıyla araya konulmaya çalışılan mesafeye karşın “evet” oyu kullanmak olarak şekilleniyor. Bu eğilimi, esas olarak AKP’nin “demokratikleşme ve askeri vesayet rejimini tasfiye” söyleminin arkasına takılan, büyük bir saflık ya da yüz kızartıcı bir hesapla “darbecilerin” yargılanacağına inanan yedeklenmiş sol liberaller meydana getiriyor. Önemli bir ağırlık oluşturmuyor bu kesim, sol içinde küçük bir alan kaplıyorlar. Ancak tahminlerin üzerinde bir bozucu/çürütücü etkileri var.
AKP, siyasal ve felsefi bakımdan iktidar ve icraat meşruiyetini işte bu kesimler (bir kısmı evetçi olan sol liberaller) üzerinden üretiyor. Çünkü, çok demokratik, özgürlükçü ve hatta pek sosyalist gerekçelerle iktidarın politikalarına (anayasa değişikliği dahil) destek veren sol liberaller, böylece AKP’nin “12 Eylül ve darbecilerle hesaplaşıyoruz, demokratik bir rejim kuruyoruz” yalanına kitlelerin inanması için hayati bir destek veriyor. Üstelik bu yalanın inandırıcı olmasının tek bir koşulu var, o da 12 Eylül faşist darbesinin ve gerici saldırısının muhatabı olan, bedel ödeyen, darbecilerle savaşın onurunu taşıyan solun desteğini almak… Bu nedenle olsa gerek, Star gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni İslamcı bir yarı aydın olan Mustafa Karaalioğlu “referandumda solun hayır demesini anlamıyorum” diyor. Ve yine bu nedenle olsa gerek, yıllardır dar bir grup olmanın ötesine geçemeyen, sol içinde ciddiye alınacak bir etkisi olmayan, en önemli eylemi Taraf gazetesi önünde nöbet tutmak olan DSİP ve Başkanı Doğan Tarkan birdenbire büyük ve yaygın medyanın gözdesi haline geliyor, kendileri kanal kanal gezdiriliyor. Birikim dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner’in durumu da pek farklı değil. Ne demeli, sol ve solculuk bakımından melodramatik bir durum…
Referandumda “evet” diyecek sol liberal kesimler üzerinde daha fazla durmaya (bu yazı çerçevesinde) sanırım gerek yok. Zaten yukarıda da vurguladığım gibi, bir tür “meczup” olarak değerlendirilebilecek bu kesimlerin sol içinde fazla bir etkisi de yok.
***
Diğer taraftan, referandumun “boykot” edilmesi gerektiği görüşünü savunan, bu tutumuyla son çözümlemede ‘utangaç bir evet’ diyen kesimlerin hem sol içinde hem de kitleler nezdinde yarattığı etki daha ciddi boyutlardadır. Bu nedenle okuduğunuz yazıda esas olarak sol’daki boykotçu eğilim üzerinde durulacaktır.
Evet, gelelim üçüncü eğilime sol’da bu eğilimi, sandık başına gitmeyerek, sunulan seçenekleri reddettiğini belirten, bu yanıyla “radikal” hatta “devrimci” bir tutum alındığını iddia eden “boykotçu” kesimler oluşturuyor.
Sol’da boykotçu eğilimi oluşturanlar da aslında üçe ayrılıyor. Birincisi, AKP’nin sistem içi güçler arasında bile uzlaşma aramadan hazırladığı anayasa değişiklik paketinde “hayır” denemeyecek kimi “olumlu” yanlar bulan ve fakat AKP iktidarı için bir güven oylamasına dönüşen referandumda belki de istemelerine karşın “evet” diyemeyenler. İkincisi, yine anayasa değişiklik taslağında “hayır” diyemeyecekleri düzenlemeler olduğunu düşünenler, ama buna karşılık kesinlikle kabul edemeyecekleri bazı değişikliklerin de bu pakette bulunduğunu belirtenler.
Deyim uygunsa “ortada” kaldıkları için referandumu boykot eden bu kesimler, küresel sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin neo-liberal ve emek düşmanı politikalarını kayıtsız şartsız uygulayan AKP’nin anayasa değişiklik taslağında neleri, hangi düzenleme ya da maddeleri olumlu bulduklarını açıklamak zorundadır. Arkadaşlarımız bunu şu ana (okuduğunuz yazının yayımlandığı tarihe) kadar yapamadılar. Çünkü açıkça ve gönül rahatlığıyla savunabilecekleri bir düzenleme ve bunu yapan bir iktidar yok ortada.
Boykotçu eğilim içindeki üçüncü kesim ise, iktidarın sunduğu iki seçeneğin de yanlış olduğunu belirten, halk oylamasının gerçek anlamıyla demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapılmasının önünü keseceği görüşünü savunanlardır.
Referandumda halka sunulan seçenekleri reddettiğini belirterek “radikal” bir boykot çağrısı yapan bu kesimler, boykotçu eğilim içinde deyim uygunsa “sanal devrimci” bir pozisyonu temsil ediyor. Çünkü, iki seçeneği de reddettiğiniz takdirde kitlelere daha büyük, gerçekleşebilir ve onları harekete geçirecek devrimci bir seçenek sunmak, dahası bu seçenek için etkili bir mücadeleyi örgütlemek gereklidir. Daha çok ulusal ölçekte yaşanan devrimci bir durum/kriz ortamında izlenecek politik bir taktik olan boykot, kitlelerin devrimci bir kalkışma içinde olmadıkları koşullarda ise egemen olan güce, iktidara hizmet etmekten başka bir sonuç yaratmaz. (Lenin’in 1907 Duma seçimlerinin Bolşevikler tarafından boykot edilmesi konusunda yaptığı özeleştiri hatırlanmalıdır.)
***
Kuşkusuz önümüze gelen bütün seçimlerde “boykot” politikası uygulamak için mutlaka “devrimci durum” ortamında yaşamak gerekmiyor. Ancak en azından, oylamaya katılma oranını yüzde 50’nin altına çekebilecek, dolayısıyla referandumu veya seçimleri meşru ve geçerli olmaktan çıkarabilecek etkili bir güce ve politik eylem kapasitesine sahip olmak gerekiyor.
Oysa günümüz Türkiye’sinde durum öylesine açık ki, bırakın boykot öneren arkadaşları, sosyalist solun genel olarak ne böyle bir gücü var, ne de böyle bir çağrının kitleler nezdinde bir karşılığı… Ayrıca hukuksal bakımdan da referanduma yüzde 50’nin altında bir katılım gerçekleştiğinde halk oylamasının iptal edileceğine dair bir anayasal ya da yasal düzenleme de yok.
Dolayısıyla bu durumda, boykot taktiği her halükarda AKP’nin değişiklik taslağına, dahası AKP iktidarına utangaç da olsa bir “evet” anlamına gelecektir. Çünkü, hiç kuşku yok ki, sandık başına gittiğinde “hayır” demesi beklenen insanları boykota çağırmak hatta zorlamak, son çözümlemede AKP iktidarına hizmet etmek anlamına gelecektir.
Soğuk Savaş gericiliğinin ve son otuz yıldır yeryüzünde yıkıcı bir rüzgâr gibi esen neo-liberal politikalar ile post-modern, muhafazakâr ve her türden dinci hareketin insanlığa karşı oluşturduğu tarihsel suç ortaklığının Türkiye’deki bir ürünü olan AKP iktidarına karşı tutum almakta tereddüt etmek bile, iktidar payandası olmak için yeterlidir. Bu işbirliğinin ortak zeminini ise siyasal ve felsefi planda liberal ve gerici bir modernite ve aydınlanma eleştirisi oluşturmaktadır. Bu gerici eleştiri, solun da ayaklarını bastığı ve üzerinde yükseldiği zeminleri de yok eden bir niteliğe sahiptir.
***
Bilindiği gibi, esas olarak Kürt yurttaşları temsil eden Barış ve Demokrasi Partisi de (BDP) referandumu “boykot” eden eğilim içinde yer alıyor. Bu partinin ne kadar sol’da olduğu tartışılsa da, boykotçu kesimde yer alan ve sonucu etkileme kapasitesine sahip tek örgütlenme olduğu kuşku götürmüyor. Bu bakımdan, BDP’nin boykot politikasının üzerinde özel olarak durmak hem gerekli hem de doğru olacaktır.
BDP’li Siirt Milletvekili Osman Özçelik’in partisinin referanduma ilişkin görüşlerini açıklarken Şırnak’ta yaptığı bir değerlendirmede, partisinin boykot gerekçesini ortaya koyarken söyledikleri Kürt hareketi bakımından resmi bir görüş olarak ele alınabilir. Özçelik, bir toplantıda yaptığı açıklamada, amaçlarının “AKP’nin ikiyüzlü politikasının ortaya çıkarılması” olduğunu belirterek şöyle devam ediyor:
“Taleplerimizden bazıları siyasi partiler yasası ve seçim barajının düşürülmesini istediğimiz bir öneriydi. Türkiye’de seçim barajı yüzde 10’dur. Gelişmiş ülkelerde seçim barajı diye bir şey yoktur. Avrupa’daki ülkelerin büyük bir bölümünde seçim barajı sıfırdır. Baraj olan ülkelerde de seçim barajı yüzde 3’ü geçen yoktur. Artık çok açıkça da ifade edildiği gibi Türkiye’de yüzde 10 seçim barajının yürürlükte kalmasının bir tek nedeni var. Bunu kamuoyuna da rahatlıkla ifade ediyorlar, Kürtlerin kendilerini, kendi kimlikleriyle parlamentoda hak ettikleri oranda temsil edilmelerine yöneliktir. Yani milyonlarca Kürt halkının arzuları, talepleri kendi temsilcileri tarafından kişilikli bir şekilde ifade edilmesinin önünü tıkamak için yüzde 10 barajının yürürlükte tutulduğunu ifade ettik.”
Özçelik bu gerekçeleri saydıktan sonra partisinin tutumunun “boykot” olduğunu ilan ediyor. Ancak bu gerekçelere bakarak BDP’nin referandumu neden boykot ettiğini anlamak mümkün değil. Öyle anlaşılmaktadır ki, BDP referandumda CHP ve MHP ile aynı çizgiye düşmek istemiyor. Oysa, solda olduğunu iddia eden bir hareket ya da parti tutum belirlerken herhangi bir düzen partisinin politikasından bağımsız olarak, emekçilerin ve ezilenlerin çıkarları ile tarihsel bakımdan devrimci ihtiyaçlar ve gerekçeler üzerinden hareket eder. Gerisi aptalca bir “ahlak” tartışmasıdır, o kadar.
BDP’nin sunduğu gerekçeleri sadeleştirerek formüle edersek şöyle toparlayabiliriz AKP demokratik ölçüler bakımından çok kötü/geri ve Kürtlerin taleplerini içermeyen bir anayasa değişiklik teklifi ile halkın karşısına çıkıyor dolayısıyla bu değişiklik paketinin demokratikleşme ve 12 Eylül rejimi ile hesaplaşma niyet ve politikasıyla bir ilgisi yok. Ama durum böyle olmasına karşın biz yine de referandumu “boykot” edeceğiz. İyi mi?
Kürt illerinde yaşayan yurttaşların ve büyük kentlerde yaşayan muhafazakar, dindar ya da dinci-gerici Kürtlerin büyük bölümünün sandığa giderek “evet” oyu kullanacağı bilindiğine göre, açık ki BDP’nin boykot politikası esas olarak AKP iktidarının işine yarayacak ve utangaç bir “evet” anlamına gelecektir.
Bu durumda ister istemez insanın aklına şu gelmektedir BDP gerçekte iktidarın yaptığı anayasa değişikliğini yetersiz bulsa bile olumlu karşılamakta, ancak Kürt sorununun çözümünde inkar ve imha politikalarının sinsi bir sürdürücüsü olan AKP hükümetini de açıkça desteklemekten kaçınmaktadır.
BDP ve Kürt hareketinin anlaması gereken şudur sol olmadan, sol gelişip güçlenmeden ve siyasal alanı belirleyen bir büyüklüğe ulaşmadan Kürt sorununu adil, demokratik ve onurlu bir şekilde çözmek mümkün değildir. Bu nedenle Kürt hareketi ve Kürt politikacılar her soydan liberalin, gericinin ve düzen partisinin kuyruğuna takılmaktan vazgeçmelidir.
Kürt hareketi ya küresel gericiliğe teslim olarak Amerikancı-Barzanici bir eksene kayacak ya da sol’la yeniden buluşarak tarihsel bakımdan ilerici, kategorik olarak devrimci bir hatta Türk ilericileriyle, devrimcileriyle, sosyalistleriyle ve emekçileriyle ortak bir geleceği inşa edecektir. Bu tarihsel kavşakta -birileri çok üzülecek ama- alınacak tavrın ortalaması yoktur.