ABC Politik

Merdan Yanardağ
9 Temmuz 2020
Email :

Osmanlılar tarafından, 1700’lü yılların ikinci yarısından sonra “hilafeti aldık” iddiası ortaya atılsa da, aslında Selçuklu geleneği o döneme kadar sürdürülmüştü. Selçuklu geleneği, dini, devletin denetimine alan ama devlet işlerini de bir ölçüde dinden bağımsızlaştıran bir devlet yapılanmasıydı. Bu nedenle belli kırılmalara uğrasa da, Selçuklu Devleti’nin bir devamı diye de nitelendirebileceğimiz Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahlar, 18. yüzyıla kadar “Halife” unvanını kullanmamıştı. Bu nedenle Osmanlı’da din işleri, örneğin, fetva vermek ‘Şeyhülislamlık’ makamına ve şeyhülislama bırakılmıştı. Oysa, halifelik Osmanlı hanedanına geçmiş olsaydı, halifenin üzerinde bir fetva makamı da olamazdı. Öyle ki, padişahların tahtan indirilmesi bile şeyhülislamın vereceği fetva ile gerçekleştiriliyordu. Oysa, şeyhülislam, bir halifenin görevden alınması için fetva veremezdi. Osmanlı padişahlarının, uzun bir aradan sonra “Halife” unvanını kullanmalarını, 18. yüzyıldan itibaren Müslüman halkların kopuşunu önleme çabasına bağlayabiliriz. Bu ihtiyacın yanı sıra, Rus ve İngiliz imparatorluğunun sömürge ve ilhak ettiği topraklarda Müslüman halklar üzerinde bir nüfuz oluşturmak ve bunu siyasal bir koz olarak kullanmak amacını da bu gerekçelere ekleyebiliriz.

OSMANLI’NIN HİLAFET İDDİASI NEREDEN ÇIKTI?

Hilafet makamının Osmanoğulları’na geçtiği iddiası; hem zayıflayan hanedanlığın meşruiyetinin güçlendirilmesine hizmet edecek bir araç hem de Batılı sömürgeci ülkelere karşı Müslüman halklar üzerinde sağlanacak manevi etki siyasal bir silah olarak kullanılmasını sağlayacaktı. Nitekim, İttihatçılar da, I. Dünya Savaşı sırasında Hindistan Müslümanlarını, İngiliz sömürgecilerine karşı ayaklandırmak için aralarında Ömer Naci gibi, –Babı Ali baskınını örgütleyen ittihatçılardandı- ünlü ajitatör ve propagandistlerin de bulunduğu idealist Jöntürkleri bu ülkeye gönderecek ve başarılı olacaktı. İttihatçıların, Hindistan Müslümanları arasında yaydıkları fikirler ve çıkardıkları büyük ayaklanmalar, daha sonra bugünkü Pakistan ve Bangladeş devletlerinin de siyasal temelini oluşturacaktı. “Osmanlılarda ‘hilafet-i kübra’ iddiası, zayıflayan siyasi gücü desteklemek amacıyla gittikçe kuvvetlendi ve 18. yüzyıldan itibaren bütün İslam dünyasının meşru halifesi biçiminde gelişme gösterdi. Birinci Dünya Savaşı bitiminde Hind Müslümanları’nın Osmanlı hilafetini İngiliz hakimiyetine karşı kullanmaları, hilafet hareketi, Osmanlı sultanının halifelik iddiasının İslam dünyası tarafından benimsenmiş olduğunu gösteriyordu” (Prof. Dr. Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2017: s.109).

HİLAFET SİYASAL BİR KURUMDUR

İlk dönem Osmanlı tarihçileri arasında sayabileceğimiz Lütfi Paşa’nın bu konuda yazdığı bir risale olduğunu biliyoruz. Osmanlı’da hilafet sürecini ve/veya sorunu hakkında da yazan Lütfü Paşa, hilafet tartışmasının son Abbasî halifesi El Mütevekkil’in 1543’de ölümünden, yani Yavuz’dan tam 23 yıl sonra gündeme geldiğine işaret ediyor. Lütfü Paşa da, hilafetin Yavuz Sultan Selim’e devredildiğine ve ondan sonra Kanuni tarafından bu unvanın kullanıldığına ilişkin hiçbir kayıt düşmüyor. Risalede, “Abbasî halifelerinin Kanuni döneminde Mısır’da ölümünden sonra ümmetin halinin ne olacağı, Kureyş’ten olmayan sultanlara imam ve halife demenin caiz olup olmadığı” gibi soruların sorulmaya başladığı belirtiliyor. (Bkz. Faruk Sümer, Yavuz Selim Halifeliği Devraldı mı?, Belleten, Cilt LVI, Sayı 217,  İstanbul 1992, s. 675-701.) Kanuni’nin, bir ara ortaya çıkan boşluk nedeniyle bir sorun meydana gelmesin diye kısa bir dönem “sorumluluk anlayışı” gereği halifeliği üstlenebileceği görüşünün ortaya atıldığı, ancak daha sonra buna ihtiyaç olmadığının görülmesi üzerine vazgeçildiği anlaşılıyor. Çünkü, “Osmanlı sultanları Memlüklüler Devleti’ni ortadan kaldırarak Mısır’daki Abbasi halifelerinin siyasî desteğini yok etmiş, kendileri de halifeye sahip çıkmayarak Mütevekkil’in ölümünden sonra Abbasi ailesinden herhangi birinin hilafeti üstlenmesine imkan vermemiş ve böylece İslam dünyasının halifesiz kalması gibi bir fiili durum oluşturmuştur” (Dr. Tufan Buzpınar, Osmanlı’da Hilafet Meselesi; Bir Literatür Değerlendirmesi, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, İstanbul, 2004, s. 113-131).

Yavuz Sultan Selim ve ondan sonra gelen padişahlar bu unvanı kullanmasalar da hilafet makamının, 18.yüzyıldan 1924’e kadar Osmanoğulları’na ait olduğu (onlarda bulunduğu) konusunda, bu duruma karşı güçlü bir itiraz yükseltilmediği için zamanla genel bir kabul oluşmuştu. Ancak, “İmam Kureyş’tendir” şeklindeki hadis-i şerif’i gerekçe gösteren kimi büyük Arap kabilelerinin 18. yüzyıldan itibaren Osmanlıların bu unvanı kullanmalarına itiraz ettiği de biliniyor.

II. ABDÜLHAMİT VE HİLAFET

Halife unvanını kullanan ilk ve güçlü Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit olacaktı. İslam ülkelerinin Osmanlı’dan kopma riskinin büyüdüğü bu dönemde, Çarlık Rusyası ve İngiltere’ye karşı Asya ve Uzak Doğu Müslümanlarını kontrol etme, etkileme ve yanına alma ihtiyacı Abdülhamit tarafından bu unvanın siyasal bir araç olarak kullanılmasına yol açacaktı. İslamcılık siyaseti izleyen, dahası “modern dönem” Siyasal İslamcılığının da temellerini attığını söyleyebileceğimiz II. Abdülhamit “halife” unvanını sadece dış nedenlerle değil, iç siyasal ihtiyaçlar nedeniyle de güçlü bir vurguyla kullanacaktı. Örneğin; Aldülhamit’in kurduğu ve temelini Şafii Kürt aşiretlerinin oluşturduğu Hamidiye Alayları bir şeriat ordusu gibi hareket edecek, Ermeniler, Alevi-Türkmen başta olmak üzere imparatorluk halklarına karşı katliamlar yapacaktı. Hamidiye Alayları 1098 Devrimi’nden sonra dağıtılacaktı. Gerileme döneminde olsa da padişahlık ve hilafetin, kurumsal ve ideolojik bakımdan siyasal iktidarın tepesindeki tek kişide toplanması, zaten İslam’ı bir meşruiyet aracı olarak kullanan ve şeri hükümlerle yönetilen devletin bütünüyle dinselleşmesine yol açtı. Bu durum, İslam’ın siyasallaşmasını da doruğa çıkaracaktı. Bu yanıyla Osmanlılar, Selçuklu geleneğinden kopmuş, sultan aynı zamanda halife olmuştu. Abbasi hanedanlığının 12. yüzyıldan itibaren zayıflaması, İslam dünyasında dinsel ve siyasal otoritenin hem fiilen hem de resmen birbirinden ayrılmasına yol açmıştı. Nizamü’l-Mülk, din-toplum-devlet ilişkilerini yeniden düzenleyip formüle eden bir siyaset teorisi geliştirmiş, dini ve dinsel kurumları devletin ayrılmaz bir parçası ve yönetim aygıtı haline getirerek bir yeni yol oluşturmuştu. Bu durum (Osmanlı da bu sürecin içine alınırsa) yaklaşık 550 yıl devam edecekti. Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyıldan itibaren yeniden siyasal ve dini liderlik birleştirilecek, İslam’ın ilk döneminde olduğu gibi “emir” yani siyasi lider, aynı zamanda dini lider (imam/ halife) olacaktı. Tarihçi Halil İnalcık, Emevi-Sünni anlayışının devletin resmi ideoloji haline gelmesine de yol açan bu süreci şöyle özetliyor: “Devletin din ve dini hareketler karşısındaki tutumu belli aşamalardan geçmiştir. Osman Gazi zamanında yaşamış Tursun Fakih’den beri Osmanlı uleması, İslam hukuku, fıkıh mütehassısı (uzmanı) olup, sultanlar için önemli devlet işlerinde görüşlerini bildirirlerdi. Şeyhülislamlığa gelen Osmanlı uleması, her zaman resmi sıfat sahibi olarak devlet işlerinde müşavir rolü oynamıştır. Orhan’ın son yıllarında Çandarlı kadı ailesinin idarede üstün rol oynamasıyla Sünni din siyaseti, tarikatların önüne geçmiş görünüyordu. Genellikle Mısır’da okumuş ulema, Osmanlı medreselerinde eğitime sıkı Sünni doğrultu verdi” (İnalcık, 2017: s.114).

ULUSLAŞMA SÜREÇLERİ VE HİLAFETİN SONU

Uluslaşma süreçlerinin ve milliyetçilik akımlarının, 18. ve 19. yüzyıldan itibaren yükselmeye başlamasıyla, Osmanlı İmparatorluğun’da da hilafet kurumu Müslümanları siyasal birlik içinde tutmaya yetmeyecekti. Özellikle, Hicaz’da bazı büyük Arap kabilelerinin İngilizlerle işbirliği yapmaları ve hilafetin Kureyş’ten gelmeyen Osmanlı hanedanlığında olmasına itiraz etmeleri bu algıyı büyük ölçüde zayıflatacaktı. Siyasal otoritenin, yani sarayın ve iktidarın gücü azaldıkça, Sünni-Emevi dinsel grupların (tarikat, cemaat vb.) devlet üzerindeki etkisi artıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminin doruğu sayılan Kanuni Sultan Süleyman’ın parlak hükümdarlık yılları, aslında gerilemenin bütün semptomlarının da ortaya çıktığı bir tarihsel dönemeçti. İşte bu dönemeç, genel olarak dinsel kurumların, özel olarak Sünni-Emevi İslam ideolojisinin devlet üzerindeki etkisinin de arttığı bir dönemin başlangıcıdır. Öyle ki, Yavuz Sultan Selim döneminde, Şah İsmail’in başında olduğu Azerbaycan-İran merkezli Türk Safavi Devleti ile Osmanlılar arasındaki siyasal rekabet ve savaşlar nedeniyle, Anadolu’da büyük Alevi-Türkmen katliamları yaşanmasına karşın, Kanuni dönemi, devlette ve toplumda dinselleşmenin daha yüksek olduğu, Sünni-Emevi mezhebinin resmi ideoloji haline getirildiği bir tarihsel kesitti.

MÜSLÜMANLARIN BÜYÜK KISIR DÖNGÜSÜ

Osmanlı İmparatorluğu, bütün büyüklüğü ve görkemine karşın, Batı, akıl ve bilime dayalı yeni bir döneme girerken, bu sürecin dışında kalacaktı. Çünkü, devlet düzeni, İmam Gazali’nin 11. yüzyılda çizdiği siyasal ve teolojik çerçevenin dışına çıkamamıştı. Yukarıda işaret ettiğimiz ideolojik, felsefi ve siyasal kısır döngü,14. ve 15. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nu teslim almıştı. Gerilemenin nedeni “dinden uzaklaşmak” olarak görülüyor, çözüm olarak da daha fazla dine sarılma öneriliyordu. Bu önerinin/ yaklaşımın gereği yapıldıkça, yani daha fazla dine dönüldükçe, çok daha derin şekilde geriye düşülüyordu. Bugün hala devam eden akıldışı bir kısır döngüye girilmişti. Öyle ki, 21. yüzyılda IŞİD, El Kaide, Bako Haram, El Nusra gibi Ortaçağ artığı ilkel ve vahşi İslamcı örgütlerin ortaya çıkmasını da, burada aramak gerekiyor. Dahası, “ılımlı” olduğu belirtilen İslami akımların bu örgütler karşısında etkisiz olmasının başlıca nedeni de bu teolojik-siyasal anlayış ve içine düşülen kısır döngüdür. Sonuç olarak; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra fiilen, Cumhuriyet Devrimi ile birlikte resmen hilafet kurumu tarihe karışacaktı. Mısır’da, Türkiye’nin de katılımıyla 1926 yılında toplanan İslam ülkeleri temsilcileri, artık “hilafet kurumuna ihtiyaç olmadığı” konusunda görüş birliğine varacak, böylece bir daha kimse halifelik iddiasında da bulunmayacaktı.