Türkiye siyasal ve toplumsal planda çatışmanın çok sertleşeceği zor bir dönemece giriyor. Siyasal, kültürel ve toplumsal fay hatlarında büyük bir gerilim birikiyor. Bu sürecin hem doruğunu hem de finalini 2019 başkanlık seçimleri oluşturacak gibi görünüyor. Bütün işaretler, önümüzdeki dönemde toplumdaki parçalanmanın daha da derinleşeceğini gösteriyor.
Yüzyılı aşkın süredir iktidarı ve ayrıcalıklarını kaybeden İslamcı hareket ve ulema; sinsi ve sabırlı davranarak, emperyalizmle yüz kızartıcı bir işbirliği içinde yeniden ele geçirdiği devlet üzerinden kendi rejimini ve egemenlik aygıtlarını kalıcı bir şekilde kurmak istiyor. Bugün temel siyasal sorun ve çatışma alanı budur.
Cumhuriyet, yarım bırakılan/kalan bütün devrimlerin kaderini yaşıyor. Cumhuriyet devriminin bütün kurumları, iktidarına son verdiği ve fakat bir süre sonra uzlaştığı gerici güçler tarafından imha ediliyor. İslamcılar kendilerini yaralı bırakanların, yani Cumhuriyet’in mezarını kazıyor. Kaldı ki, onlarca yıllardır sağ iktidarlar ve NATO’cu bürokrasi tarafından Cumhuriyet kurumlarının içi boşaltılarak birer kabuğa dönüştüğü için onları yıkmak pek zor olmuyor.
Diğer taraftan, ülke artık yarım kalan bu hesaplaşmayı tamamlamadan yoluna devam edemez görünüyor. Bu nedenle bütün kurumlar ve toplum, devrim ve karşı devrim güçleri, ilericiler ve gericiler, cumhuriyetçiler ve Osmanlıcılar arasında kozların yeniden paylaşılacağı bir kavşağa doğru sürükleniyor. AKP bu çatışmayı zorluyor.
* * *
İktidar, islami bir rejim kurmak için ayağına tarihsel bir fırsatın geldiğini, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin bu anlamda, Allahın bir lütfu olduğunu, dolayısıyla bu fırsatı kaçırmaması gerektiğini düşünüyor. Bu amaç için bütün ülkeyi ateşe atmaya hazır görünüyor. Bugünkü tehlike ve tehdidin kaynağını da kutsal amaç için bu her şeyi yapma saplantısı oluşturuyor.
Çünkü, Erdoğan-AKP iktidarı, artık sandık ve seçim yoluyla daha fazla mesafe alamayacağını da biliyor. Takiyenin, hile ve demokratik sahtekarlık ile gelebileceği yolun sonuna ulaştığının da farkında. Açık ki, hileli yollardan (1,5 milyon mühürsüz /sahte oyla) ve ancak burun farkıyla aldığı 16 Nisan referandumu, Erdoğan yönetimine yeni rejim inşası için aradığı meşruiyeti sağlamadı. İktidar bunu görüyor. Bugünkü krizin nedenlerinden birini de söz konusu durum oluşturuyor.
Erdoğan-AKP iktidarı, meşruiyet sorununu gidermek için bir dış müdahale fırsatını değerlendirme çılgınlığına yönelebilir. Özellikle Mesut Barzani liderliğindeki Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetiminin 25 Eylül 2017de yapmaya hazırlandığı bağımsızlık referandumunu gerekçe göstererek bir savaş macerasına bile girebilir. Böylece milliyetçi toplum kesimlerini yedekleme ve meşruiyet açığını bu yoldan kapatmaya çalışabilir. AKP iktidarına sınır ötesi askeri operasyonlar yapma yetkisi tanıyan hükümet tezkeresinin Mecliste kabul edilmesi, bu olasılığı da ciddiye almamızı gerektiriyor.
* * *
Türkiye’nin kriz ve çatışma üreten temel sorunlarından birinin hem öznesi hem de muhatabı olan Kürt hareketi ise ülkenin geldiği çatalın, yeni siyasal diziliş ve saflaşmanın ya farkında değil ya da kendisini ilgilendirmediğini sanarak umursamıyor. Daha kötüsü, Türkiye’nin bugünkü baskıcı-faşizan siyasal tablosunun oluşmasındaki payını da unutuyor, anımsatınca da inkar ediyor. Böylece demokrasi mücadelesinde oynayabileceği olumlu rolü de sürekli kaçırıyor. Çünkü Kürt hareketi esas olarak kendi dar milliyetçi programına gömülmüş durumda. Bu nedenle HDP, içine Türk solu ve sosyalist hareketinden çeşitli kişi ve grupları almasına karşın bir türlü Türkiye partisi olamıyor. Tam tersine, Türk solunun/sosyalist hareketin tasfiye edilmesine, etkisizleştirilmesine yol açıyor. Sosyalistler, Kürt hareketi içinde eriyor ve zamanla bir aksesuara dönüşüyor.
Sosyalist hareket ise cumhuriyetçi mücadele ile kendi programı ve hedefleri arasında ortak bir alan oluşturamamanın, etkin ve dominant Kürt hareketin vesayetini aşamamanın sıkıntısı içinde bocalıyor. Öyle ki, yeni eğitim yılının başlamasıyla yükselen laiklik taleplerini bile karşılamaktan aciz kalıyor. Amasız fakatsız bir laik eğitim mücadelesi bile geliştiremiyor. Laiklik mücadelesi ile ana dilde eğitim talebi gereksiz tartışmalara yol açacak bir zorlama ile yan yana getiriliyor, Ancak burada feda edilen laiklik oluyor. Oysa, her iki talebin ayrı ayrı ele alınması ve daha etkin bir mücadele yürütülmesi mümkünken, bu yapılamıyor.
* * *
AKP’yi iktidara getiren iç ve dış dinamiklerde büyük bir değişim yaşandı. AKP, dar islamcı programını uygulamaya yöneldikçe egemen sınıf ve güçler arasındaki ortak zeminlerin de imha olmasına yol açtı. Eski iktidar bloku büyük ölçüde dağıldı, buna karşın yeni bir iktidar bileşimi oluşturulamadı.
Uzunca bir süre emperyalizm, küresel sermaye ve Türkiye büyük burjuvazisi için en kullanışlı araç olarak işlev gören AKP’nin artık bu konumdan hızla uzaklaşmaya başladığını, sermaye içi daha dar (dinci) bir çevreye ve bu çevrelerle uzlaşan güçlere dayalı faşizan bir diktatörlük kurmaya yöneldiğini saptamak gerekiyor. Dolayısıyla, başlangıçta AKP iktidarına belli çekincelerle de olsa “evet” diyen ve bu süre içinde bütün kirli işlerini bu hükümete gördüren İstanbul burjuvazisinin ve/veya batıcı büyük sermaye çevrelerinin artık bütünlüklü olarak Erdoğan’ın arkasında durmadığını söyleyebiliriz. Unutulmamalıdır ki, büyük sermaye ve emperyalizm için tek seçenek, değiştirilemez ortak ya da işbirlikçi yoktur.
Başka bir anlatımla, AKP ve Erdoğan artık sermaye sınıfının bütün bileşenlerinin ortak çıkarlarını temsil eden bir siyasal hareket olmaktan çıktı. AKP, egemen güçler içindeki bir klik örgütlenmesine, sermaye içi dar bir fraksiyona dönüştü. AKP, Cumhuriyeti (daha doğrusu cumhuriyetten geriye ne kaldıysa) yıktı yıkmasına ama yerine kendi düzenini, mezhepçi faşizan bir siyasal yapılanmayı tam olarak kuramadı. İşte, günümüzdeki siyasal ve toplumsal gerilimin ana kaynağını, yukarıda da ifade edildiği gibi, dinci faşizan bir rejim kurmak için toplumun ve devletin zorlanması tutumu oluşturuyor.
* * *
AKP’nin elinde kalan en önemli iki iktidar aracından biri kitle tabanı, diğeri ise başta Polis, Adliye ve MİT olmak üzere, devletin şiddet aygıtlarıdır. Artık toplumdan rıza/onay üretemez hale gelen AKP iktidarı, devletin zor aygıtlarına dayanarak büyük sermaye çevrelerini ve Batıyı yeniden kendine mecbur bırakmaya çalışıyor. Ancak, unutmamak gerekiyor ki, Nazilerin izlediği bu iktidar stratejisi, büyük sermaye çevreleri bakımından diğer bütün seçeneklerin tükendiği durumlarda geçerlidir. AKP açısından sorun da buradadır. Çünkü emperyalizm ve büyük sermaye çevreleri için bütün seçenekler tükenmediği gibi, ABD’nin Soğuk Savaş sonrasındaki en büyük stratejik planlaması olan Ilımlı İslam siyaseti ve Büyük Ortadoğu Projesi de çökmüş durumda. Suriye’de sadece cihatçılar değil, başta Erdoğan-AKP yönetimi olmak üzere ABD ve Batı da yenildi. AKP artık başarısızlığa uğramış bir projenin temsilcisidir.
Yukarıda genel çizgileriyle verdiğim toplu durum dikkate alındığında, AKP’nin önünde iktidarı sürdürebilmenin tek bir yolunun kaldığı görülecektir; siyasal zor! AKP toplumu bölerek baskıyı artıracak, kötülüğü ve korkuyu toplumsallaştırma siyasetini derinleştirecektir. Şiddet aygıtlarını harekete geçirerek, yer yer dinci sokak milislerini ve bazı mafya çetelerini kullanarak halkı sindirme yolunu deneyecektir.
AKP iktidarı, bir yandan kendisine oy veren seçmen kitlesini konsolide etmeye ve militanlaştırmaya çalışırken, diğer yandan da toplumsal muhalefeti sindirmek isteyecektir. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik komplo bu siyasetin bir parçasıdır. Nuriye Gülmen ve Semih Akçaya yönelik hoyrat, Kabul edilemez tutumun altında da bu siyaset vardır.
Ancak, AKP iktidarının izleyeceği bu siyasetin aynı sertlikte bir karşı koyuşu da beraberinde getireceği bilinmelidir. Siyasal sürecin diyalektiğinin zorunlu sonucu budur. Ve yine bilinmelidir ki, bu durumun ülkeye maliyeti çok yüksek olacaktır.
* * *
Erdoğan-AKP iktidarı daha fazla sürdürülemez de görülüyor. Ancak, bu tespiti olaylara ve olgulara nesnel bir yöntemle bakan neredeyse bütün siyasal analistler yapmasına karşın, AKP iktidarı bir şekilde devam ediyor. Bu durumda neden sorusunun yanıtını, muhalefet cephesinde aramak gerekiyor.
Örneğin CHP’li belediye başkanlarının profillerine ve uygulamalarına bakıldığında, bunlardan çok azının bir siyasal ve felsefi davasının olduğu görülecektir. CHP’li belediyeler arasında halkçı-kamucu bir yönetim ve hizmet çizgisi izleyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Göstermelik bazı etkinlikler dışında solculuk yapana ise rastlamak çok zordur. Kabaca yolsuzluk yapıyorlar demek istemiyoruz ama, bu yerel iktidar sahiplerinin ciddi bir bölümünün daha çok servete ulaşmak için siyaset yaptıklarını biliyoruz.
Buna karşılık AKP’li belediyelerin büyük bölümünün ise, yolsuzluk bataklığına batsalar bile, İslamcı bir yönetim ve hizmet çizgisi izledikleri, bir dava güttükleri ve onun için çalıştıkları açıktır. Yolsuzlukları bile cihat için yaptıklarını söylediklerini ve bu yolla kendi seçmenlerinden rıza aldıkları bile söylenebilir.
Tablo böyle olunca, yani muhalefetin bir davası, ideolojik bir derdi, radikal hedefleri olmayınca, AKP hükümeti kaybetse bile, devlette gerçekleştirdiği dönüşüm, kadrolaşma ve cumhuriyet kurumlarının imhasının ulaştığı boyut nedeniyle kurduğu rejim devam edecektir. Amaçları da zaten budur. Hükümeti kaybetseler bile kurdukları rejimin devam edeceği bir düzen oluşturmak ve onu tahkim etmek asıl hedeftir. Yüz yıllık rüyadır.
Dolayısıyla radikal ve devrimci bir programa, yeni bir kurucu iradeye sahip olmak gerekiyor. Bunun başka yolu yok. Unutulmasın ki, devrimcilik bırakın sosyalist solu, CHP’nin bile altı okundan / ilkesinden biridir. Cumhuriyet devriminin geçen yüzyılın başında sağladığı atılım ve kazanımlarla Siyasal İslamcılığın programı arasında alınacak bir ortalama ise, Türkiye’nin, halkın, dolayısıyla Cumhuriyet’in kaybedilmesi demektir.
Odağında solun bulunduğu, halka dayanan, radikal bir programa ve kurucu iradeye sahip geniş bir cumhuriyetçi cephe, dinci faşist diktatörlük girişiminin karşısındaki tek direniş ve kazanma seçeneğidir.