AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan’ın en büyük başarısı, kötülüğü toplumsallaştırma yeteneğine sahip olmasıdır. Bu ülkede kötülüğün, hoyratlığın, ilkelliğin, yağmanın, yalanın, talanın toplumsal temeli genişliyor.
Toplumun dokularına riya, ikiyüzlülük ve ahlaksızlık siniyor. Gericilik Türkiye’yi çürütüyor.
Ülke, Pekistanlaştıkça, dahası kıytırık bir Körfez Emirliğine dönüştükçe kalkınacağını, büyüyeceğini ve gelişeceğini sanmak gibi bir akıldışılığa sürekleniyor.
Oysa dünyada daha dinselleştiği ya da daha çok islami ilkelere göre yönetildiği için gelişen tek bir ülke bile bulunmuyor. Dünyada Ortaçağ’ı aşan tek bir Müslüman ülkenin bile bulunmaması bir tesaadüf oluşturmuyor. Bu dünyadaki tek istisna olan Cumhuriyet Türkiyesi ise uğradığı büyük ihanetin bedelini ödüyor ve çöküyor.
Erdoğan ve AKP, kitle tabanını genişlettiği ve toplumsallaştırdığı kötülüğün adına ise, milli irade diyor. Ancak, AKP sadece kendisine oy verenleri millet sayıyor. Kendilerine destek vermeyen toplum kesimlerini ise milli iradenin parçası saymıyor.
Erdoğan ve AKP’ye destek veren toplum kesimleri arasında bir dönem ağırlıklı olarak yoksulların ve alt sınıfların bulunması da bu kötülüğü ve onun niteliğini değiştirmiyor. Tam tersine bu durum, kötülüğü artıran ve ilkelliğe dönüştüren bir rol oynuyor. Halkın önemli bir bölümünün kötülüğü desteklemesi ona meşruiyet ya da haklılık kazandırmıyor. Tıpkı Hitleri katıldığı bütün seçimlerde destekleyen Almanlar gibi, AKP ve Erdoğan’ı destekleyen Türkiyeli seçmenler de bu kirlenmenin ve suçun bir parçası haline geliyor.
Bu nedenle, artık bıktıran bir klasik tez haline gelen “Aydınlar ve sol da hatalı, kendilerini anlatamadılar, topluma karşı sorumluluklarını yerine getiremediler, halka inemediler” ezberi bir yana bırakmak gerekiyor. Çünkü bu ezberin hiçbir temeli ve gerçekliği bulunmuyor. Daha ne olsun, bu toplum için karşılıksız bir özveride bulunan, geleceğini geda eden, çalışan mücadeleye atılan, dahası gerektiğinde ölen, hapis yatan, acılar çeken büyük bir sol ve aydın kitle var. Ötesi var mı?
Bu toplum, çok partili yaşama geçildiğinden beri rüşvete, küçük çıkarlar karşılığı geleceğini satmaya, iki yüzlülüğe ve ihanete alıştırılmış, ahlakı bozulmuş bir yığın haline getirildi. Aydınlanma süreci tamamlanmadan, cumhuriyet devrimi kendi kitle tabanını konsolide edemeden, devrimler kökleşmeden İsmet İnönü yönetiminin 2. Dünya Savaşı sırasındaki yanlış politikalarının bir sonucu olarak ülke karşı devrimci güçlere teslim edildi. Türkiye yeniden emperyalizmin kontrolüne girdi, NATO’ya teslim oldu. Ülkede demokrasi değil, çok partili bir soytarılık yaşandı.
O dönemi en iyi anlatan metinler, sadece siyasal analizler ya dar inceleme kitapları değildir. Aziz Nesinin “Zübük” adlı mizahi romanı bu alanda yazılmış en yetkin ve öğretici metinlerden biridir. Zübük, kendisini destekleyen, onunla “al gülüm ver gülüm” ilişkisine giren bir kitle var olduğu için başarılıdır. Üstelik bu romanın kahramanları gerçek hayattan alınmış, dönemi bilenlerin tanıdığı isimlerdir. Kartal Tibet’in yönettiği, Kemal Sunalın da başrolünü oynadığı aynı adlı film de son derece başarılı bir sinema eseridir.
Özetle Türkiye, Zübük demokrasisi sonucu AKP ve Siyasal İslamcılara teslim edildi.
***
Bir başka oldu da şudur; Erdoğan ve siyasal İslamcı iktidarı yoksulluğun, dışlanmışlığın, kenara itilmişliğin yarattığı öfkeyi de, insanlığın ilerici birikimine, akılcı ve bilimsel değerlere, Cumhuriyetin ve modernitenin kazanımlarına yönelik bir düşmanlığa dönüştürdü. Dönüştürmeye de devam ediyor.
Böylece Siyasal İslamcı hükümet, bütün sağcı iktidarların yaptığını aşarak, bir yandan kurduğu yağma düzeninin üstünü örtüyor, diğer yandan da yoksulluğun ve dışlanmanın gerçek nedenlerini gizliyor. Eşitsizlik ve adaletsizliklerin üzerine yeşil bir şal seriyor.
Ancak başka bir gerçek daha var… Bu ülkede insan aklını teslim almak için yapılan her şeye karşın, halkın yarısından fazlası teslim olmamakta direniyor. Gericiliğe karşı koyuyor. Çünkü bu toprakların 200 yıla yaklaşan aydınlanma ve modernleşme tarihinin yarattığı birikim ve bu birikimin verdiği güç, toplumun Ortaçağ karanlığına teslim olmasının önündeki en büyük engeli oluşturuyor.
Cumhuriyetin “bir avuç seçkinin rejimi” olduğu yolundaki gerici tezin tam bir palavra olduğu, Gezi/Haziran direnişi sırasında eylemli olarak kanıtlanmasının yanı sıra; arkasında büyük bir mücadele tarihi, entelektüel birikim ve tarihin işleyiş yasalarına uygun bir siyasal gelenek bulunan hiçbir hareket yenilmez.
Ancak, bilinmeli ki, sadece siyasal ve toplumsal mücadele alanında değil yaşamın hiçbir düzleminde kendiliğinden, durup dururken zafer de kazanılmaz. Gerekli olan şey, bu tarih ve siyaset bilincine, sosyolojik ve felsefi bakışa sahip devrimci bir harekettir.
İşte CHP bunun farkında değil. Farkında olmadığı için, kendi sağına kaymak, liberalleşmek ve muhafazakar değerlere göz kırpmakla iktidara geleceğini ve gericiliği durduracağını sanıyor. Oysa böyle yapmakla tam tersinin gerçeklemesine, Türkiye’nin gericiliğe teslim olmasına ve cumhuriyetin tasfiye edilmesine katkıda bulunuyor. CHP devrimci değil, sosyal demokrat, yani kurulu düzen partisi olmak istiyor.
Tarihin akışına karşı direnmeye çalışanlar kazanamayacak, bu kesin. Ancak ülkenin daha fazla acı çekmemesi, toplumun daha çok kirlenmemesi ve iki yüzlü Siyasal İslamcı sahtekarlığın elinde yıkıcı bir felakete sürüklenmemesi için elimizi çabuk tutmak gerekiyor.
Kitle temeline sahip faşist rejimler ve diktatörler genellikle yıkıcı savaşların ve toplumların aklını başına getiren büyük felaketlerin sonunda yıkıldı. Hitler, Mussolini en bilinen örneklerdir. Ancak Franko’nun İspanyası da bir başka örnek oluşturuyor. Çünkü kazanmayı bilemezsek, yıkıcı bir felaketin, örneğin bir iç savaşın ardından da kötülüğün mutlak iktidarına tanık olabiliriz.
Bu kez öyle olmasın istiyor ve tarihi tecrübenin bir değeri bulunduğunu biliyorsak, gereğini yapmalıyız.
Henüz vakit varken! Bu vaktin çok daraldığını da unutmadan.