Bu nasıl bir soysuzlaşmadır? Bu nasıl bir alçalma? Bu nasıl bir ahlaki çöküştür? Bu nasıl bir niteliksizleşme? Bu nasıl bir vasata teslimiyettir?
Başta siyaset olmak üzere her şey vasata teslim oluyor bu ülkede gündelik hayat, moda, felsefe, edebiyat, medya, spor, sanat, aydın kavramı… Niteliksizleşme, sıradanlaşma, kabalaşma, hoyratlık her şeye egemen olmaya başlıyor.
Türkiye’de olup bitenlere bakınca insan inanamıyor. Ne oldu gerçekten bu ülkeye, bu topluma? Ne oldu bu ülkenin aydınlarına, siyasetçilerine, gençliğine, işçi sınıfına, edebiyatçılarına, sanatçılarına? Ve evet, ne oldu bu ülkenin solcularına? Ne oldu?
Bilindiği gibi, Hopa’da 30 Mayıs 2011 günü AKP’nin seçim mitingden önce, çevreci bir gösteri düzenlendi. Gösteride, hükümetin Karadeniz’deki dereleri bir anlamda özelleştirerek hidroelektrik santralleri (HES) yapılmasına imkan veren uygulaması protesto ediliyordu. Çünkü HES’ler bölgedeki ekolojik dengeyi alt üst ediyor, doğayı kirletiyor ve doğal hayatı öldürüyordu. Ancak, uzunca süredir gerici bir silahlı politik parti gibi hareket eden polis, AKP’nin miting yapacağı gün böyle bir gösteriye izin vermeyecekti. Göstericilere polisin saldırısı sonucu, emekli öğretmen, sosyalist aydın ÖDP üyesi Metin Lokumcu hayatını kaybetti. Açık bir cinayet işlendi bütün ülkenin gözleri önünde.
Bu cinayet üzerine büyük öfkeye kapılan halk ve devrimciler polise direndi, çatıştı… Görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla AKP konvoyu şehri adeta kaçarak terk etmek zorunda kaldı. Bir polis ağır yaralandı.
Önüne geleni “darbeci” ya da “Ergenekoncu” diye suçlayan demokratikleşme ve reform sözcüklerini ağzından düşürmeyen, bilim dışı “vesayet rejimi” kavramını her fıstatta tedavüle sokan, acayip bir kavramla AKP’den bir “muhafazakar devrim” çıkaran her soydan liberal, İslamcı ve muhafazakar bu cinayeti kınamak yerine, utanç verici şekilde polise ve AKP’ye mazeret bulma çabasına girdiler. Tıpkı telefon dinlemeleri, sahte kanıt üretimi, kanunsuz gözaltına alınmalar, uzun tutukluluk süreleri, gizli tanıklar, basılmamış kitapların toplatılması ve düzmece politik davalara karşı aldıkları tavır gibi…
Bu ülkenin başbakanı barışçıl gösteri yapan çevrecileri “eşkiya” olmakla suçladı ve o pek demokrat liberallerimizden “çıt” çıkmadı. Dahası, Tayyip Erdoğan öldürülen Metin Lokumcu’nun arkasından, bırakın sahte bir üzüntü bildirmeyi, “Bu arada bir tanesi de kalp krizi neticesinde ölmüş. Kimliğini bilmiyorum, üzerinde de fazla durmak istemiyorum” dedi. Adli Tıp raporunda “biber gazı” nedeniyle öldüğü açıkça belirtilen Metin Lokumcu’ydu sözünü ettiği kişi. Başbakan Erdoğan bu cinayeti “üzerinde durmaya değmeyecek” bir olay olarak nitelendiriyordu.
Soğuk Savaş gericiliğinin tipik bir ürünü olan bu hoyrat yaklaşımın nedenlerini anlamak kolay da, ağızlarından demokratikleşme kavramını düşürmeyen liberallerinden ses çıkmamasını kabullenmek çok zor. Daha da önemlisi, anlı şanlı sol liberallerin, ancak mahçup bir şekilde, o da ‘ıkına, sıkına’ ve utangaç bir kınama ile yetinmeleri çok acıklı.
***
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Hopa mitingden bir gün sonra Diyarbakır’a gitti. Bilindiği gibi, onun için “Kürt sorunu” bitmişti. Sadece “Kürt kardeşlerinin sorunu” vardı. Bu nedenle sık sık kardeşlikten söz etti Diyarbakır mitinginde. Ancak iki halkın kardeşliğini değil, din kardeşliğini anlattı uzun uzun. Erbakan dahil, daha önce hiçbir parti liderinin kamuoyunca izlenen böyle bir açık hava toplantısında yapmadığı yoğunlukta bir dinsel konuşmaydı bu. Erdoğan 2011 seçim kampanyasında neredeyse bir şeriat terminolojisi kullanıyordu.
Erdoğan Diyarbakır’da alanda toplananlara, “Önce Müslümanız” dedi. Din kardeşliğinin bütün kimlikleri aştığını söyledi. Müslümanlıkta milletin değil, ümmetin esas olduğunu anlattı. Böylece ünlü Kürt açılımı da gelip ümmet havuzunun içinde eridi. Kürt sorununun çözümü için de İslam lazımdı. Sihirli formül buydu. Türkiye’de rejim bir İslami nitelik kazansa, bütün diğer sorunlar gibi Kürt sorunu da kendiliğinden çözülecekti!
Bu öyle bir anlayışını yansıtıyordu ki, sanki Kürtler Müslüman değildi ve eğer “hak yoluna” gelirlerse sorunlar ilahi bir gücün yardımıyla çözülecekti. Kürt sorununu çözecek diye AKP iktidarına, tarihte ve dünyada örneği görülmemiş bir ilkesizlikle ve kendi değerlerine ihanet ederek destek veren liberallerden ve sol liberallerden yine bir tepki gelmeyecekti.
Şaşkın durumdaydılar… Neler oluyordu? Neden birden bire inananlar inanmayanlar ayrımı bütün bir hayatı belirmeye başlamıştı? Neden içki her yerde böyle sorun haline gelmişti? Kadınlar nasıl da birden bire kapanmaya başlamıştı? İstanbul sokakları nasıl da böyle birden bire Karaçi ya da Kahire sokaklarına benzemişti? Bilim nasıl da ikinci plana düşmüş, inançlar akademik hayatı belirlemeye başlamıştı?
***
Türkiye’de niteliksizleşme öyle bir aşamaya ulaştı ki, -abartma payını saklı tutarak söylüyorum- yaşamın her alanında vasat olan kazanmaya başladı. İyi olanı eleyen, nitelikli olanı geriye iten bir sistem neredeyse her alanda egemen olmaya başladı. Sınavlar şifreli, seçimler hileli, sokak kavgaları bile kalleşçe yapılır oldu. Adil ve eşit koşullarda kavga yapamaz oldu insanlar, haince bıçak kullanmak başarı sayıldı. Delikanlılık (bu kavramı kadınlar ve erkekler için kullanıyorum) kaybetti sanki. Korkaklık, sünepelik, kalleşlik, siniklik kazanmaya başladı galiba. Hayatın her alanında, her kurumda, her ilişkide vasatın işgali yaşanmaya başlandı.
Ünlü İspanyol düşünür Jose Ortega Y. Gasset (1883-1955) büyük eseri “Kitlelerin İsyanı” kitabında, modern toplumların içinde devindikleri ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel süreçlerin vasatı temsil eden “ortalama insanın” baskısı altında olduğuna dikkat çekiyordu. Gasset’e göre geriye çekici bir rol oynayan bu tip bir insan her sınıf, meslek, sosyal grup içinde bulunuyordu. Entellektüeller de bu kesimin dışında değildi. Onlar da vasatın baskısı altındaydı ve giderek ortalama “aydın” tarafından belirlenen bir edebiyat atmosferi bütün bir sürece hakim oluyordu. (Bkz. Jose Ortega Y. Gasset, Kütlelerin İsyanı, Çev: Nejat Muallimoğlu, Erguvan Yayınevi, 2007 İstanbul)
Evet, bugün Türkiye’de hemen her alanda sıradan olanın, niteliksizin, öne çıkanı geriye çeken kültürün egemenliği hüküm sürüyor. Vasatı temsil eden AKP iktidarıdır. Vasatın egemenliğini tesis edenler ise sağlı ve sollu liberallerdir. Vasatın krallığı, ıslahatçı aydınların kendi hayatlarına ihanetlerinin üzerine inşa edilmiştir.
Hiç kuşku yok ki bu egemenlik ancak çok yönlü siyasal, ideolojik ve kültürel mücadele ile yenilgiye uğratılabilir.
***
İşte Hopa’da polisin saldırısı sonucu hayatını kaybeden öğretmen Metin Lokumcu hem eylemi hem de ölümüyle vasatın egemenliğine meydan okudu. Metin Hoca AKP’nin ülkeyi demokratikleştirdiği palavrasına hayatını ortaya koyarak son verdi. Liberal illüzyonu parçaladı. Dahası bu toplumda iyi, güzel, namuslu, onurlu ne varsa onu temsil eden Metin Lokumcu, bu ülkeden hala umutlu olmamız gerektiğini bize bir kez daha hatırlattı.
Hopa direnişi, muhafazakar-liberal ittifakına büyük darbe vurdu. Onların iki yüzlülüklerini, suç ortaklıklarını ortaya çıkardı. İktidarın önündeki asma yaprağını çekip aldı. AKP iktidarının halk düşmanı, faşizan niteliğini hiçbir yoruma gerek bırakmayacak bir şekilde ortaya çıkardı. Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununu “din kardeşliği” temelinde çözme girişiminin nasıl bir göz boyama olduğu ortaya çıktı.
Metin Lokumcu’nun tabutu yıldız-yumruklu Devrimci Yol bayrağına sarıldı. Yakıştı ona… Metin Hoca sadece Devrimci Yol geleneğini değil, eylemiyle bütün sosyalistleri onurlandırdı. Bu ülkede eşitlik için, adalet için, kardeşlik için, özgürlük için hayatlarını vermeye hazır devrimciler olduğunu herkese gösterdi. Metin Hoca liberal-muhafazakar palavrayı darmadağın etti. Devrimcilerin “ayakta” öldüğünü, liberallerin ise sürünerek yaşadığını tarih önünde tescil etti.
Anısı önünde saygıyla, sevgiyle eğiliyorum. Metin Hocaları yetiştiren bir ülkeden umut kesilmez.