ABC Politik

Merdan Yanardağ
15 Nisan 2011
Email :

Siyasal ve felsefi analiz yazılarında bazen güncelin dışına çıkmak, olaylara tarihsel bir derinlik içinde bakmak, kimi zaman olup bitenleri anlamak bakımından daha işlevsel olabilir. Ben de bu hafta böyle yapacağım Türkiye’nin genel seçim atmosferine girdiği, partilerin aday listelerinin belli olduğu, örneğin CHP’nin sağ ve liberal bir çizgiye savrulduğunun ortaya çıktığı bir haftada, biraz güncelin dışına çıkarak, bugünün dünyasını belirleyen bir duruma, üzerinde yeterince durulmayan tarihsel bir olguya işaret etmeye çalışacağım.

DERS ALMAK GEREKİYOR, HEM DE SIKI BİR DERS!

Dünyada ve Türkiye’deki gericileşme sürecinin hemen hemen birbirine paralel bir seyir izledğini söylemek mümkün. Ancak Türkiye bu süreçte çok özel bir yere sahiptir. Sosyalizmin çözülüşü ve Sosyalist Blok’un dağılmasıyla birlikte, dünya ölçeğinde izlenen neo-liberal ekonomi politikalarına paralel olarak, Türkiye’de de iktisadi, toplumsal ve felsefi düzeyde insanlığın ilerici birikimine, ülke somutunda da Cumhuriyet’in kazanımlarına (bu kazanımlar ne kadarsa) yönelik şiddetli bir saldırı ve tasfiye girişimi başladı. Bu saldırının tarihsel veya kronolojik bakımdan kilometre taşı 12 Eylül 1980 darbesi olmakla birlikte, esas olarak 1960’lı yıllara uzanan bir oylumu vardı.

Dünyadaki tarihsel büyük geriye savruluşun Türkiye etabı/boyutu tayin edici bir önem taşıyordu. Türkiye kazanılsaydı, biz sosyalistler başarsaydık -ki bunu yapabilirdik- dünya ve insanlık kaybetmeyecekti. Kapitalist-emperyalist blok bunun farkındaydı ama biz değildik. Türkiye’deki 1980 askeri-faşist darbesi, Batı’nın ABD önderliğinde dünya sosyalist hareketine, uluslararası devrimci harekete, işçi sınıfına, mazlum halklara ve elbette Sosyalist Bloka yönelik saldırısının altın vuruşuydu.

BİZ KAZANSAYDIK İNSANLIK KAYBETMEYECEKTİ!

Kimseye haksızlık etmek istemem ama, küresel karşı devrim dalgasında Türkiye’nin tuttuğu yer, gerek ülkemiz gerekse dünyanın sol entelektüelleri tarafından yeterince kavranmamış, tartışılmamış ve üzerinde çalışılmamıştır.

Fazla spekülatif bir tez ve iddia gibi gelebilir ama, yakın tarihe dikkatli bir gözle ve devrimci bir perspektiften bakıldığı zaman görüleceği gibi, eğer Türkiye’de devrimciler iktidarı ele geçirebilselerdi, dünya ölçeğinde çözülen ve çöken sosyalizm değil, kapitalizm ve emperyalist blok olabilirdi. Bunun bütün objektif şartları vardı.

Merkezi Avrasya’da, Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya hakim, bölgenin en gelişmiş ve büyük gücü olarak Türkiye’nin kaybedilmesi, bölgenin de kaybedilmesi demekti. Bölgenin kaybedilmesi, emperyalist-kapitalist sistem bakımından dünyanın kaybedilmesi anlamına gelecekti. Türkiye’yi Balkanlar’da Yunanistan’ın takip etmesi kaçınılmazdı. Ortadoğu’da ise, İsrail ve Ortaçağ artığı Körfez Emirlikleri ile emperyalizmin direnmesi mümkün değildi. Batı için Afganistan, (farklı bir karakter taşısa da) İran ve Nikaragua düşmüş El Salvador, Honduras ve Guatemala ise düşmek üzereydi. Asya ve Afrika’da da inisiyatif uluslararası devrimci hareketteydi.

Türkiye’de ise bir “devrimci durum” yaşanıyor, bütün koşullar tarihsel bakımdan ileriye doğru toplumsal bir sıçramayı, iktidarı almayı, hiç değilse bunu denemeyi zorluyordu. Ve fakat, büyük bir güce ulaşan, entelektüel ve ideolojik inisiyatifi elinde tutan, yüksek bir aydın potansiyeline sahip olan, sokakları ve hayatın akışını kontrol eden Türkiye devrimci/sosyalist hareketi tarihin çağırısına uymadı. İktidarı almaya cesaret edemedi. Daha kötüsü bu çağrıyı duymadı da.

TARİHİN CEZASI!

Türkiye sosyalist hareketi iktidarı alacak güce, birikime ve etkinliğe sahip olduğunun farkında değildi. Bölünmüş olması solu güçten düşüren en önemli etken olmakla birlikte, bu durum bile tarihsel bir atılımı gerçekleştirmenin önünde engel değildi. Çünkü sol, tarihin ve toplumun derinliklerinden süzülüp gelen “taç giyen baş akıllanır” sözünden bile haberdar değildi.

Derin bir önderlik sorunu/boşluğu yaşanıyordu. Bu boşluğun faturası çok ağır oldu.

Başka bir anlatımla, Türkiye’nin ulusal ölçekte yaşadığı çok katlı ve çok yönlü kriz tarihsel ve kategorik olarak “ilerici” bir hamleyle aşılabilecekken bu yapılamadı ve toplum gerici çözüme mahkum ve razı edildi. Bu sonuç kaçınılmazdı. Çünkü bir ülke sürekli kriz içinde yaşayamazdı.

Diğer taraftan, yukarıda da belirttiğim gibi eğer Türkiye’nin rengi değişseydi, kapitalist sistem dünyanın Kuzey-Batısına sıkışıp kalacak, kuşatıcı ve şiddetli bir saldırı karşısında da fazla tutunamayacaktı.

Sonuçta tarihin çağrısına uymayanlar onun cezasına razı oldular. Bu ceza 12 Eylül 1980 darbesi ve 1990-91’de yaşanan büyük çözülüştü. Tarihsel olarak büyük geriye savruluştu… Biz bu cezayı çekmeye devam ediyoruz.

DURANLAR, SAVUNMADA KALANLAR KAYBETTİ

İki sistem ve iki hegomonik güç arasındaki mücadeleyi Batı’nın kaybetmek üzere olduğu bir tarihsel kesitte, ABD liderliğinde başlatılan saldırı karşısında Sovyetler Birliği ve Sosyalist Blok 1960’lardan itibaren hep savunmada kaldı. “Yıldızlar Savaşı” projesi ile yıkıcı bir rekabete zorlanan SSCB, küresel ölçekte başlatılan karşı devrimci dalgayı aynı ölçekteki bir saldırıyla karşılamak yerine geri çekilmeyi tercih etti.

Sosyalistler bütün insanlığın sorumluluğunu omuzlarında duydukları için gezegenin mahvolmasından korktular. Bu durumu 1967’de Küba krizi sırasında Kruşçev ile Kastro arasındaki mektuplarda da görmek mümkün. Tarihin çağrısından korkanlar kaybettiler.

Kabul etmek gerekir ki, Sosyalist Blok’un tavrı çok anlaşılır ve sosyalizmin hümanist özüne çok uygun bir tutumdu. Ancak bu tutumun insanlığı yıkıma götüren asıl yol olduğu görülemedi. Devrim tıpkı bisiklet kullanmak gibidir pedalları sürekli çevirmek gerekir. Durduğunuzda düşerseniz.

ABD’de 1960’lı yıllarda ortaya çıkan yeni muhafazakarlar, 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren yaptıkları analizlerde iki sistem arasındaki mücadeleyi, “Batı uygarlığı”nın kaybetmek üzere olduğunu saptamışlardı. Önemli isimleri ve teorisyenleri arasında eski solcuların da bulunduğu bu post-modern gerici hareket, dünya 1980’e geldiğinde ABD ve NATO’nun sosyalist sisteme karşı “lokal nükleer savaşlar” da dahil olmak üzere, kapsamlı bir saldırı başlatması gerektiğini savunmaya başladılar. Aksi halde, “iki sistem arasındaki mücadeleyi kapitalizmin kaybedecek” diyorlardı. Bu saptama doğruydu.

Sosyalist Blok ve uluslararası sosyalist hareket ise bu dönemi “Nükleer silahlanmaya hayır” ve “Barış” kampanyaları ile karşıladı. Özellikle Avrupa ülkeleri 1980’li yıllarda baştan başa barış mitingleriyle sarsılıyordu. Bu durum 1990’a kadar geldi. Polanya, Romanya, Demokratik Almanya, Macaristan ve Çekoslovakya’da gelişen karşı devrimlere gerekli yanıtlar zamanında üretilemedi ve karşılık verilemedi.

Bugün dünyada ve Türkiye’de yaşanan gericileşme, etnik ve dinsel boğazlaşma, kan ve gözyaşı, sefalet ve adaletsizlik, ve nihayet küçük bir azınlığın yüz kızartıcı zenginliği işte küresel ölçekte yaşanan bu karşı devrimci saldırıya zamanında cevap verilememesinden kaynaklanmaktadır.

İnsanlık Türkiye’de kaybetti, yine Türkiye’de kazanabilir. Önümüzdeki seçimlerde bu tarihsel bilinçle davranmak, geçmişte yaptığımız yaşamsal hatayı telafi etmese bile acılarımızı dindirmekte küçük de olsa bir rol oynayabilir.

Ve daha da önemlisi yine kazanabiliriz. Haydi!