Kars’ta heykeltraş Mehmet Aksoy’un yaptığı ve Ermeni dramını anlatan “İnsanlık Anıtı” isimli tamamlanmamış heykelin başına gelenleri biliyorsunuz. Başbakan Erdoğan’ın aynı yerde mezarı olan bir tarikat şeyhinin manevi kişiliğine hakaret olarak gördüğü bu heykel, yıkım ekibinin getirdiği tekbirler eşliğinde sökülmeye başlandı. Buraya dikkat, yıkım personeli işe tekbir getirerek başlıyor. Putu yıkıyorlar. Heykelin önce kafası kesiliyor ve haykırıyor yıkım ekebi Allahuekber!
Bunun tarihsel bakımdan çok dramatik bir sahne olduğu kesin. Bu heykelin teolojik nedenlerle yıkılması bir dönemin artık kapandığını simgesel olarak ilan ediyor. Yıkılan heykel değil, Birinci Cumhuriyettir. Bir dönem kapanıyor artık. Demokratikleşme adına gerici tarihsel bloğa, daha somutlarsak AKP-Cemaat koalisyonuna paha biçilemeyecek değerde destek veren liberaller ve sol liberaller olup biteni şaşkınlıkla izliyor.
Kendi varoluş zeminlerinin de hızla kaymakta olduğunu, başka bir hakikat rejiminin kurulmaya başladığını ve bu yeni dönemde kendilerine hayat alanı tanınmayacağını gördükçe şaşkınlıkları yerini aldatılmış olmanın ezikliği ile korku karışımı bir duyguya bırakıyor.
Liberal demokratların içinde bulunduğu bu acıklı durum yer yer arsızlığa, daha da önemlisi kasdedilmiş bir ihanete dönüşüyor. Kendi hayatlarına, değerlerine, tarihlerine, anılarına, dostlarına, yaşam tarzlarına bir ihanet… İnsanı sinikleştiren ve sünepe bir varoluştan başka seçenek bırakmayan bir arsızlık ve ihanet.
***
Peki yıkılan Cumhuriyet tarihsel bakımdan ne anlama geliyordu? Türkiye ve dünya hangi evrelerden geçerek kendi geleneklerine ihanet etmişti? Birinci Cumhuriyeti yıkan gerici blok nasıl bir nesnelliğin ve tarihsel sürecin sonucunda ortaya çıkmıştı?
Bu soruları bir akış içinde ve tarihsel, siyasal bağlamına oturtarak şöyle yanıtlayabiliriz:
Cumhuriyetin burjuva anlamda “devrimci” ve/veya “reformcu” döneminin sonuna gelindiği tarihlerde 2. Dünya Savaşı başlamış ve ardından gelişen Soğuk Savaş gericiliği Türkiye’yi de içine alarak, bu gezegendeki hayatı 1990’lara kadar belirlemişti.
Türkiye bir Soğuk Savaş kurbanıdır.
Bu tarihsel kesit aynı zamanda sosyalizmin ve devrimci mücadelelerin küresel ölçekte büyük bir güç haline geldiği, insanlığın kaderine yön vermeye başladığı bir dönemdi. Sosyalist Blok’un dev bir güç olarak kapitalist sistemi tehdit ettiği bir tarihsel kesitti.
Sosyalist sistemin baskısı ve kapitalist ülkelerde gelişen sınıf mücadelerininin de etkisiyle Batı’da sosyal devlet politikaları uygulanıyordu. Öyle ki, M. Fedesoyev ve Y. Krassin gibi Sovyet ideologları, söz konusu dönemde “işçi sınıfına rüşvet” olarak da değrlendirilen bu politikalar sonucu sınıf çelişkilerinin “negatif bir çözüme” ulaştığını bile ileri sürüyorlardı. Ciddi bir tezdi bu.
Türkiye’de cumhuriyetin kuruluş dinamiğinden beslenen ve başlangıç ilkelerinden gelen kamucu, halkçı özellikler ile sosyal devlet ideolojisi ve politikaları tam 2. Dünya Savaşı sonrasındaki kavşakta buluşmuştu.
Dolayısıyla 1980’lere gelindiğinde, neo-liberal politikaların hayata geçirilmesinin önünde Cumhuriyet’in bu halkçı, kamucu karakteri, yükselen sınıf mücadelesi, sosyalist muhalefet ve genel olarak sol önemli bir engel oluşturuyordu.
Burada belirtmeliyim ki, sosyalist hareketin Cumhuriyet’e yönelttiği eleştiriler ile bugünkü gerici eleştiriyi birbirine karıştırmamak gereklidir. Bizim eleştirimiz, tarihsel olarak ilerici, kategorik bakımdan da devrimci ve toplumcu bir eleştiridir. Kapitalizmi ve moderniteyi aşma kapasitesine sahip tek eleştiri Marksist itirazdır.
***
Bir ulus inşası ve kapitalist modernleşme projesi olan Cumhuriyet, kaçınılmaz olarak bütün burjuva devrimleri gibi aydınlanmacı, laik ve pozitif bilimleri esas alan bir sistem kurmak zorundaydı. Bütün kusurlarına ve eksikliklerine karşın öyle de yaptı. Bu özellikleriyle nesnel olarak modern sınıfların oluşumunda ve sol’un gelişiminin maddi ve kültürel temellerinin atılmasında da önemli bir rol oynadı.
Günümüzde bir sınıf olarak burjuvazi ve bir sistem olarak kapitalizm tarihsel ömrünü doldurmasına karşın, siyasal, ekonomik ve toplumsal düzen olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte burjuvazi artık kendi sınıfsal egemenliğini, hatta sınıfsal varlığını bile ahlaki, hukuki, tarihsel ve siyasal bakımdan açıklama yeteneğini büyük ölçüde yitirmiştir.
Liberallerin tersine bütün iddialarına karşın, sınıf olarak burjuvazi tarihsel meşruiyetini tüketmiştir. Kapitalizm artık bütün insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit etmektedir. Durum böyle olunca burjuvazi varlığını ve egemenliğini sürdürebilmek için yeniden meşruiyet üretmek ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Bu durum, burjuvazinin tarihsel bakımdan gericileşmesinden daha öte ve yeni bir durumdur.
***
Günümüzde burjuvazi artık kendi hegemonyası için yeni bir tarihsel rıza ve toplumsal onay üretmek zorundadır. Durum böyle olunca, burjuvazinin bir önceki çağın kültürüne ve ideolojisine iltica etmekten başka çaresi yoktur.
Yükselen yeni burjuvazi bu nedenle dini yeniden keşfediyor, insan aklını kutsal metinlerle yeniden teslim almaya çalışıyor. Bu olgu günümüz dünyasında sadece Türkiye ve bölge ülkelerinde değil, bütün yeryüzünü kapsayan bir eğilime işaret ediyor. Bunun adı yeni Ortaçağ’dır.
Bugün çekilen bütün sancı bu durumdan kaynaklanmaktadır. AKP-Cemaat koalisyonu Soğuk Savaş döneminde kendilerini kollayan ve büyüten gücü tasfiye ediyor.
İşte Kars’ta adı “İnsanlık Anıtı” olan heykelin kafasını bu nedenle kestiler. Hem de tekbir getirerek.