Önümüzdeki 12 Haziran 2011 tarihinde yapılacak genel seçimler, bir bakıma “Türk modernleşmesi” denilen siyasal projenin başarılı olup olmadığının da belirleneceği bir test alanı olacak gibi görünüyor. Çünkü, Türkiye’de Birinci Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejiminin kurulması yönünde alınan mesafe, Müslüman toplumlardaki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımına dayanıyor.
Dolayısıyla İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne ve toplumsal dokusuna özgü, Batıyla uyumlu yeni bir modelin oluşturulması gerektiği uzunca süredir ABD meydasında, akademik çevrelerde tartışılıyor politikacılar, stratejistler ve siyaset yapıcıları arasında konuşuluyordu.
İşte ‘ılımlı İslam’ kavramı ve bu kavrama uygun bir model ülke oluşturmak stratejisi, ABD ve ittifak içinde olduğu diğer emperyalist ülkelerin yeni ihtiyaçlarının bir sonucu olduğu kadar, bu fikri arka planın da ürünüydü. Model ülkenin, modernleşme sürecinde görece başarılı olan ancak sorunlarını aşamamış Türkiye olabileceği düşünülüyordu. Ancak ortada bir sorun vardı, tarih içinde ne kadar hırpalansa da bütün sorunlarına ve sınırlılıklarına karşın modernleşmenin yarattığı laik cumhuriyet…
Ancak Türkiye için istenen yeni bir Suudi rejimi değildi. Türkiye’yi İslam dünyasına yakınlaştıracak, hatta bu dünyaya liderlik yapmasını sağlayacak düşük yoğunluklu bir İslamizasyon, söz konusu hedef için yeterli görülüyordu.
***
Türkiye’de rejimin çok partili ve seçimli bir ılımlı İslam cumhuriyeti yönünde dönüşmesi ABD’nin doğrudan ve tam olarak sağlayamadığı bölge hakimiyeti ve kuramadığı hegemonyanın Ankara üzerinden gerçekleştirilmesi demekti. Elbette bu projenin tek bir koşulu vardı Türkiye-ABD ilişkilerini bozmayacak nitelikte hükümetlerin işbaşına gelmesini sağlamak… İşte AKP bu ihtiyacın ve konjonktürün ürünüydü.
Amerikan dış politikasına yön vermeye devam eden Neo-Con (yeni muhafazakar) ekip, laik ve cumhuriyetçi Türkiye’nin İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar bu dünyadan uzaklaştığını düşünüyordu. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için “İslamla demokrasiyi birleştirecek” bir ılımlı İslam ülkesi yaratmak gerektiği tezini de sıkça işliyorlardı.
Bu görüş Amerikan entellektüelleri ve politikacıları arasında çok yayılmış ve neredeyse resmi siyaset haline gelmişti. Örneğin New York Times gazetesinin uzun süre Ankara merkezli olarak Türkiye ve Ortadoğu temsilciliğini yapan Stephen Kinzer, “Ezber Bozmak” isimli kitabında, Türkiye’nin artık neden bir ılımlı İslam ülkesi olması gerektiğini şöyle anlatıyor:
“Türkiye’nin modern tarihinin büyük bir bölümünde Müslüman dünya onu bir dönek olarak görmüştü. Atatürk’ün reformları Türkiye’yi İslam’ın o kadar uzağına taşımıştı ki dini meşruiyeti kaybolmuş gibi göründü. Bunun yanı sıra Washington’un uşağı gibi algılanmış ve birçok Müslümanın nefretle karşıladığı Amerikan politikalarını benimsiyor diye damgalanmıştı.
“Günümüzde bu itirazlar Türkiye için geçerliliğini yitirmiştir. Dindar Müslümanlar tarafından yönetilmektedir ve kendi dış politikası vardır. Liderleri geçmişte hiç önemsenmedikleri yerlerde sıcak bir biçimde karşılanmaktadır.
“Türkiye yeni arzusuna karşı hemen hiç direnişle karşılaşmadı. Sadece kendisinden istendiğinde müdahale ederek ve geniş yelpazedeki hükümetlerle ve hiziplerle iyi ilişkiler kurarak başka hiçbir ülkenin oynayamayacağı bir rolü oynamaktadır. (…) Osmanlı geçmişi ona büyük bir tarihi ağırlık vermektedir. Sadece göreli refahından dolayı değil ama aynı zamanda toplumun (Araplara göre-my) bu kadar özgür olmasından dolayı da cazip bir modeldir.” (Stephen Kinzer, Ezber Bozmak / Türkiye İran ve Amerika’nın Geleceği, Çev. Sulhiye Gültekingil, İletişim Yayınları, Mart 2011 İstanbul, S. 217)
Yeni Türkiye ile ABD ilişkilerini de değerlendiren Kinzer, “Dindar Müslümanların yönettiği” Ankara’nın Washington’a yapacağı katkılar konusunda da şunları söylüyor:
“Türkiye’nin yeni rolü Birleşik Devletler’e önemli şeyler vaat ediyor. Müslüman bir ülke olarak etrafındaki bölgeye yakından aşina olan Türkiye, Amerika’nın gidemediği yerlere gidip ortaklıklar kurabilir, anlaşmalar yapabilir. (…) Türkiye’nin dış politikası bağımsız olmakla birlikte Amerika’nınkini güçlendirmektedir. İki ülkenin ana stratejik hedefleri aynıdır.” (Stephan Kinzer, a.g.e, S. 218)
Kinzer gibi gazeteci ve siyaset yapıcılarının yaklaşımına göre İslam dünyasına model olacak ve bu dünyaya liderlik yapacak, “Dindar Müslümanların yönettiği” bir Türkiye, ABD’nin uzanamadığı coğrafyalara ve kültürlere erişim yeteneği nedeniyle Washington’un küresel amaçlarına çok daha iyi hizmet edecektir. Böyle bir Türkiye Batı’nın (yeni emperyalizmin) çıkarlarını tehdit eden radikal islama karşı da etkili bir seçenek oluşturacaktır.
Ancak bütün bunların gerçekleşmesi için İslam dünyasından uzaklaşan laik bir cumhuriyet değil, ılımlı bir İslam devleti olmak gereklidir. İşte bu nedenle Türkiye’de Birinci Cumhuriyet tasfiye edilerek ılımlı da olsa bir İslam rejimi kurulmaya başlandı. Yine bu nedenle kurucu ideoloji diyebileceğimiz Kemalizm de Ergenekon soruşturmaları üzerinden “kriminal” bir ideoloji haline getirildi.
***
Yukarıda da işaret ettiğim gibi, bu ‘beyaz adam ideolojisi’ ve siyaset planlaması, genel olarak Müslüman ve Arap toplumlarındaki “modernleşme” hamlelerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımına dayanır. Modernleşme girişimlerinin yenilgiyle sonuçlanması, burjuva anlamda da olsa demokratik ve laik bir hukuk devleti olmak projelerinin de çökmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu durumda, Batılı ‘beyaz adam’ modernitenin kendisine zemin bulamadığı bu toplumlara uygarlık ve demokrasi götürmelidir. BOP tam olarak bu anlama gelmektedir ve Batılı beyaz adam ideolojisinin tipik bir ürünüdür.
Amerika’da Neo-Con hareketin Ortadoğu ve İslam dünyasına ilişkin konulardaki tartışmasız başvuru makamı olan Prof. Bernard Lewis ise şöyle yazıyor:
“Neredeyse bütün İslam dünyası yoksulluk ve zulüm koşullarında yaşıyor. Bu sorunların ikisi de, dikkatleri özellikle başka yerlere çekmek isteyenler tarafından ABD’ye fatura ediliyor. İlkin, şimdilerde ‘küreselleşme’ maskesi altında işleyen Amerika’nın ekonomik hakimiyeti ve sömürüsü yüzünden ve ikincisi de Amerika’nın kendi çıkarlarına hizmet eden Müslüman despotlar denilen liderlere verdiği destek yüzünden. Küreselleşme Arap medyasının en çok işlediği tema haline geldi ve bu her zaman Amerika’nın ekonomik nüfuzuyla bağlantılı olarak ele alınıyor. Müslüman dünyada sadece Batı’yla değil Doğu Asya’nın hızla gelişen ekonomileriyle de kıyasla, giderek iflas eden ekonomik durum bu hayal kırıklığını körüklüyor.
“… Daha kötüsü Arap ülkeleri Batı türü modernleşme kervanına daha geç bir tarihte katılan Kore, Tayvan ve Singapur gibi ülkelerin de gerisinde kalıyor.” (Bernard Lewis, İslam’ın Krizi, Çev. Abdullah Yılmaz, Literatür Yayınları, Haziran 2003 İstanbul, S. 101-102)
Durum böyle olunca, ABD dış politikasına yön veren ideologlara ve stratejistlere göre, Müslüman toplumlar seküler bir ülke olmak hedefini bir yana bırakmalıdır. Çünkü, Türkiye örneği dışarıda bırakılırsa, İslam dünyasında bu yöndeki bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu yaklaşıma gore demokrasi ve laiklik gibi kurumlar Batı kültürünün ürünüdürler. Dolayısıyla, bunun yerine yumuşatılmış, radikalizm ve Batı düşmanlığından arındırılmış bir İslam anlayışının gelişmesini desteklemek gereklidir. Uygun model budur.
Ancak bu anlayışın başarılı olduğunu gösterecek pozitif bir örneğe, yani somut bir modele ihtiyaç vardı. Bu yaklaşıma göre İslam dünyasındaki görece tek başarılı modernleşme örneği olan Türkiye’nin model oluşturması Müslüman ülkelerden uzaklaşması nedeniyle mümkün değildi. Türkiye’nin “dindar Müslümanlar” tarafından yönetilmesi ve daha İslami bir karakter kazanması gereklidir.
Soğuk Savaş döneminde NATO’nun “Yeşil Kuşak” stratejisinin kurbanı olan “Modern Türkiye” 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde de Ilımlı İslam stratejisine kurban edilmiş görünüyor. 12 Eylül 2010 referandumu ile büyük ölçüde sonlandırılan Birinci Cumhuriyet’in tam olarak tasfiyesinin ise 12 Haziran 2011 sonrasında gerçekleştirileceği anlaşılıyor. Seçimlere bir de bu perspektiften bakalım istedim.