Tuhaf şeyler oluyor bu ülkede polis istihbaratının yönlendirdiği bir gazetenin, Taraf’ın Genel Yayın Yönetmeni ve başyazarı Ahmet Altan’a Hrant Dink ödülü verildi. Oysa Ahmet Altan’ın yönettiği gazete Dink cinayetini örtbas etmek için özel bir çaba harcadı. Cinayettin azmettiricisi oldukları düşünülen Fethullahçı polis şeflerini aklamak için elinden geleni yaptı. Müfettiş raporlarını, kanıtları, ifadeleri, katilleri işaret eden apaçık olguları görmezden geldi. Yeni rejimin silahlı kuvveti olan polisi korumak için elinden geleni yaptı.
Ahmet Altan Hrant Dink’in katilleriyle aynı safta yer aldı. Zalimlerin iktidarını çok demokratik ve özgürlükçü gerekçelerle savundu. Fethullah Gülen Cemaatinin Taraf gazetesine sağladığı mali (reklam vb.) desteği gizledi. Hükümetin verdiği yaklaşık 8 milyon (8 trilyon) TL tutarındaki teşvikle çıkarılan Taraf’ın mali kaynaklarını açıklamadı. Hükümetin desteğiyle çıkardığı gazeteyi, sivil ve demokratik bir yayın diye topluma yutturmaya kalkıştı. Bu büyük yalanı ne yazık ki bazı avanaklar ve alık sol liberaller yuttu.
Bununla da kalmadı Ahmet Altan, son dönemdeki bütün AKP-Cemaat güdümlü polis operasyonlarında kullanılan katillerin devşirildiği İslamcı-faşist BBP-Alperen Ocaklarını sürekli olarak sakındı. Türkiye’yi 12 Eylül darbesine taşıyan bütün büyük provokasyonların failleri ve faşist katliamların sorumluları tarafından oluşturulan bu parti ve gençlik örgütünü “demokrasi gücü” gibi sunmaya kalkıştı.
Derin bir cehaletle (görevli olma ihtimali zayıf da olsa saklı tutarak belirtiyorum) sadece askere karşı olmanın demokratlık için yetebileceğini sandı. Basit bir tarih-coğrafya bilgisinden bile yoksun olan, dönemin bütün egemen güçlerine (iktidara, polise, ABD’ye, yükselen yeni sermaye çevrelerine vb.) yaslandığı halde bunu “sivil” ve dahası “anti-militarist” bir tavır olarak sunan ve tam da bu gerekçelerle ödüle layık görülen Ahmet Altan, tam bir sahte kahramandır.
Çünkü korkaktır Ahmet Altan ve tıpkı katillerin cinayet mahalline dönmeleri gibi, utanmadan, sıkılmadan Hrant Dink ödülünü almaya gitmiştir.
***
Diğer taraftan bu ödülün Ahmet Altan’a verilmesinde şaşırtıcı bir yan yoktu. Ödülü veren kurulun başkanı, Türkiye Neo-Cons (yeni muhafazakarlar) akımının/hareketinin önde gelen isimlerinden Ali Bayramoğlu’ydu. Ödül komitesinin önemli üyelerinden biri ise, yine kendi hayatına, değerlerine, tarihine ve yaşam tarzına ihanet eden -ki o da yeni muhafazakar hareketin bir parçasıdır- Hasan Cemal’di. Ödülü takdim eden Adalet Ağaoğlu’nun ise Elif Şafak’ın hakaretlerinden gerekli dersi almadığı anlaşılıyordu.
Neo-Conservative hareket, bilindiği gibi Soğuk Savaş sonrasında ABD’ye tam olarak eğemen olan, özellikle dış politikada iktidarları yönlendiren ve İkinci Bush döneminde doğrudan iktidara gelen yeni gericiliğin adıdır. Post-modern faşizmdir. Bu hareketin önemli bir özelliği de önde gelen mensuplarının bir bölümünün eskiden solcu (genellikle eski Troçkist ve Maocu) olmalarıdır. (Bu bir olgudur ve bütün Troçkist ya da Maocu dostlarımızı tenzih ederim.) Bu özelliğin Türkiye’de de değişmediği görülüyor.
Ahmet Altan’a Hrant Dink ödülünün verilme gerekçesi ise başka bir rezalettir. Bu gerekçe sadece katilleri aklamıştır. Söz konusu gerekçede ödülün, “militarizme karşı cesaretle mücadele ettiği için” Altan’a verildiği ileri sürülmektedir. Hükümetin mali desteği ve polis istihbaratının yönlendirmesiyle çıkarılan bir gazetenin, dolayısıyla yeni militarizmin temsilcisi olan bir yayının, Göbels’in “büyük yalanı” gibi bir gerekçeyle ödüllendirilmesi, eğer hala felsefi bakımdan bir “ortak iyi” varsa, ona, insanlığı biriktirdiği bütün değerlere hakarettir.
Açıklanan Odatv iddianamesinde somut hiçbir suçlama yapılmayan, sadece gazetecilik ve yazarlık faaliyetleri suç diye sunulan, kanser hastası eşini ölmeden önce görmesine bile izin verilmeyen Doğan Yurdakul’a reva görülen zulümde payı vardır Ahmet Altan’ın.
Çünkü Ahmet Altan ve Hasan Cemal gibi yeni muhafazakarların desteği olmasaydı, onlar tarafından aklanıp cesaretlendirilmeselerdi bu terör böyle kolayca uygulanamazdı.
***
Ahmet Altan bir zavallıdır. Korkaktır ve belli ki kompleksleri olduğu anlaşılmaktadır. Devrimci mücadelenin, edebiyatın, kavganın doruğa çıktığı yaşamı dönüştürme kudretinin ellerimizde olduğu, tarihin akışına yön verme iradesinin gösterildiği, hayatın ritminin ve tarihin temposunun olağanüstü şekilde hızlandığı zulmün, adaletsizliğin, savaşın ve sömürünün kaynağı olan gericiliğe, faşizme, kapitalizme ve emperyalizme göğüs göğse bir mücadelenin verildiği 1970’li yıllarda, bu kavgaya katılma cesareti gösterememenin ezikliği ve camdan seyretmenin sinikliği içindedir Ahmet Altan. Bu bilinçaltı onu, devrimci olan her şeye saldırmaya zorlamaktadır.
Altan, 12 Eylül diktatörlüğünün yazıcısıdır. Faşist diktatörlük koşullarında, askeri cuntanın paralelinde devrimcilere ve sosyalist harekete küfür eden ‘Sudaki İz’ romanının yazarıdır Ahmet Altan. Solcu bir asker arkadaşının anlattığı büyük bölümü abartılı traji-komik hikayeleri –ki bizim kuşaktan herkesin bildiği bu hikayeleri o yıllarda anlatır gülerdik- Freudyen bir anlayışla ve düşmanca bir yaklaşımla roman formunda aktaran Altan, 12 Eylül Cuntasının ABD’den getirttiği CIA psikologlarının devrimcileri “terbiye etmek” için kullandığı bütün tezleri bu kitabında tekrarlamıştır. Altan o romanı yazarken biz bir cuntanın hapishanelerindeydik. Kitabı elimize aldığımızda ortada bir edebiyat eseri değil, 12 Eylül Cuntası’nın bir pisliği olduğunu gördük.
Kadere bakın ki, bugün Ahmet Altan en büyük demokrat… Hadi ya!!
ŞENER VE ŞIK KAMPANYASININ YANLIŞLIĞI!
Hrant Dink ödülü Ahmet Altan’a değil, bu cinayeti büyük ölçüde aydınlatan ve bu nedenle hapse atılan gazeteci Nedim Şener’e verilmeliydi. Çünkü bilenler bilir, Hrant Dink cinayetindeki Fethullahçı polis rolünü ayrıntılı, ısrarlı ve sürekli olarak iki kişi yazdı bu ülkede, biri Nedim Şener diğeri de bendim. Şener’in “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” isimli kitabı sanırım biliniyor, ilgilenen okuyucular benim 5. Baskısını yapan “I.Cumhuriyetin Sonbaharı” isimli kitabıma da bakabilirler.
Gelgelelim, Nedim Şener ve Ahmet Şık için yürütülen kampanyalarda bir tuhaflık var. Kampanyanın örtük gerekçesini şu anlayış oluşturuyor Ergenekon soruşturması ve davası aslında doğruydu, ancak sonradan amacından saptı. Dolayısıyla daha önceki gözaltına alınmalar ve tutuklanmalar genel olarak normaldi, ama Şener ve Şık’ın tutuklanması büyük hata ve hedeften sapmadır.
Bu görüş tahammül edilemeyecek kadar aptalcadır. Tam da söz konusu operasyonu planlayan, yürüten ve örtülü darbeyi gerçekleştiren gerici-faşizan güçlerin, istihbarat örgütlenmesinin (Polis-MİT) amaçladığı düşünme biçimidir. Kamuoyu yapıcılığının bir sonucudur. Toplumun topyekün salak yerine konulmasıdır. Maalesef sadece toplumun önemli bir kısmı değil, bilimsel kuşkuculuğu esas alması gereken bazı solcular nezdinde de başarılı oldukları anlaşılmaktadır.
Oysa ortada bir yanlışlık, hedeften uzaklaşma, soruşturmayı saptırma filan yoktur. Tam tersine soruşturma amacına uygun olarak devam etmektedir. Sorun şuradadır bu topluma, solculara, muhaliflere vs. Yalçın Küçük gibi isimler Kontrgerilla yöneticisi diye sunulmuş, adı geçen kesimlerin bir kesimi de bunu, deyim uygunsa, yemiştir. Daha önce tutuklanan gezeteciler, akademisyenler, parti yöneticileri için sessiz kalınmış, operasyon onaylanmıştır.
Bunlardan biri de Ahmet Şık’tı. Şık, başından itibaren Ergenekon operasyonlarına destek veren gazeteciler arasındaydı. Birçoğu gibi bunu bir tür solculuk sanmıştı. Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte “Ergenekon’u Anlama Klavuzu” isimli bir kitap bile hazırlamıştı. Çok sayıda saf solcu ve gazeteci gibi Ergenekon ile Kontrgerilla’yı aynı yapılanma sanmıştı. Uydurma Ergenekon hikayesinin büyük bir komplo olduğunu göremediği gibi, bunun gerçek Kontrgerillayı aklama ve “Yeni Gladyo”yu inşa etme operasyonu olduğunu da uzun süre anlamak istememişti. Ama namuslu bir gazeteciydi Ahmet Şık.. Öyle olduğu için de Cemaatin Polis ve Adliye içindeki yapılanmasını, AKP ile yürüttükleri örtülü operasyonu geç de olsa saptamış ve bunu yazmaya kalkışmıştı. Buna cüret ettiği için bir anda kendisini Ergenekon tutuklusu olarak bulmuştu.
Oysa Şık, Mavioğlu ile birlikte hazırladıkları kitapta sadece savcılık iddianamelerine dayanarak Ergenekon soruşturmasına uğrayan kişileri gazetecilik etiğini çiğneme pahasına neredeyse mahkum etmişti. Dahası, bu iki yazar bilimsel kuşkuculuğu bir yana bırakarak, ahlaksızca yürütülen faşizan bir operasyonun (niyetleri hilafına) aracı haline gelmişlerdi.
***
Durumun daha iyi anlaşılması için kendimden bir örnek verebilirim. İkinci Ergenekon Davası’nın tutuksuz yargılanan 28 numaralı sanığı Merdan Yanardağ’a çok kolay ulaşabilecek durumda olmalarına karşın, bu iki gazeteci arkadaşımız hazırladıkları kitabın ikinci cildinde sadece savcılık ve polis iddialarını esas almış ve kitapta olduğu gibi yer vermişler. Söz konusu kitap savcılık iddianamelerinin ve polis fezlekelerinin özeti gibi. Önsel olarak bu iddianameler ve fezlekeler doğru kabul edilmiş. Kitapta, sadece bir cümle olarak kendimi “sosyalist olarak tanımladığımı ve suçlamaları reddettiğim” belirtilmiş, o kadar.
Kitapta öyle affedilmez ve kıyıcı hatalar yapılmış ki, benim hakkımdaki temelsiz, kanıtsız ve mantıksız polis iddiaları arasında yer alan bir bölüme sorgusuz sualsiz yer verilmiş. Öyle ki, “kendisine ait olmayan bir telefondan Kemal Kerinçsiz’e mesaj attı” şeklindeki bu asılsız, saçma, hayatın akışına aykırı ve hiçbir kanıta dayanmayan bir yalan, aynen kitaba alınmış. Üstelik Kerinçsiz’in eylem ve izlediği tutumu övücü ve destekleyici bir telefon mesajı bu, iyi mi!
Hoş, bunun bir iddia olduğu belirtilmiş elbette, ama gerçeğin ne olduğunu muhatabına sormak her nedense akıllarına gelmemiş.
MHP’nin bile uzak durduğu bir Nazi olan, hayatımda hiç karşılaşmadığım, dolaylı olarak bile tanımadığım, herhangi bir irtibatımın bulunmadığı, bütün ömrüm boyunca mücadele ettiğim bir zihniyet dünyasının mensubu olan Kemal Kerinçsiz’e bana ait olmayan bir telefondan övücü bir mesaj attığım iddiasını ciddiye almak için insanın aklını kaçırması lazım. Kişisel tarihim, felsefi tercihlerim, ideolojik tavrım, siyasal duruşum, eylemim, etkinliklerim, kitaplarım, yazılarım ortadayken böyle bir iddiaya itibar edip, sözüm ona tarafsız bir gözlemci gibi kitaba almak, tam anlamıyla ayıptır.
Çünkü herkes bilmektedir ki, Fethullah Gülen Örgütü’nü deşifre ettiğim, bu yapılanmanın derinliğini ortaya çıkaran çok izlenen televizyon programları yaptığım, yurt içi ve yurt dışında konuya ilişkin konferanslar verdiğim, yazdığım kitap ve makalelerle bu örgütlenmeyi sadece geniş kitleler nezdinde değil, aydınlar ve entelektüeller arasında da teşhir ettiğim, özetle oyunu bozanlardan biri olduğum için bir intikam ve susturma girişimine maruz kaldım. Tıpkı Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi.
***
Şimdi Ertuğrul Mavioğlu, dışarıda bulunması ve yazarlarından biri olması nedeniyle söz konusu kitabın yeni bir baskısını hazırlamalıdır. Bu baskıda ya Ergenekon davasının bir parçası olarak açılan davada Ahmet Şık hakkında yapılan suçlamalara da tıpkı iddianamede olduğu yer vermeli ya da bir özür sunuşuyla birlikte baştan aşağı yeniden yazmalıdır.
Eğer bu davada bir kişiye haksızlık yapılıyorsa, herkese de yapılabilir demektir. Bu davaya inandırıcılık kazandırmak için Susurluk artığı bazı kişilerin birer aksesuar ya da turizm afişlerinin fonundaki martılar gibi soruşturmaya dahil edilmesi, gerçeği değiştirmiyor.
Bu nedenle, “Gazetecilere Özgürlük Kampanyası” sadece Şık ve Şener için değil, bu ve diğer davalardan tutuklu bütün gazeteciler için yürütülmelidir.