ABC Politik

Merdan Yanardağ
18 Aralık 2015
Email :

Türkiye’de yasal bakımdan belki bir hükümet var ama, artık siyaseten ve ahlaken meşru olan bir iktidar yok. Daha 7 ay önce yapılan seçimlerde halk tarafından düşürülmüş olan bir hükümet ve parti, toplumu terörize ederek, tehdit, baskı ve şantajla yeniden iktidara el koydu. Sadece 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasında biri Suruç’ta diğeri Ankara’da olmak üzere iki toplu katliam yapıldı, çatışma ve operasyonlarla birlikte 700ün üzerinde insan öldürüldü.

AKP iktidarı sola ve Kürt muhalefetine saldırarak ülkeyi bir kan, gözyaşı ve terör sarmalına soktu. Türkiye böyle bir ortamda seçimlere gitti ve yaklaşık 5 milyon seçmenin, 4-5 ay içinde her nasılsa oylarının yönünü değiştirerek AKP’ye destek verdiği ilan edildi.

Erdoğan-AKP iktidarı, zaten anti-demokratik bir niteliğe sahip olan mevcut Anayasayı bile askıya alarak fiili bir durum yarattı. Dahası, bunu kamuoyu önünde açıklayıp eski rejimi yıktığını ilan eden Tayyip Erdoğanı ve hükümeti, Türkiye’yi Ortadoğu’da da kirli bir savaşın eşiğine getirdi.

Bu bir darbe durumudur. Türkiye, bir darbe sürecinden geçiyor.

Erdoğan-AKP iktidarı, anayasal suç işleyerek, sadece laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmekle kalmadı, Cumhuriyetin bütün temel ilkelerini çiğneyerek onu ilga etti. Bu anlamda, mevcut yasalar çerçevesinde bile karşımızda ağır suç işleyen bir siyasal örgüt bulunuyor.

KUŞATICI VE YIKICI BİR MUHALEFET

Başta CHP olmak üzere bütün muhalefetin (özellikle sol ve demokratik muhalefet odaklarının) öncelikle alması gereken tutum, 1 Kasım seçimlerinin meşruiyetini sorgulamak ve onu reddetmekti. Dolayısıyla 7 Haziranda ortaya çıkan halk iradesinin gereğini yaşama geçirmek, 1 Kasım seçimlerine katılmamak ya da bu seçimleri yaptırmamaktı.

Yenilenen seçimlerin adil, demokratik ve dürüst bir şekilde yapılmadığı bütün uluslararası gözlemciler tarafından teyit edildiği halde, bu konuda Türkiye’de doğru dürüst bir tartışma bile yapılamaması; başta sol olmak üzere, muhalefet odaklarının dönemin gerektirdiği, güncellenmiş bir siyasal mücadele yeteneği edinemediğini ve var olan reflekslerini de yitirdiğini gösteriyor.

Demokratik muhalefet odakları ve sol, öncelikle bu sorunu aşmalı; etkili, kuşatıcı ve yıkıcı bir mücadele yürütme yeteneğini geliştirmelidir. Sol ve cumhuriyetçi muhalefet, AKP karşıtı büyük kitleyi aydınlanmacı, cumhuriyetçi, demokratik ve halkçı-kamucu değerler etrafında birleştirme becerisini göstermelidir. Bu anlamda ülkeyi ve toplumu yeniden bölmeli ve ne istediğini bilen net bir cephe oluşturmalıdır.

Bunları yapmak yerine, deyim uygunsa sürekli dayak yediği halde uzlaşmacı bir profil sergileyerek toplumun desteğini alacağını sanmak, tam tersine bu zorbalığa boyun eğerek gerici-faşizan saldırganlığa meşruiyet sağlamak anlamına gelecektir. Nitekim olan da budur. Daha da kötüsü, muhalefetin bu edilgen tutumu bir suç ortaklığına dönüşmek üzeredir.

YENİ ANAYASA REDDEDİLMELİDİR

AKP İktidarı bu suç ortaklığını hukuksal olarak da tescil etmek, muhalefeti cumhuriyetin yıkımına ve yeni rejimin kurulmasına ortak yapmak için; başta CHP olmak üzere kayda değer bütün siyasal güçleri, yarattıkları fiili duruma uygun yeni bir anayasanın yapılması sürecine dahil etmeye çalışıyor.

Erdoğan-AKP İktidarı, sinsice gerçekleştirdiği pasif darbe (parlamenter yolları kullanarak, hile yaparak, yasaları eğip bükerek ve toplumdan görece rıza üreterek yapılan darbe) yoluyla oluşturduğu fiili duruma hukuksal zemin sağlayacak ve onu güvenceye alacak yeni bir anayasa oluşturmak istiyor. Üstelik bu anayasaya, büyük bir utanmazlık ve sahtekarlıkla sivil anayasa adı veriliyor.

Ancak bu anayasayı, cumhuriyet tarihinin en zayıf desteği anlamına gelecek kendi seçmenine (yüzde 49 olsa bile) dayanarak yapamayacağını da görüyor. Çünkü Erdoğan-AKP kliği, kurmaya çalıştığı dinci-faşizan rejimin sürdürülebilmesi için, göreli de olsa bir toplumsal mutabakata ihtiyaçları olduğunu biliyor.

Kısa vadede Türkiye’nin önündeki temel siyasal mücadele alanı ve çatışma ekseni budur.

Dolayısıyla solun, toplumsal muhalefet odaklarının, CHP ve HDPnin alması gereken tutum, ilkesel olarak AKP ile bir anayasa yapmayı baştan reddetmektir. Bu hamleye amasız, fakatsız bir şekilde karşı koymaktır. Dinci-faşizan bir dikta anayasası yapılması girişimine geçit vermemek, bu sürece meşruiyet sağlayacak her türlü tutum ve davranıştan titizlikle kaçınmaktır.

Yapılması gereken daha önemli iş ise; içinde ve mümkünse ön saflarında devrimci ve sosyalist güçlerinde de bulunduğu geniş bir cumhuriyetçi, aydınlanmacı ve halkçı cephe kurarak, gerici saldırıyı püskürtmek için harekete geçmektir.

AKP ARTIK BİR KLİK/FRAKSİYON PARTİSİDİR

AKP 2002-2011 yılları arasında izlediği sinsi iktidar stratejisi sırasında geleneksel egemen sınıf ve güçlere sürekli güven vermeye çalıştı. Bu süreci, sağ ve özellikle sol liberallerle ittifak yaparak, bu çevreleri yedekleyerek götürdü. Entelektüel açığını, donanımsızlığını, modern hayata yabancılığını, kültürel yetersizliğini ve yeteneksizliğini uzunca süre liberallerin katkısıyla kapattı. Ortaçağ artığı zihniyet dünyasını ve gerici/mezhepçi programını bu destekle örtmeye çalıştı.

AKP iktidarında geçen son 13 yılda küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin talep ettiği bütün neo-liberal düzenlemeler yapıldı. Küresel sermaye ve işbirlikçilerinin bütün kirli işleri görüldü. Vahşi, insanlık dışı, kamu kaynakları ve ulusal zenginliklerin yağmasına dayalı, yolsuzluk yapmanın bir sermaye birikim modeli haline getirildiği hoyrat bir ekonomik ve toplumsal düzen kuruldu.

Bu nedenle başta İstanbul burjuvazisi olmak üzere, Cumhuriyet sermayesi, AKP iktidarını ilk iki dönem boyunca destekledi. Ancak devleti bütünüyle ele geçiren AKP, özellikle 2008den sonra kendi dar dinci ideolojik-siyasal programını yaşama geçirmeye yöneldi. Bu anlamda 12 Eylül 2010 referandumu bir dönüm noktası oluşturdu.

Nasılsa İslam’ın kendine özgü bir ekonomi politikası yoktu. Yıkıcı liberal kapitalist politikalarla siyasal İslam pekâlâ yan yana olabilir, vahşi bir piyasacılık ve saldırgan bir kapitalizm İslamcıların ekonomik modelini  oluşturabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Dolayısıyla izlenen bu politika, Batıcı sermaye çevreleri ile AKP arasında 2011e kadar gelen bir uzlaşma zemini sağladı.

Ancak, 12 Eylül 2010 referandum dönemecinden sonra, özellikle 2011den itibaren belirginleşen bir tutumla, AKP, bütün sermaye sınıfını temsil etmek iddiasından hızla uzaklaşarak, sermaye içi bir fraksiyonun, muhafazakâr ve dinci bir kliğin partisi haline geldi. AKP aslına rücu ederek özüne döndü.

AKP EN ZAYIF DÖNEMİNİ YAŞIYOR

AKP, 2014-15 yıllarına gelindiğinde aslında kendisini iktidara taşıyan bütün iç ve dış dinamikleri hızla yitirdi. Erdoğan-AKP iktidarı, 1 Kasım seçimlerini baskı, terör ve hile ile kazanmasına karşın; 7 Haziran 2015 sonuçlarının ortaya koyduğu gibi, geriye kalan tek iktidar dinamiği olan sandık desteğini de yitirmenin eşiğinde olduğu anlaşıldı.

Ancak, durum böyle olmasına karşın AKP ve Erdoğan’ın, zorlama olmadan ve mücadele edilmeden, kendiliğinden ve demokratik yollardan iktidarı tek etmeye niyeti olmadığı görüldü. Dahası, iktidarı bırakmamak için bir iç savaşı bile göze alabilecekleri anlaşıldı.

Bu nedenle saptamak gerekiyor ki; Erdoğan ve AKP artık Türkiye için bir güvenlik sorunu ve ulusal tehdit haline geldi. Toplumun geleceğini ve ülkenin güvenliğini tehlikeye atan bir Siyasal İslamcı kadro, devlete el koymuş durumda. Bu kadro her yöntemi kullanarak, yasa ve hukuk tanımadan çağdışı bir rejimi kurmaya çalışıyor.

Bu fiili darbe durumuna hızla son verilmeli, mezhepçi faşizan rejim kurma girişimi yenilgiye uğratılmalıdır. Halkın 7 Haziranda iktidardan düşürdüğü AKP ve Erdoğan, zorla yeniden ele geçirdiği, daha doğrusu hiçbir zaman terk etmediği o mevkiden, filen ve hukuken çekip alınmalıdır.

AKP paradoksal olarak gücünün zirvesinde olduğunun sanıldığı bu günlerde en zayıf ve güçsüz dönemini yaşıyor. Bu nedenle hem içeride hem dışarıda saldırgan ve maceracı bir siyaset izliyor.

Türkiye’nin ihtiyacı, toplumsallaşan ve siyasallaşan kötülüğün karşısında iyiliği toplumsallaştıracak bir ilerici-devrimci hamledir. Gerici faşizan bir rejim kuruculuğunun karşısında, yaratıcı bir yıkıcılığı geliştirmektir. Yeni, aydınlanmacı ve toplumcu bir kurucu iradeyi ortaya çıkarmaktır.

Muhtaç olduğumuz güç bu toprakların tarihsel birikiminde mevcuttur.