ABC Politik

Merdan Yanardağ
21 Şubat 2019
Email :

Her şeyin kötüye gittiği duygusunun, karamsarlık ve umutsuzluğun toplumda yayılmaya başladığı bu dönemde, gerçekte tablo hiç de kötü değil. Çünkü Türkiye direniyor! Devleti ele geçiren Erdoğan-AKP iktidarı, kamu gücünü elinde bulundurduğu, hukuku askıya aldığı, baskı aygıtlarını sorumsuzca kullandığı ve bütün rant dağıtım araçlarını kontrol ettiği halde, toplumun çok önemli bir kesimi teslim olmuyor. Girdiği her seçimi şu ya da bu şekilde (hile yaparak, devlet olanaklarını kullanarak, rant dağıtarak vb.) kazanmasına rağmen, ülkenin yüzde 50’si “hayır” demeye devam ediyor.

Umutlu olmak için bu direniş ve potansiyel güç yeterlidir. Toplumun yarısı baskıya, hakarete, devlet olanaklarının dışında tutulmaya, ahlaksızlığa, riyaya, iki yüzlülüğe karşı mücadeleyi sürdürüyor.

Açık ki, Erdoğan liderliğindeki AKP sadece iktidarı değil, devleti de ele geçirmiş durumda… AKP liderliği, devletin bütün baskı ve refah araçlarını kontrol ediyor. Daha önemlisi, iktidarın izlediği siyaseti destekleyen küçümsenemeyecek bir toplumsal tabanı da var. Evet, tablo ilk bakışta kötü görünüyor. Durum, klasik faşist hareketlerin iktidarı ele geçirme ve toplumu teslim süreçlerine benziyor. Yani, devletin şiddet aygıtları (adliye, polis) yoluyla yukarıdan aşağıya doğru uygulanan çok yönlü ve hukuk dışı bir baskı dalgası, aşağıdan yukarıya ise toplumu kuşatma ve teslim alma hamlesi..

İKİ YÜZDE ELLİ ARASINDAKİ FARK!

Yukarıda özetlediğimiz ve ilk bakışta kahredici görünen güce karşın, başta kültürel ve ahlaki iktidar olmak üzere, ülke hala ve tam olarak AKP’nin hakimiyetinde değil. Öyle ki, bir önceki çağın değerler dünyasına, siyasal kültürüne, estetik anlayışına dayanan İslamcı hareket, tam da bu nedenle yeni bir düzen kuramıyor. Çünkü, iktidarın tarihsel meşruiyeti de yok. İslamcı hareket, geri olanı, çürüyeni, insanlığın aştığı değerleri ve yozlaşmış bir hayat anlayışını temsil ediyor… Görgüsüz, bilgisiz, rüküş ve ‘demode’ bir hareket olmanın ötesine geçemiyor.

Elbette şöyle düşünülebilir; toplumun yüzde ellisi direniyor, ama diğer yüzde elli de İslami bir rejimi zorluyor. İlk bakışta durum böyle… Ama, siyasal ve toplumsal tabloya daha yakından bakıldığında gerçek durumun çok farklı olduğu görünüyor. Birincisi; iktidarın yanında görünen yüzde elli içinde de –ki gerçek rakam daha aşağıdadır- cumhuriyet aydınlanmasından payını alan geniş bir kesim bulunuyor. Örneğin; artık bu ülkede hiç kimse kadınların seçme ve seçilme hakkını elinden alamaz. İkincisi; direnenler toplumun en ileri kesimleridir. Bu ülkenin üreten, katma değer yaratan, vergisini veren, kültürünü oluşturan, devleti ayakta tutan, eğitimli, kentli kesimleri yani… Bir anlamda toplumun en gelişkin bölümü..

Toplumun şizoid bir yarılma yaşadığı, ruhunun parçalandığı bir tarihsel dönemeçte böyle bir farklılığın oluşması şaşırtıcı değildir.

ÇÖKEN HİPOTEZ

İslamcı hareket ve muhafazakar entelijansiyanın iddia ve eylemleri siyasal bir tarih hipotezine dayanıyordu. İşte o hipotez, yaşam tarafından yanlışlanarak çöktü. Bu çöküş gözden kaçırıldı. Bu hipotezi şöyle özetleyebiliriz;  Osmanlı’dan itibaren aydınlanma ve modernleşme girişimleri devletle milleti bir birine yabancılaştırdı. Devlet bir avuç batıcı seçkinin eline geçti. Bu nedenle, özellikle cumhuriyetle birlikte, devlet ve millet arasındaki bütün bağlar koptu. Devlet milletin değerlerine yabancılaştı. O aşamadan sonra devletle (cumhuriyet diye okuyun) millet arasında bir kavga yaşandı. Biz, devletle milleti barıştıracağız. Bunun tek yolu da devleti milletin değerleri ile uzlaştırmak, onu milletin değerleri temelinde yeniden yapılandırmaktır. Milletin değerleri ise İslam’dır.

Gerici tarih ve siyaset hipotezi özetle böyledir.

Öncelikle sorulması gereken soru şudur; hangi İslam? İslam’ın hangi yorumuna göre devleti yeniden yapılandıracaksınız? Dünyada böyle girişimlerin tamamı felaketle sonuçlandı. İslamcı hareket ve muhafazakar entelijansiya bu büyük yanılgıya dayalı hipotezi sürekli tekrarlayarak kendi camialarında genel kabule dönüştürmüştü. Bu yanılgının belli başlı boyutlarını şöyle özetleyebiliriz:

Birincisi; İslamcılar kendi dar ideolojik önyargılarını ve görüşlerini “milletin değerleri ve talepleri” sanıyorlardı. Bu nedenle topluma İslam’ın dar bir ideolojik yorumunu, Selefi ilkelliğini din diye dayatıyorlardı. İşte toplumun geniş bir bölümü buna itiraz etti.

İkincisi; İslamcı hareket ve muhafazakar entelijansiya 200 yılı aşan bir oyluma sahip Osmanlı Türk aydınlanması ve Cumhuriyetin birikimini hafife almışlardı. Oysa Türkiye’nin aydınlanma ve modernleşme birikimi sanılandan daha büyük ve güçlüydü.

Üçüncüsü ise; devletle (cumhuriyetle) milletin İslami değerlerler ve talepler üzerinden kavga halinde olduğu teziydi. En büyük yanlış da bu yaklaşımdı. Çünkü, Türkiye’de halkının büyük bölümünün cumhuriyetin kazanımlarını içselleştirdiği defalarca ortaya çıkmıştı. Cumhuriyetin toplumsal temeli sanılandan daha büyüktü. Anadolu ve Rumeli Müslümanlığı ile Emevi yobazlığı arasında derin bir doku uyuşmazlığı vardı ve bu uyumsuzluk hiçbir zaman giderilemeyecekti.

Devlet bir avuç Batıcı seçkinin değil, 1970’lere kadar Cumhuriyetçi kuşakların yönetimindeydi. AKP iktidarının bütün çabalarına karşın, 16 yıldır ona ve Cemaatlere teslim olmayan geniş halk kesimleri, 2007’deki dev cumhuriyet mitingleri, ulusal bayram ve günlerde sokaklara çıkan kitleler ve milyonlarca yurttaşın eylemli olarak katıldığı Gezi direnişi bunun en önemli kanıtıydı.

ÇIKIŞ YOLU

Sonuç olarak; Türkiye, totaliter bir rejim inşa etmeye yönelen Siyasal İslamcı iktidarın yarattığı kuşatıcı baskı ile, bu girişime karşı koyan toplumsal direniş odaklarının yarattığı gerilim ikliminde salınıyor. Toplum, tarihsel yönünün yeniden belirleyeceği bir yol ayrımında duruyor. Bütün uzlaşma zeminlerinin imha edildiği bu süreçte, sert bir çatışma ve kırılmanın yaşanması ise kaçınılmaz görünüyor.

Önemli olan şudur; Türkiye gericiliği ne yapmak istediğini biliyor, hedefleri belli… Çünkü, İslamcılar, çok uzun süredir hazırladıkları programını yaşama geçirmeye çalışıyor. Buna karşılık, ülkenin ilerici, cumhuriyetçi, sol ve laiklikten yana kesimleri, büyük bir güç olmalarına karşın, bu saldırıyı karşılayacak bir program ve liderlikten henüz yoksun görünüyor. Toplumsal direniş cephesi dağınık ve öndersiz. Asıl sorun budur.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, toplumun yüzde 50’sini aşan kesimlerinin iktidara karşı direnişi, bu gerici ve faşizan kuşatmayı kırmak için yeterince büyük bir toplumsal gücün olduğunu ortaya koyuyor. İhtiyacımız olan şey ilerici, kamucu, halkçı ve cumhuriyetçi bir cephe oluşturmaktır. Net bir programa ve siyasal hedefe sahip, önderlik boşluğunu dolduracak bir cephe.. Bütün dünyada siyasal İslamcılığın iflas ettiği bir tarihsel kesitte, ülkemizdeki a-tipik duruma son vermek zor değildir. Ancak, unutmamak gerekli ki, hiçbir toplumsal/siyasal değişim kendiliğinden olmayacaktır.