İslamcı terörün Paris katliamı ile zirve yaptığı şu günlerde; bu haftaki Beşinci Boyut köşesinde AKP iktidarı ile siyasal dinciliğin tarihsel hedefleri arasındaki ilişki üzerinde durmak ve Türkiye’deki büyük geriye savruluşun nedenlerini farklı boyutuyla analiz etmekte yarar var.
KÖTÜLÜĞÜN TOPLUMSALLAŞMASI
Dinci faşizan bir parti olarak AKPnin 13 yıllık iktidarı boyunca toplumsal dokuda açtığı en büyük yara kötülüğü toplumsallaştırmak oldu. İnsanlar, küçük dinsel ve uhrevi amaçlar ya da kazanımlar için ahlaksızlığı, yolsuzluğu, hırsızlığı, ikiyüzlülüğü savunur hale getirildi. Son 1 Kasım seçimlerinin de ortaya koyduğu gibi toplumun en az yüzde 40ı sırf, alnı secde görüyor diye, kendi celladına, ülkesini yağmalayan despota, mahallenin yobazına oy verdi.
Cumhuriyet devrimini yapan, 200 yıla yaklaşan bir modernleşme ve aydınlanma tarihi olan bu büyük ülkede, insanların önemli bir bölümü IŞİD vahşetini, Ortaçağ düzenini (Osmanlıyı), cehaleti, ilkelliği destekleyen bir güruha dönüştürüldü. Bilinci ve aklı elinden alınarak sadece kör inançlarıyla hareket eden bir kütle oluştu. Üstelik bu kütle, servetten ve iktidardan daha çok pay almak için para, rant ve ticaret için kendi ülkesini yağmalaya girişti.
Bu topraklarda kötülük hiçbir zaman AKP iktidarı döneminde –ki bu iktidar döneminin 11 yılında Gülen Cemaati ile koalisyon halindeydi- olduğu kadar toplumsallaşmadı.
KORKUNUN TOPLUMSALLAŞMASI
Kötülüğü toplumsallaştıran AKP iktidarı, kurduğu polis rejimiyle korkuyu da toplumsallaştırmaya yöneldi. Daha yakın tarihte tanık olduğumuz Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, KCK, Devrimci Karargâh gibi davaları (benim yurt dışına çıkma yasağım daha bu hafta kaldırıldı), korkuyu toplumsallaştırmanın aracı olarak da kullandı.
Özellikle Gezi/Haziran Direnişinden sonra polis ve yeniden yapılandırılan Kontrgerilla terörü ile sert bir pasifikasyon siyaseti uygulanarak korkuyu toplumsallaştırma operasyonu derinleştirildi. AKP, 7 Haziran seçimleriyle ağır bir yenilgiye uğrayınca –bu seçimlerde gerek muhalif partiler gerek gönüllü yurttaş grupları sıkı bir denetim kurduğu için istenilen düzeyde hile yapılamamıştı- sandık sonuçlarını değiştirmek yeni yapılanmanın sokak gücü harekete geçirildi.
Emniyet ve MİT merkezli olarak yeniden örgütlenen Kontrgerillanın gerici ve faşist nitelikli sokak milisleri, kışkırttıkları bazı milliyetçi ve dinci kesimlerle birlikte bir ay boyunca sokaklarda terör estirdiler. HDP binalarının yanı sıra CHP binalarına da saldırıp yağmaladılar. Batı kentlerinde ve kasabalarında sadece Kürt kökenlilerin değil, CHPli ya da solcu yurttaşların da ev ve iş yerlerine saldırdılar.
Antr parantez belertelim; halkın en az yüzde 25nin desteğine sahip olan CHP’nin, saldırılar karşısında örgütünü harekete geçirememesi, bundan kaçınması ve saldırılara açık halde beklemesi, sadece kendisini destekleyen seçmen kitlesinde değil, AKP iktidarının karşısındaki yüzde 50yi aşkın kesimde büyük bir güvensizliğe yol açtı. Özellikle Kırşehir gibi Orta Anadolu kentlerinde 35 ev ve işyerinin gün boyu süren ve polisin gözleri önünde gerçekleşen saldırılar sırasındaki bu pasif tutum, korkunun yayılmasını ve istenen sonucun alınmasını kolaylaştırdı.
Oysa, dinci-faşizan AKP İktidarı siyasal ömrünün en ağır yenilgisini Gezi /Haziran Direnişiyle sokakta, yaşımın içinde aldı. İşte bunun üzerine AKP iktidarı, Gezi isyanından sonra muhalif halk kesimlerini sindirme, korkutma, can güvenliği endişesini yükselterek toplumda istikrar ve güvenlik arayışını derinleştirmeye yöneldi.
Bu arada belirtelim; AKPnin hile yapmadan alınabileceği oy oranı da hiç az değildir. Yüzde 35-40 aralığındaki bir oy düzeyi ciddi bir toplumsal desteğe işaret ediyor. Kötülüğün toplumsallaşması da bu anlama geliyor. Sadece kötülük değil, cehalet, ayrımcılık ve şovenizm de toplumsallaşıyor.
1 KASIM AKP’NİN ZAFERİ Mİ YENİLGİSİ Mİ?
Seçim sonuçları sanılanın ve yaygın kanının aksine bir zafere değil, paradoksal olarak bir yenilgiye işaret ediyor. Hiç hile yapılmadığını var saysak bile baskı, terör, şantaj ve zorla alınan bir sonuçla karşı karşıyayız. Eğer bu bir zaferse, yenilgiden de beter bir Pirus zaferi niteliğindedir.
Çünkü AKP ve siyasal İslamcılık, içine girilen yeni dönemde üç nedenle politik ve ideolojik inisiyatifini büyük ölçüde yitirdi. Birinci neden 2013 yılındaki Gezi/Haziran direnişidir. İkincisi, Cumhuriyeti büyük ölçüde yıkan ve fakat yerine kendi rejimini kurma yeteneğini, yerliliğini ve gücünü bulamayan, bu anlamda yeni bir düzen kurmakta başarısız olan AKP’nin iktidar pratiğidir. Üçüncü neden ise, Suriye rejiminin ve halkının direnişi ile küresel gericiliğin, Siyasal İslam’ın ve emperyalizmin bölgemizde yenilgiye uğramasıdır.
AKP’nin 14 yıla yaklaşan iktidar pratiği ve Suriye’de Siyasal İslamcıların başarısızlığı nedeniyle dinci /mezhepçi hareketin neredeyse bütün tarihsel tezleri çöktü.
Örneğin, liberallerin hiçbir tarihsel ve sosyolojik neden göstermeksizin çok özgürlükçü gerekçelerle ileri sürdüğü AKP’nin ülkeyi demokratikleştireceğine ilişkin saçmalık düzeyindeki müstehcen tezin dramatik şekilde çökmesi için de fazla beklemedik. Üstelik bu, öyle büyük ve hızlı bir çöküş oldu ki, hiçbir temele dayanmadığı halde sürekli tekrarlanarak genel bir kabule dönüştürülmeye çalışılan AKP’nin vesayet rejimini yıktığı iddiası, bir anda buhar oldu. Sadece muhafazakarlar değil, bu iddiaya dört elle sarılan liberaller başta olmak üzere, kendi hayatlarına ihanet eden çoğu eski solcu aydın da enkazın altında kaldı.
Sonuç olarak; AKP’nin seçkinler, eğitimli kesimler, kamuoyu yapıcıları, aydınlar, meslek sahibi çalışanlar başta olmak üzere toplumun en gelişkin ve dinamik kesimlerini, yani ülkenin taşıyıcı dinamosunu oluşturan nüfusunu bütünüyle kaybettiği; karşısındaki blokun keskinleştiği, muhafazakar ve İslamcı blokun ideolojik inisiyatifini kaybetmeye başladığı, dış politikasının çöktüğü (Suriyede yenilgiye uğradığı) bu tarihsel dönemeçte adeta sopayla elde edilen 1 Kasım seçim sonuçları, bir zafere değil, en fazla tarihsel bir bozgunun geciktirilmesine işaret eder.
LİBERAL SOLUN İHANETİ
Anımsanacağı gibi özellikle liberal soytarılar, Gezi/Haziran direnişi sırasında aşağıdan gelen bu büyük öfke patlaması karşısında şaşkına döndü. Hiç beklemiyorlardı. Bu nedenle insanların birden bire neden sokağa çıktığını anlayamadılar. İstanbul’un her köşesinde ve Türkiye’nin her bölgesinde gece yarısı kadınların, erkeklerin, yaşlıların, gençlerin ve çocukların ellerine bayrak ve flamalarını alarak protesto eylemine nasıl katıldığını çözemediler.
Çünkü onların arasında, gerici faşizan AKP iktidarının askeri vesayeti yıkarak muhafazakarların “demokratik bir devrim” yapacağı gibi akıl, bilim ve tarih dışı bir saçmalığı savunan kesimler bile vardı. Böylece Türkiyenin burjuva devriminin tamamlanarak demokratik bir ülke haline geleceğine, önce solu, sonra da bütün toplumu ikna etmeye çalışıyorlardı. Demokratik devrim tamamlanınca bu hanımlar ve beyler de sosyalizm için sınıf mücadelesine başlayacaklardı, iyi mi!
Şaka yapmıyorum; sol adına tarihin bu kadar kaba, şematik, diyalektik yöntem ve tarihsel materyalist bakıştan uzak bir değerlendirilişi bazı kesimler tarafından gerçekten savunuldu. Oysa AKP bu sırada, liberallerin desteği ve pek demokratik gerekçelerle dinci-faşizan bir rejim kuruyordu.
Neo liberal yağma politikalarını, özelleştirmeci yıkım anlayışını olduğu gibi devralan AKP Hükümeti, bir yandan servet transferini gerçekleştiriyor, diğer yandan da bu transferi meşrulaştırmak için toplumu dinselleştiriyordu. AKP iktidarı yandaş-dinci bir sermaye grubu yaratarak, kurmaya çalıştığı mezhepçi faşizan düzenin sınıfsal ve ekonomik temelini hazırlamaya çalışıyordu.
Modern bir hayat yaşayan bazı aydınların, liberallerin ve bazı solcuların AKP’ye verdikleri destek, önce halkın kafasını karıştırdı ve toplumun direniş refleksini kırdı.
Ancak bu yağma düzeni, toplumun geniş bir kesiminin değerlerine, yaşam tarzına, farklı kimliklere, insanlığın ilerici birikimine ve Cumhuriyetin kazanımlarına karşı gerici bir saldırıyla birleşince, halkta bir öfke patlamasına yol açtı. Gezi/Haziran İsyanı bu öfke patlamasının sonucuydu.
GERİCİ-MUHAFAZAKARHİPOTEZ
Siyasal İslamcılar iktidarı ele geçirip örtülü bir darbe (Ergenekon davaları) ile devlete de egemen olunca, tarihsel iddiaları gereği milletle cumhuriyeti barıştırmaya yöneldiler. Bu misyon (görev) onların en büyük kültürel, tarihsel, toplumsal ve siyasal iddiasını oluşturuyordu.
Çünkü siyasal islamcılar, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, devletin milletin değerlerinden koparak ona yabancılaştığı tezini ileri sürüyordu. Dolayısıyla halkla devletin (cumhuriyeti kastediyorlar) kavga halinde olduğu hipotezini ortaya atıyor; kendi tarihsel misyonlarını da cumhuriyetle milleti barıştırmak iddiası üzerine kuruyorlardı. Cumhuriyeti ise, milletten kopan bir avuç batıcı seçkinin rejimi olarak değerlendiriyorlardı.
Dolayısıyla bu barış ancak, devletin milletin değerleri dedikleri bir siyasal, kültürel ve ideolojik seti benimsemesi ile mümkün alacaktı. Burada, milletin değerleri dedikleri şey ise din, yani İslamdı. Üstelik İslamdan anladıkları şey de, onun Arap-Sünni yorumundan (Alevilikle içiçe olan Anadolu Sünniliği daha ılımlıdır) başka şey değildi.
Özetle, tıpkı Osmanlıda olduğu gibi devletin yeniden dini doğmalar ve kurallara göre örgütlenmesini ve toplumun bu anlayışla yönetilmesini tezini savunuyorlardı. Devletle milleti barışma iddiasının anlamı buydu.
İşte, Gezi/Haziran Direnişi öncelikle Türkiye gericiliğinin bütün tezlerini üzerine kurduğu bu tarih ve kültür hipotezini yaşamın içinde yanlışladı / yıktı.
İslamcılar kendi dar dinci taleplerini bütün milletin talepleri sanıyor ve bu gerekçeyle Cumhuriyetin de bir avuç seçkinin rejimi olduğunu ileri sürüyorlardı.
Oysa Türkiye gerçek başkaydı. Yaklaşık iki yüz yıllık bir modernleşme ve aydınlanma geleneğine yaslanan Cumhuriyetin kitle tabanı sandıklarından daha geniş ve büyüktü. Cumhuriyetle kavga halinde olan halk değil, Siyasal İslamcı hareket ve tarihsel gericilikti.
GEZİ VE LİBERAL TEZLERİN ÇÖKÜŞÜ
Gezi direnişini Haziran isyanına çeviren bu geniş kitlenin ellerinden bayraklarla sokağa çıkması oldu. Bu durumu birçok sosyalist aydın ve sol çevre halen anlamış değil. Onlar, Gezi/Haziran eylemlerini, sadece Penguen, Leman, Uykusuz gibi muhalif mizah dergilerini okuyan parlak çocukların zekice ve esprili duvar yazıları yazdıkları bir eylem sanıyor. Oysa Gezi direnişini Haziran isyanına çevirenler, belki de yaşamlarında ilk kez yasadışı bir gösteriye katılan ve iktidara ağız dolusu küfür eden o büyük kütleydi.
Çünkü, birkaç bin kişiden ibaret olan solcu-çevreci gençlerin çadırlarının yakılması üzerine eğer kendi yaşam anlayışlarına bir saldırı olduğunu düşünen yüzbinlerce cumhuriyetçi sokağa çıkmasaydı, bu sayı birkaç gün içinde bütün Türkiye coğrafyasına yayılacak şekilde milyonlara ulaşmasaydı, Gezi Parkı eylemi anlamlı ama küçük bir çevreci etkinlik olarak kalacak, bir süre sonra da unutulacaktı.
Sokağa çıkan kitlenin büyüklüğü göz kamaştırıcıydı. AKP iktidarı sarsılmış, Cumhuriyet tarihinin bu en büyük kitlesel başkaldırı eylemi karşısında iki hafta boyunca ne yapacağını şaşırmıştı. İçişleri Bakanlığı verileri yaklaşık 11 milyon kişinin şu ya da bu düzeyde eylemlere katıldığını ortaya koyuyordu.
Direnişin en büyük eksikliği ise net bir siyasal program ve hedeflere sahip olmamasıydı. Bu eksiklik, örgütlü bir önderliği içinden çıkaramama zaafıyla birleşince ortaya koyduğu tek net amacına da ulaşamadı. Net olan tek siyasal istem, AKP istifa sloganıyla ifade ediliyordu. (Bu büyük direnişe Diyarbakır başta olmak üzere Kürt kentlerinde katılımın olmadığını kaydetmek gerek.)
Türkiyede ne 11 milyon çevreci vardı (keşke olsa) ne de Marksist-Leninist!.. Eyleme katılanlar, o güne kadar liberallerin, Kürt hareketinin ve İslamcıların, ulusalcı, seçkin, endişeli laik vb. şeklinde aşağıladığı cumhuriyetçilerdi. Ve onlar ne Kürt düşmanı tek bir slogan atmış ne de dindarları rahatsız edecek bir davranış sergilemişlerdi.
Çevreci bir duyarlılıkla başlayan Gezi eylemini Haziran Direnişine çeviren de onlardı. Ve bu isyan, sadece gerici tarih ve kültür hipotezini değil, aynı zamanda AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirdiğini ileri süren liberal tezleri de yıkmıştı. Ağırlığını çalışanların ve emekçilerin oluşturduğu milyonlarca insan, liberallere dönüp, Hayır, siz yalan söylüyorsunuz, Türkiye demokratikleşmiyor, dinci bir diktatörlüğe sürükleniyor demişti.