Gazetecilere yönelik son Ergenekon dalgasının ardından bu soruşturmaya yönelik toplumun bir kesiminde var olan pozitif inancın da büyük ölçüde sarsıldığı görülüyor. Liberal-muhafazakar yazıcılar cephesinde tam anlamıyla bir çözülme yaşanıyor.
Öyle ki, 12 Eylül 1980 darbesinden beri neredeyse bütün iktidarlarla iç içe çalışmış, devletin zirvesi ve istihbarat örgütleriyle yakın ilişki içinde olmuş, CIA yöneticileriyle ortak projelerde yer almış, ABD hükümetlerine kuryelik yapmış ve bütün bu karanlık ilişkilere karşın her nedense hâlâ “demokrat” sayılan Çengiz Çandar, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmasından sonra yaşanan şaşkınlık için kendi çevresine şöyle sesleniyor
“Sıra, Ergenekon soruşturmasındaki ‘büyük resmi’ görmeyi unutup ağlamaya başlayanların kendilerine gelip gözyaşlarını silmelerinde…” (Bkz. Radikal, 11 Mart 2011)
Zalimlerin, diktatörlerin ve faşizan iktidarların baskısına, terörüne ve zulmüne ortak olan, dahası bunu savunan ve teşvik eden böyle bir yazıyı basın tarihinde bulmak mümkün değildir. Sultan Abdülhamit’in yazıcılarının ya da 12 Eylül darbesinin Nazlı Ilıcak gibi savunucularının bile Cengiz Çandar düzeyine ulaştığını söylemek, adı geçenlere haksızlık olacaktır. Bu yazı, aynı tarihli Radikal gazetesindeki Oral Çalışlar’ın makalesiyle birlikte Basın Müzesi’nin “ibret” köşesine konulmalı ve gelecek kuşaklar için sergilenmelidir.
Yeri gelmişken hemen burada bir tarihsel çarpıtmayı ya da abartılı bir dönem değerlendirmesini de düzeltmek gereklidir. Cengiz Çandar’ın 28 Şubat 1997 dönemine ilişkin mağduriyet edebiyatı tam bir efsanedir. Çandar’ın söz konusu dönemde Yeni Şafak gazetesinde yazmaya devam ettiğini, hakkında ciddiye alınabilecek hiçbir soruşturma açılmadığını, örneğin Ergenekon soruşturması gibi komplolar sonucu tutuklanmadığını hatırlatalım. Dolayısıyla artık şu “28 Şubat mağdurları” palavrasına da bir son vermenin zamanı çoktan gelmiş durumdadır.
***
Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de aralarında bulunduğu toplam 10 gazetecinin tutuklanmasıyla sonuçlanan son Ergenekon dalgası, bu soruşturmaya destek veren çevrelerde tam bir şaşkınlık ve yer yer panik yarattı. Bu durumun ortaya çıkmasıyla birlikte, kamuoyunun bir kesiminde de ilginç bir tutum da şekillenmeye başladı. Bu tutumu şöyle özetleyebiliriz “Ergenekon soruşturması aslında derin devletin, darbecilerin ve Kontrgerilla’nın tasfiye edilerek suçlarının cezalandırılmasına yönelik olmasına karşın amacından saptı. Bu çevrelerle hiç ilişkili olamayacak gazeteciler ve muhalifler de tutuklanmaya başladı vb.”
Örneğin bu yaklaşımın bir sonucu olarak, İstanbul Taksim’de biri geçen Pazar günü olmak üzere düzenlenen iki büyük gazeteci eyleminde de bazı kesimlerin özellikle Ahmet Şık ve Nedim Şener isimlerini öne çıkardıkları gözleniyordu. Dolayısıyla Şık ve Şener ile diğer Ergenekon zanlıları, hatta bu davalarda yargılanan diğer gazeteciler arasına bir mesafe konulmaya çalışıldığı dikkat çekiyordu.
İşte en büyük yanılgı tam da burada, bu tutumun kendisinde yatmaktadır. Cengiz Çandar’ın gözyaşlarını silmelerini istediği çevreler de bu tutumun sahipleridir. Oysa Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci ve aydınlar, ne Nedim Şener ve Ahmet Şık’tan ibarettir ne de bu davalarda darbeciler ve Kontrgerilla mensupları yargılanmaktadır.
Aynı yaklaşımı, gazeteci Ahmet Şık ile Devrimci Karargah örgütü davasından tutuklu yargılanan sosyalist Toplumsal Özgürlük Platformu sözcülerinden Tuncay Yılmaz’ın mektuplarında da görmek mümkün.
Ahmet Şık kamuoyuna yönelik olarak yazdığı ve birçok gazete ve internet sitesinde yayımlanan mektubunda gözaltında kaybolanların yakınlarına, Hrant Dink’in ailesine, Metin Göktepe’nin annesine seslenerek, “Ben şimdi sizin çocuklarınızı öldürenlerle birlikteymişim, öyle mi?” diye soruyor. Son derece haklı. Ama aynı zamanda, başta kendi hayatı olmak üzere, çok sayıda olgu tarafından yanlışlığı da kanıtlanmış olan son derece hatalı bir yaklaşım içinde. (Bkz. Ahmet Şık’tan Mektup, tam metin, www.bianet.org, 12 Mart 2011)
Tuncay Yılmaz da Radikal İki’de yayımlanan mektubunda, Devrimci Karargah davasının en zayıf noktasının Ergenekon örgütlenmesiyle ilişkilendirilmesi olduğunu belirtiyor. Yılmaz, kendisinin Ergenekon üyesi olamayacağının en önemli kanıtı olarak ise, arkadaşlarıyla birlikte Silivri’ye gelip “Sonuna kadar gitsin” diye eylem yapmasını ve bu soruşturmaya destek vermesini gösteriyor. (Bkz. Tuncay Yılmaz, Radikal İki, 27 Şubat 2011)
Evet bir sosyalist gazeteci, aydın ya da aktivist için, kurulu düzenin suç örgütleriyle ya da darbecileriyle birlikte anılmaktan daha ağır bir durum olamaz. Bunu anlamak mümkün. Ancak, Ahmet Şık ve Tuncay Yılmaz kendi konumlarından ya da başlarına gelenlerden hareketle Ergenekon diye bir örgütlenmenin olamayacağı ve bu davanın gerçek Kontrgerilla ile bir ilgisinin bulunmadığı sonucuna varabilecekken, ne yazık ki, bunu yapamıyorlar.
Bu durum, yeni iktidar blokunun kuşatıcı söyleminin etkisini göstermesi ve yaratılan bilinç kirlenmesinin düzeyini ortaya koyması bakımından son derece önemli. Ahmet Şık ve Tuncay Yılmaz, sadece solcu/sosyalist olduklarını belirterek, hatta bunu kanıtlamaya çalışarak Ergenekon üyesi olmalarının ya da bu örgütle ilişkili bulunmalarının imkansızlığını anlatmaya çalışıyorlar. Doğru, gerçekten de imkansız…
Ancak bu gerçeği belirtirken, her ikisi de önsel olarak Ergenekon diye bir örgütün varlığını kabul ediyorlar aslında. Dolayısıyla, son çözümlemede yürütülen soruşturmanın haklılığını da teslim etmiş oluyorlar. İşte, yukarıda da vurguladığım gibi, Ergenekon soruşturmalarına bakışta “doğruda durma” tavrını engelleyen ya da zedeleyen en zayıf nokta burasıdır. Dahası Ergenekon soruşturması ile yaratılmak istenen atmosfer tam da budur.
Çünkü bu soruşturma ile aynı zamanda gerçek derin devletin, Kontrgerilanın üstü örtülmek ve işlenen suçlar aklanmak istenmektedir. Bilinmelidir ki, Ergenekon davalarında Kontrgerilla ve darbeciler yargılanmamaktadır. Bu davalarda yargılanan kişiler arasında Kontrgerilla ve JİTEM mensuplarının bulunması bu gerçeği değiştirmemektedir. Veli Küçük, Arif Doğan ya da İbrahim Şahin gibi isimler, iddianamelerde de açıkça görüleceği üzere, asıl/gerçek suçlarından dolayı yargılanmıyorlar. Adı geçen suçlara yönelik olarak sorgulanmamışlar bile.
Bu kişiler söz konusu davaya inandırıcılık kazandırmak için dahil edilmiş görünüyorlar. Ve yine kişiler ve örgütleri hakkında hiç kuşkusuz gerçek bir soruşturma yapılmalıdır. Gerçek mahkemelerde yargılanmalı ve hak ettikleri cezalara çarptırılmalıdır. Türkiye’de Kontrgerilla’nın tasfiyesi ve suçluların cezalandırılması için gerçek bir adalet mücadelesi verilmelidir.