NATO’nun önceki hafta Norveç’te düzenlediği tatbikatta yaşanan düşman liderler skandalının ardından Türkiye’de İslamcı ve liberal çevrelerde iki yüzlü ve pespaye bir tartışma başladı.
Bu tartışmaya ilişkin söylenecekler hayli fazla, ama önce ne olduğunu kısaca anımsayalım. Bilindiği gibi Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO) Norveç’te düzenlediği bir tatbikat sırasında Mustafa Kemal Atatürk ile Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğraf ve isimlerinin bulunduğu bir panoda düşman liderler diye gösterilmesi, tepkilere yol açmış, AKP hükümeti sözde sert bir açıklama yaparak Türk asker ve subaylarını geri çekmişti. Norveç hükümeti ve NATO Genel Sekreterliği yaptığı açıklamalarda olay nedeniyle özür dilemiş, ancak tartışma kapanmamıştı.
Norveç’te meydana gelen olayın önceden hesaplanmış planlı bir girişim olup olmadığını, ayrı bir tartışma konusu olarak bir kenara koyalım. Bizim bu yazıda üzerinde durmamız gereken asıl durum, AKP’nin resmi ve gayri resmi sözcüleri ile yandaş medyanın birden bire NATO karşıtı, hatta anti-emperyalist kesilmesidir. Ortada açıkça müstehcen bir durum, tam anlamıyla siyasal bir sahtekarlık ve tarihsel ahlaksızlık var. Çünkü bizden, emperyalizmin çocuklarının, NATO yanaşmaları ve Amerikan uşaklarının kirli sicillerine bakmaksızın yurtsever olduklarına inanmamızı bekliyorlar..
Şimdi gelin İslamcıların ve Soğuk Savaş milliyetçilerinin siciline kısaca bakalım.
Öreğin, İslamcıların Filistin halkıyla dayanışma fetişinden başlayalım. Bilindiği gibi, İslamcı hareketin 1980 sonrasında geliştirdiği bir Kudüs ve Filistin söylemi var. Özellikle sosyalist blokun çözüldüğü 1990 sonrasında Filistin halkıyla dayanışma eylemlerinde giderek artan bir tempo da söz konusu. Oysa, gerçek tamamen farklıdır. İslamcılar Filistin halkıyla değil, gerçekte Filistinli dincilerle dayanışma halindedir. İslamcılar, laik ve solcu diye gördükleri Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) 1960lı ve 70li yıllarda sürdürdüğü büyük mücadeleyi değil desteklemek, tam tersine, tıpkı emperyalistler ve İsrail yönetimi gibi, kurtuluş savaşçılarını terörist diye nitelendiriyorlardı.
FİLISTİNLE DAYANIŞMANIN ONURU SOLUNDUR!
İslamcıların ve AKP hükümetinin iç ve dış politikadaki bütün hamasetine karşın, başından itibaren Filistin halkının emperyalizme ve Siyonizm’e karşı yürüttüğü mücadeleyi bütün gücüyle destekleyen, işgal altındaki topraklara giderek onlarla birlikte savaşan sosyalistler ve devrimcilerdir. Diğer ezilen halklarla olduğu gibi, mazlum Müslüman halklarla dayanışmanın onuru da sola aittir.
Deniz Gezmiş’in Filistin gerilla kamplarında İsrail’e karşı savaşırken taşıdığı FKÖ’ye bağlı Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe kimliği bir bayrak gibi dalgalanmaya hala devam ediyor. Filistin’e giden Dev-Genç (Devrimci Gençlik Feredasyonu) üyesi sekiz devrimci, kaldıkları kampa İsrail askerlerinin saldırması üzerine çıkan çatışmada yaşamını yitirdi.
Ölenler arasında Türk Solu Dergisinin Yazı İşleri Müdürü Bora Gözen ile Dev-Genç’in kurucu bileşeni olan ve Deniz Gezmiş’in Genel Başkanlığını yaptığı Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) üyeleri de vardı. Çatışmada ölen diğer devrimcilerin adları şöyleydi; Ahmet Özdemir, Yücel Özbek, Ali Kiraz, Cafer Topçu, Kerim Öztürk, Gürol İlban, Şükrü Ötkü… Onlar hala birer onur abidesi olarak Filistin’de, Halkların Kerdeşliği Mezarlığı’nda yatıyor.
Filistin halkı ile enternasyonal dayanışma için daha sonra da bölgeye giderek siyonizme karşı savaşan ve yaşamlarını yitiren çok sayıda başka devrimci de oldu. Dolayısıyla Filistin topraklarında yaşamını yitiren Türkiyeli sosyalistlerin anıları tazeliğini korurken, onlara, “Allahsız kızıl komünistler, anarşistler, teröristler” diye saldıranlar o günün (ve bugünün) İslamcıları ve milliyetçi muhafazakarlarıydı.
Bu nedenle, ABD emperyalizminin hizmetinde ve Türk derin devletinin (Kontrgerillanın) emrinde o günlerde devrimcilere saldıranlar, sadece siyaseten tutarsız değil, aynı zamanda tarihen de kirli ve ahlaksızdır.
Öyle ki, bazı İslamcılar bu tutarsızlığı ve ahlaki-siyasal iki yüzlülüğü itiraf ediyor. Örneğin Abdurrahman Dilipak’ın 2010 yılında katıldığı bir televizyon programında, “O zaman biz solcuları yeterince anlayamadık, onların Filistin için yürüttükleri mücadeleyi göremedik” diye konuşmak zorunda kalması, arşivlerdeki yerini koruyor.
HAMAS’IN SİCİLİ
Soğuk Savaş sonrasında Filistin halkını teslim alma girişiminin bir ürünü olan 1993 tarihli “Oslo barış süreci”nin çökmesinden sonra, Filistin topraklarında Hamas güç kazanmaya başladı. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe gibi sol-sosyalist örgütlerin de üye olduğu, laik ve halkçı bir çatı yapılanması konumundaki FKÖ’nün önünü kesmek için, İsrail gizli servisi Mossad ve CIAnın yönlendirilmesiyle (kolaylaştırması) sonucu kurulan bir örgüttür Hamas. Mossad ve CIA, dönemin “Yeşil Kuşak” politikasının devamı niteliğindeki bir politikayla, işgal altındaki topraklarda Hamasın önünü açtı. ABD ve İsrail böylece, Batıda da giderek bir efsane olmaya başlayan FKÖ’yü etkisizleştirmeye çalıştı.
Özetle Hamas, tıpkı El Kaide ve IŞİD gibi kirli bir sicile sahiptir. Hamas, bütün şeriatçı örgütler gibi, önceleri sinsice emperyalizmin koltuğu altında güç biriktirmeye çalışıp, bu süreç boyunca emperyalizmin hizmetinte sola ve devrimcilere saldırdı. Yine bütün Siyasal İslamcı örgütler gibi, güç kazandıktan sonra da su içtiği kuyuya tüküren ilkesiz bir örgüt oldu. Dahası Hamas, Gazze’de seçimi bir kez kazanıp iktidarı ele geçirdikten sonra bir daha seçim yaptırmadı.
Solun Filistin halkıyla dayanışması ise hiçbir zaman kesintiye uğramadı. Sosyalist sistemin dağılmasından sonra bu dayanışma güç ve hız kaybetse de, Filistin halkıyla birlikte siyonizme ve emperyalizme karşı yürütülen mücadelenin onuru, hala bu ülkenin devrimcilerine ve sosyalistlerine aittir.
SİYASAL İSLAM SOĞUK SAVAŞ ÜRÜNÜDÜR
Tarihsel, sosyolojik, kültürel ve teolojik kökleri daha derinlere inse de Türkiye’de aktüel İslamcılık ve milliyetçi sağ, esas itibarıyla birer Soğuk Savaş ürünü ve gücü olarak gelişmiştir. Kurucu, demokratik milliyetçilik ve geleneksel İslam, 1950li yıllardan itibaren anti-komünist, emperyalizmin işbirlikçisi ve oportünist bir karakter kazanmıştır. Bu anlamda aktüel İslamcılık ve ülkücü milliyetçiliğin kaynakları esasen aynıdır.
Aktüel İslamcılık ve milliyetçiliğin kaynaklarındaki Soğuk Savaş etkisini ve ortaklığı çarpıcı bir örnekle açmakta yarar var. Uzun süredir çeşitli çevrelerde pek mutaber bir isim olan, bu yanıyla liberal çevrelerde de bile kabul gören, Türkiye’nin en kıdemli İslamcılarından Mehmet Şevket Eygi’nin yazdıkları, emperyalistlerle işbirliğinin ve derin devlet operasyonlarının kirli bir parçası olmanın itirafı gibidir.
BİR DİNCİNİN İTİRAFI!
Deniz Gezmiş hakkında Mehmet Şevket Eygi şunları yazıyor:
“Deniz Gezmiş, Marksist-Leninist bir terörist veya savaşçıdır. Bu ideolojinin dünyada yaptığı tahribat ortadadır… Deniz Gezmiş ve arkadaşları Türkiye’de bozuk düzeni silah kullanarak, terör metoduyla devirip yerine daha bozuk bir kızıl düzen getirmek istiyordu… Deniz Gezmiş ve arkadaşları Türkiye’nin idaresini ellerine geçirebilmiş olsaydılar, Müslümanlara büyük baskı yapacakları belliydi… Deniz Gezmişin asılmasına hayıflananlar, her nedense Müslüman hocaların, şeyhlerin, vatandaşların asılmasına pek üzülmüş görünmüyorlar. (Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 22 Kasım 2007)
İşte böyle… İdam cezasını savunan iflah olmaz bir gericilik ve insanlığın bütün ilerici birikimine düşmanlık içindeki dinci bir faşistlikle karşı karşıyayız. Üstelik bu tutum bir sapma ya da münferit tavır da değil, bazı istisnalarla İslamcı gericiliğin genel eğilimini yansıtmaktadır. Yukarıdaki sözler İslamcılarla ortak bir gelecek projesi tasarlayan, demokratik bir düzen hayali kuranlara ithaf olunur.
Bitmedi… Şöyle devam ediyor Mehmet Şevket Eygi:
“İslam hukukunun ve bilgeliğinin evrensel prensiplerinden biri de ehven-i şerreyn tercih olunur (iki kötülükle karşı karşıya kalınırsa, bunlardan az kötü olanı seçilir) kaidesiydi. Biz Müslümanlar ülkemizdeki düzenin kötü br düzen olduğunu kabul ediyorduk. Lakin o tarihteki şartlar ve imkanlar içinde onu değiştirip yerine daha iyi bir düzen getirmek imkanlarına sahip değildik. O halde, o imkanlar elimize geçinceye kadar ehven-i şerreyn yani Amerikan nüfuzu bölgesinde bulunmak zorundaydık…” (age)
Herhalde böylesine utanç verici bir suç ortaklığı ve yüz kızartıcı işbirlikçilik tarihte hiç bu kadar utanmazca savunulmamıştır. O tarihlerde Amerikan nüfuzu altında olmak aynı zamanda İsrail nüfuzu altında da olmak demekti. Aslında durum bugün de pek farklı değildir. Türkiye’yi yönetenler, sağcı iktidarlar, İslamcılar, milliyetçiler başta FKÖ olmak üzere, Filistinli örgütleri yakın denebilecek zamana kadar terrörist-anarşist sayıyordu. İslamcılar bu sağcı-faşizan koalisyonun parçasıydı.
Türkiye Cumhuriyeti de, 1978 yılına kadar FKÖ’yü tanımadı. Bülent Ecevit’in liderliğindeki CHP hükümeti, FKÖ’yü 1978 yılında resmen tanıdı ve böylece devlet Filistin kurtuluş hareketini “terörist-anarşist” kategorisinden çıkardı. Aynı yıl Ankara’da bir Filistin irtibat bürosu kuruldu. O büro bugün büyükelçilik statüsündedir..
KONTRGERİLLANIN OPERASYON GÜCÜ
Mehmet Şevket Eygi sıradan bir İslamcı değildir. İslamcı hareketin yakın tarihteki en etkili teorisyeni ve yazarlarından biridir. Eygi, 1960lı yıllarda çıkardığı Bugün gazetesinde kurulu düzeni ve ABD emperyalizmini savunan yazılar yazıyor; yalana, iftiraya ve kara propagandaya başvurarak bütün gücüyle sola saldırıyordu. Kontrgerilla operasyonlarında görev üstleniyor ve kendisini izleyen İslamcı gençleri de bu operasyonlarda kullanıyordu. O dönem bu kirli operasyonlarda görev alan isimlerden çoğu, günümüzde AKP hükümetlerinde görev yaptı ve yapıyor.
Örneğin M. Şevket Eygi, 1969’da İstanbul’a gelen ABD 6. Filosu’nu protesto eden devrimci gençlere ve sosyalistlere karşı bir cihat kampanyası yürütüyordu. Eygi, Bugün gazetesindeki başyazılarında ABD emperyalizmini protesto eden devrimcilere karşı Müslümanları “Allah için kutsal savaşa” çağırıyordu. Eygi’nin doğrudan içinde yer aldığı bu Kontrgerilla operasyonu sırasında cinayetler işlenecekti. İstanbul Beyazıt Meydanından 16 Şubat 1969 Pazar günü başlayan ve Taksime uzanan, yaklaşık 40 bin kişinin katıldığı (o tarihte çok büyük bir sayıdır bu) ABD’nin 6. Filosunu protesto mitingi yapan devrimci gençlere camilerden çıkan dinci-faşist bir güruh, polis korumasında saldırmıştı. İşte Kanlı Pazarı tezgahlayan Kontrgerilla, katliamlar düzenleyen, cinayet işleyen, komuta merkezi Pentagon’da olan illegal ve sol düşmanı bir NATO örgütlenmesiydi.
Bu saldırı için bir gece önceden çevredeki camilere yığınak yapılıyor, İstanbul’un değişik semtlerinden ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden getirilen saldırganlar Taksim bölgesine yerleştiriliyordu. Abdullah Gülün İstanbul Şubesi olduğu Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), bu saldırının planlandığı merkezlerden biriydi. Dönemin MTTB Genel Başkanı da yine tanıdık bir isimdi; günümüzün TBMM Başkanı AKP’li İsmail Kahraman!
İslamcı ve faşist saldırganlar 16 Şubat 1969 Pazar günü yürütülen kirli operasyonda polis ve Kontrgerilla elemanları tarafından sevk ve idare ediliyorlardı. Taksim Meydanına çıkan ilk 400 kişilik grup ile ana kitle arasına polis barikat kuruyor, arkadaşlarıyla irtibatı kesilen ve alanda çıkan bu küçük devrimci gruba güvenlik güçlerinin himayesinde yaklaşık 3 bin islamcı ve faşist saldırıyordu. Bu saldırı sonucu 200 kişi yaralanıyor ve 2 devrimci genç de öldürülüyordu. Bu olay siyasal tarihe “Kanlı Pazar” diye geçecekti. Amerikan hesabına yurtseverlerin kanını akıtmaktan kaçınmayanlara o zaman da bugün de gerici, faşist ya da İslamcı deniyordu.
İşte, bugün ABD’yi protesto eden ya da NATO’dan çıkmaktan söz eden İslamcıların sicili böyledir. NATO’nun yasa dışı terör örgütü olan Kontrgerillanın uşakları hiçbir zaman NATO karşıtı olamaz. Dahası, İslamcılardan hiçbir koşulda tutarlı anti-emperyalist çıkmaz, çıkamaz. Siyasal İslamcılar emperyalizmin çocuklarıdır.