ABC Politik

Merdan Yanardağ
12 Kasım 2010
Email :

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Türkiye’nin geleneksel iktidar bloku ve/veya egemen sınıfları içinde ortaya çıkan yön ve program farklılaşması ve bu farklılaşmanın yarattığı siyasal ve toplumsal çatışma ortamı sonlanmış görünüyor.

Özellikle 1995’ten itibaren belirginlik kazanan merkezi iktidarın fiilen parçalanması, birden fazla iktidar odağının oluşması ve bu odaklar arasında bütün iktidarı ele geçirmeye yönelik bir tür “şehzadeler savaşı” yaşanması döneminin de bittiğini söylemek mümkün.

Merkezi iktidarın daha küçük ve kendi egemenlik alanlarına sahip tarihsel güç odakları arasında parçalanması hali ve bu odaklar arasındaki iktidar savaşı bir “fetret” durumuna ya da “fetrete düşme” haline işaret ediyordu.

‘Fetret’, bu topraklara özgü önemli ve açıklayıcı bir siyasal kavramdır. Tarihsel olarak geçici ve fakat önemli bir siyasal duruma işaret eder. Merkezi iktidarın çeşitli iktidar odakları arasında parçalanmasını ve aynı kaynağa sahip bu güçler arasındaki iktidar mücadelesini tanımlar. Bu mücadele ya ufalanmayla ya da iktidar odaklarından (şehzadelerden) birinin diğerlerini tasfiye ederek merkezi iktidarı yeniden kurmasıyla sonuçlanır. Fetret, merkezi olarak yaşanan ve toplumu bölen bir kaos ve geçiş dönemini ifade eder.

Bu yanıyla fetret, günümüzde de kullanılmaya çok uygun ve açıklama yeteneği yüksek bir kavramdır.

Bilindiği gibi, Türkiye Hükümet, Meclis, Polis, Cumhurbaşkanlığı, TSK, Yüksek Yargı hatta üniversiteler birer iktidar odağı olarak birbirinden uzaklaşmış ve cumhuriyetin geleceği ve niteliği konusunda yaşanan derin ihtilaf nedeniyle bu kurumlar birbiriyle çatışmaya başlamıştı.

Belli bir soyutlama ile bakılırsa eğer, bu tablo 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra yaşanan tarihsel duruma, Osmanlı Mülkü’nün şehzadeler arasında parçalanması ve iktidar savaşına çok benziyordu.

İşte AKP-Cemaat kolisyonu, bu iktidar mücadelesini kazanmış ve devleti bütünüyle ele geçirmiştir. Çatışmanın yer yer devam etmesi, kazananlara özgü kimi yumuşatıcı, gerginlikleri azaltıcı tavizler yanıltmamalıdır. Artık Birinci Cumhuriyet sonlanmıştır.

Devletin bütün kurumları, yasama, yürütme ve yargı organları yeni rejimin çatısı altında toplanmıştır. Cumhurbaşkanlığı, Hükümet, Meclis, TSK, Yüksek Yargı, Polis, üniversiteler vb. AKP-Cemaat koalisyonunun kesin hakimiyeti altındadır. Cumhuriyete ve insanlığın ilerici birikimine yönelik karşı devrim süreci tamamlanmıştır.

Ergenekon soruşturması ve referendum biri siyasal şiddeti, diğeri de toplumsal onay üretmeyi sağlayan, dolayısıyla fetret durumuna son veren iki belirleyici hamle olmuştur.

Ancak bu bir Pirus zaferidir. Çok zayıf bir üstünlük söz konusudur. Yenilgiden beter bir zafer durumu vardır. Bu nedenle her an yeni siyasal düzenin değişmesine açık olan kararsız bir denge durumu söz konusudur.

EMPERYALİZMİN BİÇTİĞİ ROL

Bu iktidar savaşı ve rejimin dönüştürülmesi mücadelesinde AKP-Cemaat koalisyonunun en büyük güç kaynağı emperyalizm, özellikle Amerikan emperyalizmi oldu. Bu nedenle Türkiye’nin yakın ve orta vadede siyasal ve toplumsal yaşamını temelden etkileyecek bu rejim değişikliği sürecinin nasıl geliştiğini analiz edip değerlendirmekte büyük yarar var.

Hatırlanacaktır, AKP hükümetinin birinci yılını henüz tamamladığı günlerde İstanbul’da, 15 ve 20 Kasım 2003 tarihlerinde patlayan bombalar, Türkiye’nin küresel düzen içindeki yerinin yeniden tanımlanması tartışmalarını da kulislerden açık ortamlara taşımıştı.

Türkiye’de sinagoglara ve İngiliz-Yahudi sermayesinin bankası HSCB’ye yönelik kanlı eylemler, daha önce Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, İspanya, Irak, Suudi Arabistan ve Tunus’ta gerçekleştirilen İslamî saldırılardan farklı değerlendiriliyordu.

Türkiye’ye bir test alanı olarak bakılıyordu Ilımlı İslam ile Radikal İslam’ın kapışacağı bir tarihsel, kültürel ve sosyolojik alan. Saldırılardan hemen sonra Batı basınında, “Sandık bombayı yenecek mi?” diye soruluyordu. Sandıkla işaret edilen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile onun hükümet ettiği Türkiye oluyor, bomba ise radikal İslamı, örneğin El Kaide ve Taliban’ı simgeliyordu. AKP’nin yönettiği Türkiye’nin İslam dünyası için bir model oluşturabileceği açıkça ifade ediliyordu.

MODEL ÜLKE OLMAK 



Batı, 11 Eylül 2001’de New York’ta “Dünya Ticaret Merkezi” isimli ikiz gökdelenlere yönelik yıkıcı saldırılardan sonra, Atlantik ötesi ve berisiyle, küresel bir tehdit olarak algıladığı radikal İslama karşı çözümü, giderek artan oranda, Ilımlı İslam’ı güçlendirmekte arıyordu.

 Çevresine baktığında bu modele en uygun ülke olarak Türkiye’yi görüyordu.

Çünkü ileri sanayi ülkesi olmasa bile, sanayileşmiş diğer Müslüman ülkelerle karşılaştırıldığında üretim yeteneği gelişmiş modernleşme yolunda ileri sayılabilecek adımlar atmış iyi-kötü işleyen bir parlamenter düzeni ve laiklik geleneği olan Türkiye özellikle ABD için 11 Eylül eylemlerinden sonra giderek farklı bir anlam taşımaya başlıyordu.

Hem ABD hem de Avrupa’daki Amerikancı çevreler, geçmişten farklı olarak Türkiye’ye yeni bir rol biçmeye hazırlanıyordu. Doğrusu, diğer Batı Avrupa ülkelerinin de (Almanya-Fransa mihveri) bu role pek itiraz ettikleri söylenemezdi. Dolayısıyla, daha önce “modern, laik ve demokratik bir Müslüman ülke” olarak İslam dünyası için örnek oluşturduğu belirtilen Türkiye, -ki bu söylem neredeyse bir klişe haline gelmişti- bundan sonra “Ilımlı İslam” ülkesi olarak bütün Doğu’ya “model” olarak sunulmak isteniyordu.

Bu yönde Batı basınında çıkan yazılarda gözle görülür bir artış vardı. Türkiye’de AKP hükümetinin, bu model için “ideal” bir politik araç/ortam oluşturduğu da, hiçbir ciddi kanıtla desteklenmeden ve harhangi bir deneye dayandırılmadan, ısrarla ileri sürülüyordu.

İşte, ABD Başkanı George W. Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair’in İstanbul’daki 15-20 Kasım 2003 saldırılarından 3 saat sonra birlikte kameraların önüne geçerek, Türkiye’yi “küresel teröre karşı savaşta bir cephe ülkesi” olarak tanımlamasının arkasında yatan politik değerlendirme buydu. 

Batı basını ve ABD’deki enstitü ve vakıflarda geliştirilen bu tezler, küçük bir sapmayla hemen Türkiye’de de yeniden üretilmeye başlanıyordu.

BOP VE ILIMLI İSLAM 



Bu fikri arka plan, aslında ABD’nin gezegene hakim olma stratejisini formüle ettiği, “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” ve projenin en önemli siyasal etabı olan Büyük veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (BOP/GOP) diye isimlendirilen stratejik planlamadır. ABD’nin, yeryüzünün en zengin enerji havzalarının bulunduğu Merkezi Avrasya’yı (Ortadoğu ve Hazar havzası) denetim altına almak için geliştirdiği BOP’un en önemli boyutunu ise, hiç kuşkusuz “Ilımlı İslam” stratejisi oluşturuyordu.

Hiçbir rejim sadece çıplak bir askeri ve siyasal zora dayalı olarak ayakta kalamaz. Bu siyasal ve sosyolojik olgu, insanlığın en önemli tarihsel derslerden biridir. Dünyanın en kötü ve zorba yönetimleri bile, üzerinde egemenlik tesis ettiği insanların asgari ihtiyaçlarını karşılamak, örneğin çöpleri toplamak ve fırınları çalıştırmak zorundadır. Dolayısıyla asgari bir toplumsal destek sağlanmadan, sınırlı da olsa bir halk rızası üretilmeden hiçbir baskıcı yönetim ya da diktatörlük sürdürülemez.

Aynı şey askeri işgaller ve sömürgeci rejimler için de geçerlidir. Etkili bir işbirlikçi sınıf yaratmadan, kültürel bir hegemonya oluşturulmadan ve yeterli bir onay üretilmeden işgal ya da sömürgecilik sürdürülemez.
 İngiltere sadece 50 bin kişilik bir orduyla yaklaşık 1 milyar nüfuslu dev Hint kıtasını yüzlerce yıl bu nedenle yönetebildi.

Eğer BOP ve ılımlı islam stratejisi ve/veya siyasetinin yoğunlaşmış bir tanımını yapmak gerekirse bu emperyal planlamanın Ortadoğu ve islam coğrafyasında ABD işgaline, neo-klasik sömürgecilik yönelimine (hedef coğrafyalarda) toplumsal ve siyasal rıza üretmek için geliştirilen bir proje olduğunu söylemek mümkündür.

Özetle ılımlı islam, batılı değerlerle uyumlu, siyasal olarak ABD’nin ve Batı’nın ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş, sınırların yeniden çizildiği ve nihayet rejimlerin bu amaca uygun olarak değiştirilmesinin öngörüldüğü BOP’un taşayıcı kavramıydı. Ve bu kavram/stratejik planlama bizi getirip AKP’nin ve Fethullah Gülen hareketinin kapısına koyuyordu.

FETHULLAH GÜLEN’İN MİSYONU! 



Çünkü ılımlı islam projesinin, içeriden, bölgenin tarihsel ve kültürel ortamından beslenen, dahası teolojik zeminde bir taşıyıcıya ihtiyacı vardı. ABD için çok önemli olmakla birlikte, AKP, politik bir parti olarak bu ihtiyacı tam olarak karşılayamazdı. İslami bir kanaat önderi ya da etkili bir tarikat liderinin de katkısı ve desteği gerekliydi. Bu isim, geniş bir örgütsel ağa, mali güce ve yaygın bir etkileme alanına sahip olan Fethullah Gülen’den başkası değildi.

Bugün Fethullah Gülen, “Dünya denilen geminin kaptanı” olarak nitelendirdiği ABD’nin otorite ve iradesine, hedeflerine ulaşmak için boyun eğilmesi gerektiğini vaaz ediyor. Dolayısıyla Gülen, ABD’nin “ılımlı islam” projesinin teolojik arka planını oluşturmaya soyunmuş gönüllü bir tarikat lideri portresi çiziyor.

Aslında Fethullah Gülen, daha yolun başından itibaren ABD ve onun istihbarat örgütleriyle ilişkili bir isimdi. Gülen, Soğuk Savaş yıllarında, daha 1960’lı yılların başında, Komünizmle Mücadele Derneği’nin (KMD) Erzurum Şubesi Yönetim Kurulu üyesiydi. ABD, Türkiye yakın tarihinin en demokratik denebilecek anayasasını getiren 27 Mayıs 1960 hareketinin önünü kesmek için, istihbarat örgütü CIA aracılığıyla KMD’yi kurdurmuştu. Bu dernek, denilebilir ki, Türkiye’de emperyalist ülkelerin istihbarat servisleriyle birebir ilişkili ilk Soğuk Savaş örgütlenmesiydi.

Bugün Türkiye’de İslamcı alanda siyaset yapan birçok isim bu derneklerde yetişmişti. Örneğin, Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan Malatya KMD başkanıydı. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) de bu tip örgütlerden biriydi. AKP’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül gibi bir çok İslamcı politikacı da MTTB’nden yetişmiş, bu örgütte yöneticilik yapmıştı.

Said-i Nursi’nin kurduğu Nurculuk tarikatının/cemaatinin en büyük kolunu yöneten Fethullah Gülen, aslında liderinin yolundan gidiyordu. Said-i Nursi de, Türk modernleşmesinin kilometre taşlarından 1908 Devrimi’nden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda, İttihat-Terakki yönetimine karşı ayaklanan şeriatçı Derviş Vahdettin’den icazet almıştı.

Said-i Nursi, Kıbrıslı bir şeyh olan Derviş Vahdettin’in Volkan gazetelerinde yazılar yazmış, 13-14 Nisan 1909 tarihindeki bu gerici ayaklanmaya katılmış (isyan Rumi takvimle 31 Mart 1325’te başladığı için olay ’31 Mart Vakası’ diye bilinir), isyan bastırıldıktan sonra sürgüne gönderilmişti. Derviş Vahdettin’in, o dönemde Kıbrıs’ı elinde tutan İngilizlerle ilişkili olduğu, dahası 31 Mart isyanının İngiliz istihbaratı tarafından yönlendirildiği güçlü bir iddia olarak ortaya atılmıştı.

Nitekim, isyan bastırıldıktan sonra, yapılan yargılamalar sırasında İngiltere resmen suçlanmıştı.

İsyancıların tasfiye edilmesinin ardından tahtan indirilen Padişah Abdulhamit bile, 31 Mart’ı tertipleyenlerin İngilizci Kamil Paşa’nın oğlu Sait Paşa ve Prens Sabahattin yanlızı İsmail Kemal olduğunu söylemişti.

Gelenekte bu vardı! Kendi ideolojik-siyasal projelerini (şeriatı) hayata geçirmek için gerektiğinde batılı (emperyalist) güçlerle işbirliği yapmak…

Devam edecek…