Türkiye tarihsel bir dönemece –ki buna tarihsel kavşak da diyebiliriz- doğru hızla sürükleniyor. Ülke olağan günlerden geçmiyor, toplumun kaderinin / geleceğinin yeniden belirleneceği, tarihin temposunun ve yaşamın ritminin hızlandığı bir dönemde / zamanda deviniyor.
Böyle tarihsel eşiklerde siyasal aktörler ve toplumlar deneyimi yaşar, ancak genellikle bu deneyimin anlamını kaçırır. Deneyimin anlamını yakalayanlar ise, geleceğe yön verenlerdir. Dolayısıyla, böyle güçler, liderler sürece bilinç ve siyasal bir irade ile müdahale etme kapasitesine sahip olurlar.
Türkiye solu, ilerici ve cumhuriyetçi güçler, işte bu tarihsel dönemecin anlamını kavramak, ona göre davranmak zorundadır. Ülkeyi ve toplumu boğan gerici abluka ve karanlığı dağıtmanın başka yolu yoktur. Ergin Yıldızoğlu, geçen haftaki yazımda da işaret ettiğim yeni kitabında (Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitapları, Eylül 2020),bugün Türkiye’nin içinden geçtiği tarihsel dönemeci anlatmak için,İtalyan sosyalist hareketinin entelektüel lideri, büyük Marksist düşünür Antonio Gramsici’nin, edebi bir dille ifade ettiği çok çarpıcı bir tespitine işaret ederek, eski olanın öldüğü ama yenisinin doğamadığı bir tarihsel-toplumsal kilitlenme durumu yaşandığını belirtiyor( Bkz. Yeni Faşizim, S. 65-66). Durum tam da budur.
Gramsici, 1920’li yılların sonu ila 1930’lu yılların başlarında, yani 1. Dünya Savaşı’nın kapitalist emperyalist dünyanın iç çelişkilerini bütünüyle çözemediği; onları biriktirerek ertelediği,dahası yeryüzünün yeniden kana bulanacağı ikinci paylaşım savaşına sürüklendiği günlerde, Yıldızoğlu’nun yerinde çevirisiyle, şöyle diyor:
“Eski dünya ölüyor ve yenisi doğmakta zorlanıyor; şimdi canavarların zamanıdır” (A. Gramsici, Hapishane Defterleri. Akt. ve Çeviri için bkz. E. Yıldızoğlu, age, 1 Nolu Dipnot, S. 65).
Türkiye’nin içinden geçtiği dönemeci bundan daha iyi ifade eden bir betimleme bulmak zordur diye düşünüyorum. Evet, biraz daraltarak söylersek, eski Türkiye ölüyor, yenisi ise doğmakta zorlanıyor. (Bu durum hiç kuşkusuz günümüz dünyası içinde geçirlidir). Ama bu Türkiye, aydınlanma ve modernitenin izlerini taşıyan Cumhuriyet Türkiye’si değil, yakın perspektifli bir bakışla AKP’nin yaklaşık 20 yıldır yönettiği Türkiye, biraz daha uzun dönemli bir bakışla ise 12 Eylül 1980 darbesiyle Türk-İslam ideolojisi temelinde yeniden yapılandırılan Türkiye’dir.
Yıldızoğlu, bu durumu, Hegel’in değişmeden devam eden süreçleri betimlediği “kötü sonsuz” içindeki “canavarlaşma” durumu ile de ilişkilendirerek ele alıyor. Toplumsal sıkışmışlık, sıkıntı, giderek umutsuzluğa dönüşmeye başlayan gelecek endişesi, belirsizlik, çürüme ve en kötüsü teslim olma eğiliminin –ki bu eğilim henüz çok zayıf ve bu durum büyük bir şanstır- güçlenme belirtileri, “canavarların zamanı” için ideal bir tarihsel-toplumsal-psikolojik iklim sunuyor.
Burada sorun bu eski Türkiye’nin “ölmesi” değil, yakıcı olan Gramsici’nin dediği gibi, “yenisinin doğmakta zorlanması”, daha doğrusu uzunca bir süredir yeni olanın bir türlü “doğamama” durumudur. Türkiye’yi yeniden aydınlanmacı, demokratik ve toplumcu bir zeminde kuracak güçlerin, son 20 veya 40 yıldır anlamlı bir siyasal, toplumsal ve ideolojik/entelektüel seçenek haline gelememesidir. Bu durum, yaşadığımız kültürel, tarihsel ve felsefi “sıkıntı”nın –ki buna kriz de diyebiliriz- temel nedenidir.
Toplumun, ülkenin, ilerici güçlerin “yeni doğumu” gerçekleştirecek bir güce ve kapasiteye sahip olamaması, kaçınılmaz olarak bir toplumsal çürümeye de yol açıyor. Bu çürümede, yeni gericiliğin ideolojik-felsefi anlayışı olan post-modernizm ile zihinsel dünyası lekelenen solun her yükseliş eğilimine girdiği aşamada, liberallerin (özellikle sol liberallerin) ihanetiyle toplumsal direniş reflekslerinin kırılması durumunun önemli payının bulunduğunu da saptamak gerekiyor.
Toplum çıplak gözle de görülebildiği gibi lümpenleşiyor. Her türden gerici, ırkçı, dinci, faşizan, faşist, kadın düşmanı ideoloji kendisine zemin buluyor. Sokaklarda muhalefete yönelik, -son günlerde görüldüğü gibi sağ muhalif kesimlere de- sopalı silahlı saldırılar artıyor. Gerici-faşist şiddet yeniden yaygınlaşma eğilimine giriyor. Kaba kuvvet ile sokakta hakimiyet kurulmak isteniyor. Çünkü, ülkede artık “canavarların zamanı” yaşanıyor.
Bu saldırıların karşısında şimdilik topluma güven verecek bir güç bulunmuyor. Oysa Türkiye’nin yakın tarihi böyle bir gücün, örneğin 1970’li yıllarda nasıl oluştuğunu, ülkeyi klasik faşist harekete teslim etmediğini, bu nedenle 12 Eylül darbecilerinin bile, ancak, “Biz aşırı sağa da sola da karşıyız” diyerek yönetime el koyabildiklerini biliyoruz.
Anımsatacak olursak; 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Ortaçağ kalıntısı imparatorluklar dağılmış, Milletler Cemiyeti kurulmuş, düyanın bir barış dönemine girdiği günlerin başladığı düşünülmüştü. Oysa,aradan daha 20 yıl geçmeden, savaş sonrasının o iyimser kuşakları, Ergin Yıldızoğlu’nun da belirttiği gibi, -Gramsici’nin deyimiyle- milliyetçi canavarlara dönüşerek birkaç yıl içinde, ellerinde bayraklarla önce sosyalistlere, ilericilere, Yahudilere saldırdılar. Ardından da siperlere koşarak önce Avrupa’yı, sonra da dünyayı kana buladılar.
AKP-MHP koalisyonu bugün ülkeyi “İslami-faşist” bir rejime doğru taşıyor. Bütün rezervlerini tükettiğinin, toplumsal tabanının hızla eridiğinin farkında olduğu için de, bu amaca ulaşmak siyasal şiddet dahil her türlü araca ve yönteme başvuracağı da görülüyor. Çünkü, elinde toplumu teslim alacak başka bir araç bulunmuyor. Peki, başarılı olabilir mi? Evet, olur? Bunun uzak olmayan tarihte iki somut örneği var. Çok güçlü sosyalist ve işçi hareketlerinin bulunduğu, yerel iktidarların fiilen ele geçirildiği İtalya ve Almanya’da bir avuç maceracı faşist, siyasal şiddet kullanarak neredeyse on yıl içinde solu tasfiye edip toplumsal çoğunluğu ele geçirerek, söz konusu ülkelere el koydu. Bu tarihsel dersi unutmamak gerekiyor. (Türkiye’de 70’li yıllarda faşistlerin yapamadığı şey işte budur.)
Diğer taraftan, dinci-faşizan iktidarın karşısında bu sürece ve sürüklenişe direnmeye çalışan geniş bir toplum kesimi bulunuyor. Ne olura olsun, toplumun yüzde 50’den fazlası her siyasal ve tarihsel dönemeçte AKP gericiliğine (şimdi de MHP faşizmine) direndi. Ancak, bu toplumsal kesimler dağınık, programsız ve siyasal bir önderlikten yoksun. Çizginin solundaki en büyük siyasal güç olarak sosyal demokrasinin bu ihtiyaca yanıt veremeyeceği de açık. Ancak, sosyalistlerin ise böyle bir süreci yönetecek ve yönlendirecek güce sahip olmadıkları da görülüyor.
Durum böyle olunca, ülkeyi “canavarlara” bırakmayacak, Alman sosyalistlerinin Naziler karşısında yaptığı büyük hatayı tekrarlamayacak geniş bir demokratik cephe kurmaktan başka bir yol bulunmuyor. Sol, işte böyle bir perspektifle hareket ederse hem kitlelerle buluşarak yeniden siyasal bir güç haline gelebileceği gibi; “canavarların zamanı”na son vererek, iyi, demokratik, adil ve güzel olan her şeyin imha edileceği bir felaketi de önleyebilir.