ABC Politik

Merdan Yanardağ
17 Eylül 2010
Email :

Birikim dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner’in Referandumdan hemen önce Radikal gazetesinin Pazar ilavesinde yayımlanan (Radikal İki, 5 Eylül 2010) ve sol’u AKP gericiliğinin topluma dayattığı anayasa değişiklik taslağına “evet” oyu vermeye çağıran yazısı, referandumla sınırlı bir değerlendirme olmanın ötesinde, sivil toplumcu siyaset ve liberal tarih felsefesinin tipik bir örneğini oluşturması bakımından önem taşıyordu.

Geçen hafta ilk bölümü yayımlanan tartışmaya bu hafta da devam etmek istiyorum. Referandum öncesinde, “evet” oylarının “küçük” denilebilecek bir farkla da olsa kazanacağını öngördüğüm için, okuduğunuz makalede hemen hemen hiçbir değişiklik yapma gereği duymadım.

***

AKP’nin temsil ettiği muhafazakar ve islami güçler ile sermaye çevrelerinin (örneğin Fethullahçıların) Türkiye’de burjuva devrimini tamamlayacağını ileri süren, dolayısıyla örtük olarak bu karşı devrim hamlesinin aslında tarihsel bakımdan “ilerici” olduğunu iddia eden Ömer Laçiner tam bir felsefi, siyasal ve tarihsel şaşkınlık içinde.
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir burjuva devrimine “muhafazakar” sermaye çevreleri öncülük etmedikleri gibi, yarım kalmış ya da kesintiye uğramış burjuva devrimlerini de muhafazakar ya da gerici güçler tamamlamış değildir.

Burjuva devrimlerini, burjuvazinin ilerici/devrimci kanadı gerçekleştirir ya da tamamlar, gerici ve muhafazakar kanadı değil. Laçiner’in bu basit tarihsel-sosyolojik gerçeği bilmemesi düşünülemeyeceğine gore, bakışını “ideolojik” bir prizmadan kırarak geçirdiği çok açık.

Çünkü Laçiner hiçbir tarihsel, sosyolojik ve iktisadi analize dayanmadan, salt “ideolojik” gerekçelerle ileri sürdüğü “devlet ve burjuvazi arasındaki asırlık mücadelenin” AKP hükümetinin referandum hamlesiyle sona ereceğini ve “burjuva devriminin tamamlanacağını” belirtiyor. Zaten Başbakan Erdoğan da 12 Eylül akşamı yaptığı konuşmada tam bunu söyledi ve “artık vesayet rejiminin sona erdiğini” ilan etti.

Böylece liberallerin, muhafazakarların ve İslamcıların siyasal ve ideolojik mücadele alanında uzunca süre etkili bir şekilde kullandıkları, Laçiner’in de sorgusuz sualsiz devraldığı şu sınıflar üstü “vesayet rejimi” kavramı da tedavülden kalkmış oldu. Oysa bu kavram liberallerin ideolojik bir hegemonya oluşturmakta kullandıkları en önemli araçtı.

Dolayısıyla, askeri vesayet sona erdiği ve burjuva devrimi tamamlandığı için, Laçiner’e göre sosyalistlerin de önü açılacak. Yani sosyalistler, sınıfsal niteliği saf bir burjuva devletine ve kapitalist sisteme karşı daha net, kafaları karışmadan, bulaşık olmayan ve cepheden yürütülecek bir mücadeleyi başlatabilecekler. Yani tarihin saati bu ülkede sosyalistler için çalmış durumda.

***

İlk bakışta liberal siyaset ve sivil toplumcu tarih felsefesiyle çelişik gibi görünse de, Laçiner tipik bir “aşamalı devrim” anlayışına ve şematik bir tarih metodolojisine sahip. Laçiner, örneğin MDD’ciler gibi, “Önce burjuva devrimi tamamlansın, sosyalist devrim ondan sonra gelir” diye özetleyebileceğimiz bir siyasal ve stratejik çizgiye oturmuş oluyor.

Böylece Laçiner, kendisini sürekli ayrı tutmaya çalıştığı 2. Enternasyonal’in “ilerlemeci” ve “şematik” tarih anlayşıyla da buluşmuş durumda. Öyle ki, bugün Türkiye’de devrim yapsak, Laçiner tıpkı 1917 Rusyası’nda Plehanov’un yaptığı gibi “kitaba uymadığı” gerekçesiyle bu devrime karşı çıkacaktır.

***

Laçiner, AKP’nin son halkasını oluşturduğu sağcı, muhafazakar ve İslamcı hareketi tarihsel bakımdan ve Marksizm içinden bir dille meşrulaştırıyor. Böylece Hürriyet ve İtilaf, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve AKP çizgisinin temsil ettiği yüzyıllık gerici, sağcı burjuva siyasal hareketi de entelektüel planda aklanıyor ve tarihsel bakımdan kirli sicili temizleniyor.

Aslında Laçiner ve Birikim dergisi bunu ilk kez de yapmıyor. İnanılır gibi değil ama, Birikim dergisinde 2002 seçimlerinin sonuçlarını değerlendirirken, ülkede “muhafazakar demokratik devrimin” gerçekleştiği ve böylece “burjuva devriminin de tamamlanma sürecine girdiği” ilan edilmişti. Üstelik dergi “muhafazakar devrim” başlıklı bir kapakla çıkmıştı. (Bkz. Birikim, Kasım-Aralık 2002, Sayı163-164).

Laçiner, 2007 seçimlerinden sonra yine Birikim dergisinde kaleme aldığı “Şimdi Alternatif Zamanı” başlıklı bir yazıda da, “Post-modern bir burjuva demokratik devrim”in gerçekleştiğini ve “Otantik Türkiye burjuvazisinin nihai zaferi” elde ettiğini ileri sürmüştü.

Şu “muhafazakar devrim” ne demek? Hangi sınıf ve güçlere dayanıyor? Bu devrime kadar devletin ve düzenin sınıfsal niteliği neydi? Tamamlandığı belirtilen bu “devrim” hangi tarihsel, sosyolojik ve felsefi gerekçelerle ”demokratik” sayılıyor? Bu soruları şimdilik bir yana bırakalım. Ama Laçiner’in şu “Otantik Türkiye burjuvazisi” dediği muhafazakar, İslamcı Anadolu sermayesi, öyle anlaşılıyor ki, laik burjuvazinin başlattığı demokratik devrimi 2010 yılına kadar bir türlü tamamlayamıyor.

Eh, ‘evet’ oyları kazandığı ve Laçier’e göre burjuva devrimi de tamamlandığına gore, artık sosyalizm için esaslı bir mücadeleye başlayabiliriz. Laçiner’in de Türkiye’yi artık kızıla boyamasını beklemek hakkımız sanırım!

***

Laçiner’in burjuva devrimlerinin neredesye istisnasız bir karakteristiği olan sermayenin muhafazakar ve radikal eğilimleri arasındaki mücadeleyi belli kırılmalara uğrasa da günümüze kadar gelen, burjuvazinin tutucu ve devrimci kanadı arasındaki tarihsel itişmeyi yanlış yorumladığı açık. Dahası bu çatışmanın niteliğini hiç kavramadığı da anlaşılıyor.

Değilse Laçiner’in ucuz bir teorik cinlik yaparak sermayenin muhafazakar-liberal kanadının devlete karşı aldığı tutumundan, serbest piyasacı ve özelleştirmeci çizgiden devletin sınıflar üstü bir yapıya sahip olduğu sonucunu çıkardığını söylemek gerekiyor ki, bu bize yakışmaz! Ama Laçiner bunu kendisine yakıştırıyor olmalı. Çünkü bin yıllık liberal tezleri çok yeni görüşler gibi sunmakta bir sakınca görmüyor. Laçiner, burjuvaziden bağımsız bir asker-sivil bürokratik kastın, bir yazısına gore 3 Kasım 2002’ye son yazısına göre de 12 Eylül 2010’e kadar devlete egemen olduğunu ileri sürüyor.

Türkiye’de İkinci Cumhuriyetci siyaset tezlerinin kurucusu olarak Prof. Mehmet Altan bilinir. Bu doğru değildir. Çok matah olduğundan değil ama, bu kadarının oluşturulması için bile Altan’ın kalibresi yeterli değildir…

Türkiye’de İkinci Cumhuriyetçi tarih anlayışı ve siyaset felsefesinin kurucusu, sivil toplumculuğun yerli bababı Prof. Dr. İdris Küçükömer’dir. Küçükömer 1960’lı yılların ünlü “solcu” akademisyenlerinden biridir. Döneminde büyük yankı uyandıran “Düzenin Yabancılaşması” isimli kitabında Türkiye’nin ilerici, solcu ve laik bilinen siyasal güçlerinin aslında sağcı gerici ve islamcı bilinen güçlerinin de gerçekte “solcu” olduklarını ileri sürüyordu.

Küçükömer’in şaka gibi tezi aynen şöyle:

“Türkiye’nin ‘sağ’ güçleri batıcı-laik bürokratik çevreleri temsil eden Jöntürklerin İttihat ve Terakki kanadı, Birinci Meclis’te Cumhuniyet Halk Fırkası, CHP ve Ortanın solu’dur. ‘Sol’ güçleri ise Hürriyet ve İtilaf, Demokrat Parti ve Adalet Partisi’dir.” (Prof. İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması/Batılılaşma, Bağlam Yayınları, Ekim 1994, İstanbul, kapak yazısı)

Küçükömer’in tezlerinin daha iyi anlaşılması için kısa bir özete ve kimi vurgulara ihtiyaç var. Adı geçen kitaba “Sunuş” yazan Yücel Yaman’ın da yaptığı gibi Küçükömer’in görüşlerini şöyle toparlayabiliriz:

a- Türkiye’nin “solcu”ları gericidir. Üretim güçlerinin gelişmesinden yana değillerdir. Tek merkezli yukarıdan aşağı otoriter bir örgütlenmeyi savunurlar. Halkı güdülecek sürü olarak görürler.

b- Türkiye’nin ilericileri “sağ” kanatta görülen geniş İslamcı halk kitleleridir. Onlara bu niteliği kazandıran, onların değişmeye ve gelişmeye, dönüşmeye açık olan sosyal ve ekonomik talepleridir. Bu taleplerin üretici güçleri geliştirici, monolitik iktidar yapısını çatlatıcı ve çoğulcudur.

c- 1960 Anayasası gerici ve anti-demokratiktir.

d- Türk ulusal kurtuluş savaşı anti-emperyalist değildir.

e- Türkiye’de “sivil toplum” ilişkilerinin kurulmasının önündeki engeller, Türkiye’nin ilerici olduğu sanılan güçleridir.

f- Türkiye’de demokratikleşmenin önünde “genetik” engeller vardır. Yüzyıllar boyunca merkezi iktidarlar karşısında “tebaa” ve “kul” olan kitlelerle demokrasi kurulamaz vb. (Bkz. a.g.e, s. 7-8)

İnanılır gibi değil ama, İrdis Küçükömer’in görüşleri aynen böyle. Ben kendisini ölümünden kısa bir süre önce, 1987 yılında Kadıköy Bahariye’deki Kafkaz Düğün Salonu’nda (tarihin cilvesi olsa gerek) düzenlenen bir SHP toplantısında dinlediğimde de görüşlerini yumuşatmakla birlikte aynı tezleri tekrarlıyordu.

Küçükömer’in tek ölçüsünün halk, kitleler, kalabalıklar vb. tarafından desteklenmek ile geleneksel değer ve inançlarla belli ölçülerde uyumlu bulunmaktan ibaret olduğu anlaşılıyor.

Türkiye’de her ilerici atılımın karşısına çıkan, kadının özgürleşmesine itiraz eden, insan aklının dinden ve doğmalardan bağımsızlaşmasına karşı direnen, Köy Enstitüleri’ne saldıran, bilim düşmanlığı yapan, faşist partileri destekleyen, Maraş ve Sivas katliamlarına katılan, emperyalizmin işbirlikçisi olan, askeri darbeleri destekleyen, töre cinayetlerini savunan İslamcı, muhafazakar ve sağcı kalabalıkları “solcu” saymak gerçekten de saçmalamaktan da öte bir durum.

Gelgelelim ne kadar saçma ve bilim dışı olursa olsun Küküçömer görüşlerini açık, doğrudan ve dürüst bir şekilde ortaya koyduğu halde, günümüzün liberalleri ise görüşlerini son derece sinsi ve entelektüel bakımdan korkak bir şekilde ortaya koyuyorlar. Günümüz liberalleri AKP’nin ve Cemaatin görüşlerini incelterek, kabalıklarını törpüleyerek ve yeniden formüle ederek savunmaya çalışıyorlar.

Küçükömer, günümüzün liberal, sol liberal ve muhafazakar tarih ve toplum anlayışının en önemli kurucusudur. Ömer Laçiner ve Birikim dergisi çevresinin de Küçükömer gibi düşündüğü anlaşılmaktadır.

Laçiner şöyle yazıyor:

“Sosyalistler bu mücadele sürecinde sadece fiziki-askeri güç kültünün, onun içerdiği ‘değer’leri cisimleştiren ‘devlet’lilerin yanında veya gölgesinde görüntü verdikleri için değil, o ‘devlet’in karşısına rakip/düşman olarak geçtiklerinde kullandıkları güç, şiddet vurgulu jargon ve tutumlarıyla da aynı horlayıcı tavrı yansıttıkları için kalıcı bir kitlesel destek, benimsenme hali oluşturamadılar.” (Radikal İki, 5 Eylül 2010)

Laçiner’in bu gözlemi ve değerlendirmesi tamamen yanlıştır. Çünkü bütün devrimlerin karakteristiğini, onların yukarıdan dönüştürücü özelliğini sadece Türk devriminin bir arızası olarak görüyor. Dolayısıyla bu değişim ve dönüşüme karşı aslında bütün devrimlerden sonar gelişen gerici-muhafazakar direnişi de tarihsel bakımdan doğru, haklı ve meşru görmekle kalmıyor, örtük olarak ve tıpkı İdris Küçükömer gibi “ilerici” olarak değerlendiriyor. Sosyalistleri de bu kitlenin duyarlılıklarına yabancı ve hatta karşıt oldukları için başarısız sayıyor.

***

İttihat ve Terakki Fırkası’nın temsil ettiği (burjuva anlamda) ilerici ve devrimci çizgiye karşı Prens Sabahattin’in liderliğindeki Hürriyet ve İtilaf Fırkası muhafazakarlığın ve liberal gericiliğin temsilcisi olarak oluşmuştur. Cumhuriyet’in ilanı sırasında ve sonrasında da burjuva devriminin ilerici kanadını temsil eden Kemalistlerin Müdafa-i Hukuk Grubu karşısında muhafazakar İkinci Grup, sonrasında ise CHP karşısında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP ve AKP çizgisi çıkmıştır.

Ancak burada önemle saptanması gereken olgu şudur Türk burjuva devrimi 1950’lerden itibaren burjuvazinin muhafazakar-liberal kanadının ve kadrolarının yönetimine geçmiştir. Laçiner’in zannettiği ve ileri sürdüğü gibi, bu ülkedeki muhafazakar, sağcı, milliyetçi ve İslamcı güçler ezilen, horlanan ve dışlanan bir kesim değildir. Türkiye’de sağcılar, serbest piyasa yanlıları (liberaller), muhafazakarlar ve gericiler 60 yıldır iktidardadır. Bu iktidarın el değiştirme olasılığının her ortaya çıkışında da askeri faşist darbeler yapılmıştır. Türkiye sağcılığı, muhafazakarlığı ve İslamcılığı askeri darbelerle uyumlu ve barışıktır. Dahası bu darbelerin kitle temelini Laçiner’in ve Küçükömer’in horlandıklarını sandığı kesimler oluşturmuştur.

Cumhuriyet’in 85 yıllık tarihinin son 60 yılında ülke ve toplum sağcı, muhafazakar ve işbirlikçi kadroların/burjuvazinin yönetimindedir. Bu çevre ve sınıfların muhalefette oldukları, hele hele Laçiner’in iddia ettiği gibi “devletle bir asırdır mücadele” yürüttükleri tezi tam olarak saçma, tarihsel gerçeklere aykırı ve bilimsel bakımdan yanlıştır. Bu tez liberal bir palavradan ibarettir.

***

Fatih Yaşlı’nın da belirttiği gibi, Prens Sabahattin ile Hürriyet ve İtilaf geleneğini izleyen Türkiye liberallerinin işbirlikçi, özel girişimci ve gerici konumlarına karşılık, İttihat ve Terakki geleneği ve Kemalist hareket tarihsel olarak bağımsızlıkçı, ilerici ve kamucu bir nitelik taşır. Yaşlı, devamla şu önemli saptamayı yapıyor:

“Tarihsel olarak bakıldığında liberalizm (ve muhafazakar modernist gelenek-y.n) Türkiye’de, Batı’dakinden farklı olarak, monarşizme karşı direnen ve ulusal bir pazar inşa etmek isteyen burjuva sınıfının dünya görüşü olarak değil, dünya kapitalizmine Osmanlı’yı bir açık pazar, bir yarı-sömürge olarak eklemlemek isteyen işbirlikçi burjuvazinin dünya görüşü olarak ortaya çıkıyor.” (Bkz. sol.org.tr, 7 Eylül 2010)

İttihatçılar ve Kemalistler dünya kapitalist sistemi içinde olabildiği kadar bağımsızlıkçı bir çizgi izlemeye ve bir ulusal pazar kurmaya çalıştıkları halde, muhafazakar-liberal kanat ise işbirlikçi/komprador bir konumda bulunmakta ısrar ediyordu. Muhafazakar-liberal kesim, gerici sınıf ve güçlerle ittifak yapan bir hareket olarak şekilleniyordu. Bu durum birinci kanadı aydınlanmacı, kamucu, halkçı ve bağımsızlıkçı yaparken, ikinci kanadı ise tutucu, gerici ve işbirlikçi bir çizgiye oturtuyordu.

Bu nedenle muhafazakar burjuvazi ve kadrolar, ilerici kanadı temsil eden asker ve sivil bürokrasi ile tarihleri boyunca ya itiştiler ya da iktidarı paylaşmak zorunda kaldılar. Bu nedenle, hem 1908’e hem de 1923’e karşı sürekli bir düşmanlık içinde oldular.

***

Diğer taraftan Türkiye’de burjuva devrimini, başlangıç ilkelerine ve kuruluş varsayımlarına uygun olarak tamamlama ve onun eksik kalan “demokratik” yanını inşa etme yolundaki en önemli girişim, 27 Mayıs 1960 müdahalesidir. Bu nedenle 27 Mayıs’ı klasik bir askeri darbe saymak, tarihe Aristo mantığıyla bakmakla aynı anlama gelecektir.

27 Mayıs hareketi modern burjuva demokrasilerinin hemen hemen bütün kurumlarını inşa etmiş, devletin fiziki ve siyasal zor yetkisini alabildiğine sınırlandırmıştır. Bütün özerk kurum ve kuruluşlar 27 Mayıs Anayasası’nın ürünüdür. 1961 Anayasası en gelişkin burjuva demokrasilerinde bile bulunmayan bir hakkı, hukuk dışına çıkan iktidarlara karşı halka “direnme” hakkı veren ilginç bir deneydir.

Ancak bu girişim 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbeleri yoluyla tasfiye edilmiştir. Bu darbeleri destekleyenler ağırlıklı olarak işbirlikçi sermaye çevreleri ile sağcı, muhafazakar, İslamcı ve milliyetçi kesimlerdir. Yani Ömer Laçiner’in ileri sürdüğü tezin aksine, muhafazakar burjuvazi bırakın kendi devrimini tamamlamayı, tam tersine bu devrimi tamamlama ve ona “demokratik” bir boyut kazandırma yolundaki en önemli girişimi bastırmış ve tasfiye etmiştir.

***

Öte yandan AKP’nin Hürriyet ve İtilaf, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve ANAP gibi “muhafazakar modernleşmeci” partilerin tarihsel, felsefi, siyasal ve örgütsel olarak düz bir devamı ya da bu akımın son halkası saymak doğru değildir.

AKP islamcı bir gelenekten gelen, dünyadaki gericileşme dalgasıyla buluşan, emperyalizmin Ortadoğu ve Hazar havzası politikalarının ürünü olan, ağırlıklı olarak servetten ve iktidardan daha fazla pay isteyen sermaye çevrelerini (taşra burjuvazisi) temsil eden, felsefi bakımdan aydınlanma ve modernite karşıtı bir partidir. Laçiner’in hiçbir kayıt koymadan AKP’yi merkez sağ-muhafazakar gelenek içine yerleştirmesi son derece yanlıştır.

Çünkü, sosyalist sistemin var olduğu koşullarda “demokrasi” ve “insan hakları” gibi soyut tezlerle ideolojik saldırı yürüten ve bir ölçüde inisiyatifi eline geçiren Batı ve küresel sermaye, artık bu gerekçenin ortadan kalktığı koşullarda kendi hegemonyası için yeni bir tarihsel rıza ve toplumsal onay üretmekte zorlanıyor.

Durum böyle olunca, bir önceki çağın kültürüne ve ideolojisine iltica ediyor. Dini yeniden keşfediyor, insan aklını kutsal metinlerle yeniden teslim almaya ve toplumları bunun üzerinden yönetmeye çalışıyor. Bu olgu günümüz dünyasında sadece Türkiye ve bölge ülkelerinde değil, bütün yeryüzünü kapsayıcı bir eğilime işaret ediyor.
Dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte toplumlar çözülüyor ve ufalanıyor. Özgürlük anlayışı cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestîsine indirgeniyor. Modernitenin bir ürünü olan “vatandaşlık” bağı ve hukuku bile bugün neredeyse tek başına ilerici bir tutum haline geliyor.

Post-modernistler, liberaller, dinci gericiler ve muhafazakârlar serbest piyasa düzenini açık ya da örtük şekilde uygarlığın son aşaması olarak kabul ettikleri için, kapitalizmi aşmaya yönelik her girişimi de bu anlayışın mantıki sonucu olarak “totaliter projeler” diye mahkûm etmeye çalışıyorlar.

İşte AKP ve Türkiye yeni muhafazakarlığı bu tarihsel, kültürel, ideolojik ve felsefi ortamın ve iklimin ürünüdür. Bu nedenle tarihsel bakımdan “ilerlemeci” olması mümkün değildir.

Sonuç olarak, burjuvazinin tarihsel ve kategorik bakımdan gericileştiği bir çağda, garip ve bilim dışı bir kavramsallaştırmayla “muhafazakar devrim”den söz etmek, dahası muhafazakar-İslamcı sermayenin “burjuva devrimini” tamamlayacağını ileri sürmek, pek Marksist gerekçelerle sınıf işbirliğini savunmaktan başka bir şey değildir. Dahası, solu liberal gericiliğin peşine takmaktır.