Bazı kitaplar vardır, daha onları okumadan sadece isimleri bile insanı etkisi altına alır, hatta büyüler. Sayıları çok azdır bu tür kitapların. Yazarlarının diğer eserlerini (neredeyse tamamını) okusanız bile o kitaplara bir türlü eliniz gitmez. Belki de büyünün bozulacağından korkarsınız. Sizi çeken isimleridir. Bir söyleyiş biçimi, çarpıcı bir betimleme, ruhunuza edebi bir dokunuş, hayata dair bir derinlik, bilincinizi kışkırtan felsefi bir gönderme…
Eğer içerikleri de isimlerinin hakkını veriyorsa, yarattıkları ekti kalıcı olur, sizi içine alır. O nedenle bazı kitapların başlangıçta sadece isimleri bile önemlidir.
Beni böyle etkileyen iki kitabı ele alacağım bu yazıda. Türkiye’yi, sokaktaki insanı, dünyayı bu kitaplardan hareketle tartışmayı deneyeceğim. Bu kitapların sadece isimleri değil, asıl etkileyici olan kendileridir. Bu yazıda daha çok biri üzerinde duracağım.
Bunlardan biri Sovyet edebiyatının büyük isimlerinden Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” isimli eseridir. Sözün güzelliğine bakar mısınız Gün uzar yüzyıl olur… Müthiş bir kitaptır. Diğeri ise Kolambiyalı Nobel ödüllü büyük sosyalist yazar Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanıdır.
HERKESİN İŞLENECEĞİNİ BİLDİĞİ CİNAYET
Kırmızı Pazartesi’nde sade, akıcı ve o ölçüde de olağanüstü yetkin bir dille anlatılan öykü, öyle oylumludur ki, sanki yaşadığımız hayatların yüzde 70’ini içerir.
Latin Amerika’da bir kasabada herkesin bildiği, ama kimsenin onaylamadığı, buna karşın yine herkesin istemeden yardımcı olduğu, yeri ve zamanı bile önceden ilan edilmiş ve fakat kimsenin önleyemediği bir cinayet, Santiago Nasar’ın o dramatik ve çarpıcı öyküsü, içinden geçtiğimiz şu tarihsel dönemeçte bu ülkenin ve insanlarının “kader”ine çok benziyor.
Bu ülkede de bir cinayet işlendi çünkü… Herkesin gözü önünde hem de… Önleyemedik. Büyük bir birikime, tarihsel ve entelektüel mirasa sahip bir ülke ve bir halk bu cinayetin önüne geçemedi. Tam tersine büyük ve zımni bir suç ortaklığı oluştu. Bu cinayetin işlenmesini adeta kolaylaştırdı. Tıpkı Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanında anlattığı hikaye gibi.
Bu hafta Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur romanı üzerinden toplumsal ve siyasal hayatımıza bakmayı deneyeceğim. Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabı dolayımıyla yaşadığımız hayatı değerlendirmeyi ise gelecek yazılarıma bırakıyorum.
ZAMANIN RİTMİ TARİHİN TEMPOSU
İnsanların hayatlarında da, toplumların/ülkelerin tarihlerinde de öyle dönemler vardır ki, zamanın olağan bir seyir içinde aktığı dönemlerde bir yılda, on yılda, yüz yılda yaşanabilecek olaylar sanki bir güne sığar. Tarihin kırılma noktalarıdır o günler. Öyle her zaman insan hayatına denk gelmez, deyim uygunsa “bin yılda bir” yaşanır. Alt-üst oluş ve tarihsel dönüşüm dönemleridir o günler.
Gün burada semboldür. Büyük olaylar ve dönüşümler bazen gerçekten bir güne, bazen de birkaç aya ya da yıla sığar. Toplumsal, kültürel veya siyasal bir olay olması da gerekmez, özel hayatlarımızdaki derinliğine yaşadığımız bir gün bile bizde bu duyguyu yaşatabilir. Çok katlı bir yoğunlaşma halidir bu ve biz zamanın bitmesini istemeyiz.
Böylesi dönemlerde zamanın ritmi hızlı, tarihin temposu yüksektir. Takvim farklı akar. Dönemin içindeki insanlar bunu önceleri fark etmezler. Ancak ardından öykü, şiir, roman, deneme vb. ile bütün bir edebiyat kitaplar, makaleler, incelemeler, anılar, müzik ve sinema sökün ettiğinde anlarız bunu. Oysa her şey birkaç günde veya birkaç ayda ya da birkaç yılda olup bitmiştir. Öyledir ama o günlere dair hikayeler, anılar hiç tükenmez. Zengin, hem de çok zenin bir kaynaktır çünkü.
O büyük günlerde insanlar arasında birkaç yaş büyük ya da küçük olmak bile ciddi düzeyde fark yaratırdı.
Şevket Süreyya Aydemir Suyu Arayan Adam kitabında, Nazım Hikmet ve kendisinin başından geçen ilginç bir olayı anlatır. Şevket Süreyya Aydemir, Nazım Hikmet ve Vala Nurettin Moskova’da Doğu Halkları Üniversitesi’nde öğrencidir. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı devam etmektedir.
Sovyet Devrimi’nden sonra Rusya, Osmanlı Devleti ile savaşını bitirir. Bitirmekle de kalmaz, işgal ettiği topraklardan çekilir ve Doğu Cephesi’nde Türkiye’ye yardım etmeye başlar. (Kurtuluş Savaşı Doğu Cephesi’nin sağlama alınması sayesinde kazanılır.) Osmanlı yenilip teslim olduktan sonra İttihat ve Terakki Hareketi liderlerinin büyük bölümü Sovyetler Birliği’ne sığınır. Bu ülkede dostça karşılanırlar. Bunlardan biri de İttihat ve Terakki Fırkası’nın Merkez Yönetim Kurulu (Merkez-i Umumi) üyelerinden ve hareketin teorisyenlerinden Doktor Nazım’dır.
Şevket Süreyya ve Nazım Hikmet, Doktor Nazım’ı zaman zaman ziyaret eder ve uzun sohbetler yaparlar. Daha sonra onunla bir röportaj yapmaya karar verirler. Çünkü, donanımlı bir lider, imparatorluk yönetmiş kadronun önde gelen bir üyesi ve dünyada olup bitenleri iyi analiz eden bir gözlemci ve dava adamıdır. Şevket Süreyya ve Nazım Hikmet’in amacı tarihe bir belge bırakmaktır.
Ancak röportaj sırasında Nazım Hikmet sürekli olarak Doktor Nazım ile, onun anlattıkları üzerinden tartışmaya girer ve iş uzadıkça uzar. Günler süren bu röportaj denemesi tamamlanamaz. Çünkü Doktor Nazım, bir aşamada “Bırakın benimle ilgilenmeyi de dışarıda, Moskova sokaklarında neler olduğunu anlamaya çalışın. Çünkü böyle şeyler tarihte bin yılda bir olur” der ve röportajı keser. Doktor Nazım’ın yaptığı tespit çarpıcıdır. Şevket Süreyya, “Heyecanlı şair yüzünden bu önemli çalışmayı bitiremedik” diye hayıflanır. Gerçekten yazık olmuştur.
Türkiye’de 1970’li yıllar, özellikle ikinci yarısı da özel bir dönemdir. Başkaldırı ve devrim yıllarıdır. Sanki her gün bir yıl gibi yaşanır o dönemde. Zamanın ruhu da temposu da farklıdır.
Evet gün uzamış yüzyıl olmuştur…
MANKURTLAŞMAK
Aytmatov’un söz konusu kitabındaki yan öykülerden biri çok sarsıcıdır. Mankurt… Kitaptaki bu bölüm insanın adeta kanını dondurur. Yüzlerce yıl önce Orta Aysa bozkırlarında yaşanan gerçek bir hikayedir bu.
Göçebe ve savaşcı bir boy olan Yuan Yuanlar, Sarı Özek bozkırında yaşayan Naymanlar’dan tutsak aldıkları gençlere akıllara durgunluk veren bir işkence uygularlar. Açık alanda, bozkırın ortasında yere yatay şekilde hazırlayıp kazıklara bağladıkları çarmıhlara gerdikleri esirlerin kafalarına yaş deve derisi sararlar. Bozkırın karasal ikliminde yazları kavurucu bir sıcak vardır. Bahar aylarında yeşeren çimenlerin ömrü bile çok kısadır.
Güneş altında kurumaya ve daralmaya başlayan kalın deve derisi esirlerin kafalarını sıktıkça tarifsiz acılar verir. Bu uygulama günlerce sürer. Esirler sonuçta ya ölürler ya da sağ kalanlar bütün bilinçlerini ve belleklerini yitirirler. Dahası kendisini esir alan Yuan Yuan’dan başkasını tanımaz, sadece onun söylediklerini yapar ve emirlerine uyarlar. Onlar bir köle bile değildir. Bilinci, belleği, düşünme yeteneği alınmış ama bir insanın bütün yeteneklerine de sahip, efendisine kayıtsız şartsız itaat eden bir makine gibidirler. Annelerini, babalarını, kardeşlerini ve kaimlerini tanımazlar. Bilinci ve ruhu ele geçirilmiş bir köle olarak efendisinin işlerini yapar, çalışır ve gerekirse savaşırlar.
Yazar Orta Asya halklarının böyle kişilere o dönemde “Mankurt” dediğini belirtiyor. Aytmatov yaşanan duruma da “mankurtlaşmak” diyor. Mankurtlaşan kişilerin en önemli özelliği şudur onlar başkaldırmayı ve itaatsizliği hiç düşünmezler, verilen emirlere birebir uyarlar. Onlar insanların bütün yeteneklerine sahip birer hayvan haline gelmiştir.
HALKLAR DA MANKURTLAŞIR
Red dergisinin Haziran 2010 tarihli 45. sayısında Muzaffer Arslan’ın yazsında da işaret ettiği gibi, Cengiz Aytmatov’un anlattığı ve bir tarihsel duruma işaret eden bu hikayede yaptığı tespit olağanüstü önemlidir. Mankurtlaşmak… Sadece insanlar değil, toplumlar da munkurtlaşabilirler.
Aytmatov’un romanında olağanüstü bir çarpıcılıkta anlattığı bu “mankurtlaşmak” durumu, sosyolojik bir kavram olacak kadar önemlidir. Mankurt kavramı, aklı ve bilinci kuşatılarak teslim alınmış, tarihi unutturulmuş, efendisinin çıkarları için kendi değerlerine, ailesine, sınıfına, halkına ve ülkesine ihanet etmiş herkesi ifade eden bir kavram olarak kullanılabilir.
Burada ayırt edici olgu şudur insan bir kez mankurtlaştıktan sonra artık ona hükmetmek için kaba zor uygulamaya gerek kalmaz. Mankurt olan kişi her şeyi isteyerek ve gönüllü olarak yapar.
Öyle ki, kitapta yer alan o yan öyküde mankurtlaşan genç kendisini arayan ve bulan annesini tanımaz. Onu reddeder. Ancak Nayman anne yılmaz, oğlunu yeniden kazanmak için aylar süren bir çabayla ona yaklaşmaya çalışır. Ancak durumu fark eden efendisi kölesini uyarır ve gelen kadının düşmanı olduğu söyler. Ayrıca o kadının genç Nayman’ın hiç çıkarmadığı o deve derisinden başlığını çıkaracağını belirtir. O başlık esaretin, köleliğin, itaatin, teslim olmanın sembolü gibidir. O başlık olmadan mankurtlar yaşayamayacaklarına inanırlar.
Sonuçta, mankurt Nayman, kendi annesini okla vurarak öldürür ve bunu yaptığı için hiç acı duymaz.
İşte uzun bir süredir bu ülkenin halkları tıpkı Aytmatov’un yaptığı o irkilten tespitte olduğu gibi, adeta mankurtlaştırılmış gibidir. Tıpkı o Nayman genci gibi, kurtarıcılarını oklamaktan kaçınmayacak durumdadır.
İŞGALCİLER DOST, DOSTLAR DÜŞMAN OLDU!
Örneğin bu halk kendisine Kurtuluş Savaşı’nda silah, para, yiyecek ve giyecek veren Kızıl Ordu generallerini göndererek Sakarya ve Dumlupınar savaşları ile Büyük Taarruz’un planlanmasına doğrudan katılan işgalcilere karşı birlikte savaşan kıt kaynaklara sahip Cumhuriyet’in inşasına büyük maddi katkılarda bulunan Sovyetler Birliği’ni 50 yıldır düşman olarak gördü.
Çok bilinen bir örnektir ama, durumu anlatmak bakımından çarpıcı olmayı sürdürmektedir. Bilindiği gibi bu millet iktidardakilerin telkiniyle Rus salatasının adını bile Amerikan salatası olarak değiştirdi. Dünyada Rus salatasına Amerikan salatası deme komikliği ve abukluğu sadece Türkiye’dedir.
Diğer taraftan Türkiye halkı savaştığı, kendisine ateş açan, ülkesini işgal eden, askerlerini kıyıma uğratan, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak parçalayıp paylaşan İngiltere’yi, Fransa’yı, İtalya’yı ve Türkiye’nin kuruluş senedi olan Lozan Barış Antlaşması’nı tanımamış olan ABD gibi emperyalist ülkeleri ise “dost” olarak gördü. Tek başına bu olay bile “mankurtlaşma”nın ulaştığı boyutu göstermesi bakımından çok çarpıcıdır.
İnançlar ve din istismarı üzerinden bilinci teslim alınan ve akıl tutulmasına uğratılan bu halk, kendisini sömürenleri, ülkesini işgal edenleri, değerlerini ve kaynaklarını yağmalayanları,emperyalistleri, yani canına okuyanları desteklemeye, onlara hizmet etmeye ya da sandıkta seçmeye devam etti.
Nazım Hikmet’in şiirde söylediği gibi, “Söylemeye dilim varmıyor ama/ kabahatin çoğu senin canım kardeşim.”
TÜRBAN BİR MANKURTLAŞTIRMA ARACIDIR
Türkiye’de ikinci büyük mankurtlaşma dalgası Siyasal İslam’ın yükselmesi ve iktidar olmasıyla had safhaya ulaştı. İşçiler, emekçiler, ücretli çalışanlar, küçük üreticiler ve yoksul köylüler kendilerini sömüren, emeklerine el koyan, derin bir gelir adaletsizliği yaratan, kumu varlıklarını ve işletmelerini yağmalayan, yakınlarına peşkeş çeken AKP’yi ve Siyasal İslamcıları desteklediler. İnsanların sosyo-ekonomik konumlarıyla siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişki koptu. Halkın önemli bir kesimi akıl ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla oy kullanır oldu.
Türban da kadınların mankurtlaşması bakımından bir başka çarpıcı örnek oluşturmaktadır. Kadının kimliğine, kişiliğine ve özgürlüğüne yönelik ahlaksız bir saldırıdır. Kadına karşı büyük ve benzersiz bir aşağılama olan türban, insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğu halde, bir kısım kadın tarafından örtünme mücadelesinin verilmesi başka türlü değerlendirilemez. Kendi celladına aşık olma durumudur bu.
Kadınların bir kısmı, bugün bizatihi kendi özgürlüklerini en hafif deyimle sınırlayan (gerçekte ortadan kaldıran) ve kendilerini günahkar, ikinci sınıf insanlar kategorisine koyan türbanı bağlamak için uğraşmaktadırlar. Bu bir akıl ve bilinç tutulması durumudur. İnsan aklı, bilinci ve bilim yerine teolojik dogmaların geçirilmesidir. Çünkü o kadınlar tıpkı bir ipek böceği gibi kendi kozalarını örmektedirler. İpek böceklerinin ördükleri kozalar aynı zamanda kendi hapishaneleridir. Kozayı kendi çevrelerine örer, içinde hapis kalır ve orada da ölürler. Türban, çarmıha gerilen esirlerin kafalarına sarılan ve onları köleleştiren (mankurtlaştıran) deve derisi işlevi görmektedir.
Türbana bir İslami kural olarak “evet” demek, recme de (zina yaptığı iddia edilen kadını taşlayarak öldürme) evet demeyi gerektirir. Türbana ‘evet’ diyen hayatı düzenleyen diğer kurallara ‘hayır’ diyemez. Değilse ortada büyük sahtekarlık ve ahlaksızlık var demektir.
Ülkede bir diktatörlük kurulurken, İslamo-faşist bir rejim adım adım inşa edilirken, olan bitenin aslında bir demokratikleşme, yürütülen operasyonların da statükocuları (ne demekse, statükoyu artık iktidar oluşturuyor) ve darbecileri tasfiye etmeyi amaçladığını ileri süren liberaller bu mankurtlaştırma sürecinin gönüllü hizmetkarlarıdır. Oysa mankurtlar önce onları oklayacaklar.
Öncelikle halkın kafasındaki o deve derisinden oluşan mengeneyi çıkartıp atmak ve insan aklını özgürleştirmek gerekiyor. Bu utanç verici mankurtluktan kurtulmadan özgürleşmek ve başka bir dünya kurmak mümkün değildir.