Ülkede öyle bir hava esiyor ki; dürüst bir sosyolojik analiz ya da soğukkanlı bir tarih tartışması yapmak bile artık cesaret istiyor. Örneğin; “Menderes seçim yapsaydı, 1960’da darbe olmazdı” diye bir tespit ya da analiz yapıyorsunuz -ki bu yaşandı- iktidar çevreleri hemen size “darbeyi mi savunuyorsunuz” diye saldırıyor. Hatta ardından dava bile açılıyor. Böyle bir çatışmayı göze almadan artık bilimsel veya akademik bir çalışma yapmak bile neredeyse imkânsız hale geliyor. Geçen hafta yıl dönümü nedeniyle yeniden gündeme gelen ‘28 Şubat Süreci’ne ilişkin tartışmalar da böyle bir özelliğe sahip.
Diğer taraftan, sadece İslamcı sağ değil, solun kimi kesimleri de,-liberal tezlerin yarattığı zihin kirlenmesinin etkisiyle olsa gerek- 28 Şubat Sürecine ilişkin bilimsel ve nesnel bir değerlendirme yapmaktan uzak görünüyor. O nedenle, bu yazıda daha çok solun, bu konuya ilişkin analizlerine katkı yapmayı deneyeceğim. Elbette 28 Şubat’a ilişkin, geçen hafta BirGün gazetesinde yayımlanan makaleler gibi, soldan yapılan çok iyi yorum ve analizler de bulunuyor.
İslamcı-muhafazakâr çevreler, bilindiği gibi uzun süredir 28 Şubat 1997 tarihinden itibaren yaşanan ve aslında kısa süren siyasal gelişmeler üzerinden abartılı ve önemli bölümü yalana dayalı bir “mağduriyet edebiyatı” üretti. Ülke, hala bu alandan “ekmek yemeye” çalışan dinci bir iktidar tarafından yönetiliyor. Çünkü, kurulmak istenen gerici-faşizan rejimin tarihsel gerekçesini oluşturmak, onun ideolojik ve ahlaki arka palanını inşa etmek için böyle bir söyleme ihtiyaç vardı. Dahası, İslamcı hareket, Soğuk Savaş döneminde hayli kirlenen sicilini temizlemek istiyordu.
Çünkü, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerini destekleyen, Soğuk Savaş döneminde başta ABD olmak üzere emperyalizmin ve istihbarat örgütlerinin hizmetine girerek Kontrgerilla (derin devlet) operasyonlarında rol alan İslamcıların sicili utanç vericiydi. İslamcıların Soğuk Savaş döneminde CIA ve NATO’nun hizmetine girdikleri, çok sayıda kirli ve ahlaksız operasyonda rol aldıkları neredeyse herkes tarafından bilinen bir sır gibiydi.
Durum böyle olunca, İslamcı hareketin topluma “mazlum” profili vermesi, kendi taleplerini bütün ulusun talebi olarak yeniden kurması gerekiyordu. İşte 28 Şubat onlara bu olanağı sundu. Gel gelelim, ortada gerçek anlamda ne bir darbe ne de büyük bir mağduriyete neden olabilecek başka bir durum vardı. Çünkü 28 Şubat, sanıldığı gibi ve esas olarak “irtica ile mücadele” için geliştirilen bir “süreç” değildi. Bu nedenle 28 Şubat’ın gerekçesi de tarihsel anlamı da başka yerdeydi.
GERÇEKTE NE OLDU?
Yıllardır öyle bir hava estirildi ki, darbe görmesek 28 Şubat’ın darbe olduğuna neredeyse biz bile inanacaktık. Oysa, 28 Şubat 1997 ne darbeydi ne de muhtıra. Formel hukuk ve anayasal düzen içinde kalınarak geliştirilen, yarım kalmış cumhuriyetçi bir restorasyon denemesiydi, o kadar. Daha da önemlisi, Türkiye’de Soğuk Savaş dönemini bitirme girişimiydi. Ancak, başarısız olmuş ve daha kötüsü, amacının tam tersi sonuçlar yaratarak Cumhuriyetin gericiliğe teslim edilmesine yol açmıştı. Dramı da buradaydı.
Bilindiği gibi, insanlığın büyük geriye savruluşunun yaşandığı 1990 dönemecinde Sosyalist Blokun dağılması ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü üzerine, daha önce NATO ülkelerinde hukuk dışı yöntemlerle sola karşı mücadele etmek, devrimci hareketlerin yükselişini önlemek üzere kurulan illegal derin devlet yapılanmaları da dağıtılmaya başlandı. Genel/resmi adı, “Süper Nato” ya da “İnter Nato” olan, İtalya’da Gladyo, Fransa’da “Vatanseverler Birliği” Hollanda’da “Rüzgar Gülü” gibi isimlerle anılan bu illegal “gayri nizami harp” örgütü, Türkiye’de ise “Kontrgerilla” adıyla biliniyordu. Resmi olarak, bir Sovyet işgali halinde “karşı gerilla” yöntemleriyle savaşmak için kurulduğu belirtilen, gerçekte ise sol muhalefet güçlerine karşı işlenen cinayetler, suikastlar, katliamlar ve kumpaslarla anılan bu örgütün varlığı, resmi olarak ancak Soğuk Savaşın bitimiyle kabul edilecekti. Artık gereksizleştiği düşünülen bu suç örgütü, Batı Avrupa’da 1991-92 yıllarında hızla dağıtıldı.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi; 28 Şubat, esas olarak 5-6 yıllık bir sapmayla Türkiye’de Soğuk Savaş döneminin bitirilmesi girişimiydi. Diğer NATO ülkelerinden gecikerek de olsa, “milli tehdit” değerlendirmesini değiştirme çabasıydı. Bu nedenle, “Susurluk Olayı” diye bilinen ve Kontrgerilla yapılanmasının ortaya saçılmasına yol açan ünlü trafik kazasının aynı döneme denk gelmesi, ardından bu alanda ciddi bir temizliğin yapılması tesadüf değildi. Faili meçhul cinayetlerin birden bire kesilmesi, bu cinayetlerle anılan “Beyaz Toros” marka otomobillerin ortalıktan kaybolması, Polis Özel Harekât birliklerinin dağıtılması ve Emniyet’in elindeki ağır silahların alınması gibi bir dizi önemli gelişme de bu dönemde gerçekleşecekti.
KIRMIZI KİTAP NEDEN DEĞİŞTİRİLDİ?
Türkiye’nin paralel anayasası da diyebileceğimiz, karar verici düzeydeki asker-sivil bürokrasinin çalışma rehberi niteliğindeki ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nden (Kırmızı Kitap olarak da biliniyor) komünizmin ve genel olarak solun “baş tehdit” olmaktan çıkarılması da yine 28 Şubat dönemindedir. Basit gibi görünen bu düzenleme, gerçekte çok önemliydi. Çünkü,1945’ten itibaren devlete yön veren, Cumhuriyetin aydınlanmacı yanını çürüten ve derin acılara neden olan militarist-faşizan bir anlayışın terk edilmesi anlamına geliyordu. Yaklaşık yarım yüz yıldır derin devletle kirli/yasak bir sembiyotik ilişki içinde sivil operasyon gücü olarak kullanılan siyasal İslamcılığın, 28 Şubat’ta öncelikli “milli tehdit” olarak ilan edilip devletin kütüğüne (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne) geçirilmesinin nedeni de aynıdır.
Ayrıca, 28 Şubat döneminde irticanın yanı sıra, “ırkçı milliyetçilik” ve “ülkücü mafya” da milli tehdit değerlendirmesi içine alınmıştı. Bu gelişme 1950’den beri ilk kez yaşanıyor ve ülkücü çevreleri deyim uygunsa “şok” ediyordu. İşte bu gelişmeden sonra Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP, kendisini merkeze doğru çekerek, mafyatik işlere karışan tam 400 Ülkü Ocağı şubesini kapatacaktı. Daha da önemlisi, münferit bazı olaylar dışında, Kürt sorununun büyüdüğü bu dönemde ülkücüler neredeyse hiçbir sokak eyleminde yer almayacaktı.
Özetle, İslamcı hareket ve ırkçı-faşist milliyetçilik ile devlet arasında Soğuk Savaş döneminde kurulan “yasak ilişki” 28 Şubat Süreci diye ünlenen bu cumhuriyetçi restorasyon girişimiyle sonlandırılmak istenmişti. Ancak, emperyalizmin “Ilımlı İslam” siyaseti ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) dönemine denk geldiği için bu girişim yarım kalacak ve başarısızlıkla sonuçlanacaktı. Çünkü, küresel sermayenin serbest dolaşımının önündeki ideolojik, siyasal ve fiziki engellerin kaldırılmak istendiği bu dönemde, laik karakterli “ulusalcılık” hasım/düşman olarak görülüyordu. Kemalizm de bu kategoride bir ideolojik ve siyasal akım ve yapılanma olarak belirlenmişti.
Esas olarak bir Soğuk Savaş imalatı olan siyasal İslamcı hareket, o güne kadar derin devletin ve işbirlikçi sağ iktidarların kanatları altında korunup kollanmış ve büyütülmüştü. Sola ve yurtseverlere karşı kullanılan İslamcıların, 28 Şubat dönemindeki feryatlarının nedeni, işte bu yasak ilişkinin koparılması, dolayısıyla kendilerine sunulan devlet olanakların yitirilmesi korkusuydu. Büyük sermaye çevreleri tarafından terk edilme korkusunu da bu kapsamda ele almak mümkündü.
BASKI VE ZORLAMA VARDI AMA…
TSK’nın 28 Şubat döneminde, yanına kimi meslek kuruluşlarını ve sivil toplum örgütlerini de alarak sistematik bir baskı uyguladığı gerçekti. Ancak, yukarıda da vurguladığım gibi; bu baskı, bırakın darbeyi, bir muhtıra düzeyine bile ulaşmamıştı. Çünkü; söz konusu dönemde her siyasal eylem ve işlem Anayasal düzen ve formel hukuk içinde kalmış, yasal çerçevenin dışına çıkılmamıştı. O nedenle, “post-modern darbe” diye saçma sapan bir kavramsallaştırma ile ifade edilmeye çalışıldı.
Örneğin, çok belirleyici bir durum olarak Meclis açıktı ve seçimle gelen hükümet işbaşındaydı. Bırakın sıkıyönetimi, olağanüstü hal bile ilan edilmemişti. Hiçbir özel tutuklama gerçekleşmemiş, siyasal davalar açılmamış, hapishaneler doldurulmamış, işkence tezgahları kurulmamış, gazeteler yasaklanmamış, dernekler ve vakıflar kapatılmamıştı. İslamcı hareketin siyasal çatı örgütü olan Refah Partisi’nin (RP) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması bile bu çerçevede (yasal prosedür) gelişmişti.
Bu dönemde başarılan tek şey ise, neredeyse 8 yıllık kesintisiz ve zorunlu ilköğretim düzenlemesinden ibaretti. Bu adım bile tek başına çok önemliydi. Kaldı ki, çok geciken bu uygulama, 1960’lı yıllardan itibaren bütün milli eğitim şuralarında tartışılıp yaşama geçirilmesi için defalarca karar alınmıştı. İrticai faaliyetlerde yer aldığı gerekçesiyle sadece 3 bin devlet memurunun işine son verilebilmişti. Bu sayının, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında yapılan tasfiyeler ile karşılaştırıldığında çok sembolik olduğu görülecektir.
Dolayısıyla, 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim, imam hatip okullarının sınırlanması, Soğuk Savaş döneminde niteliksizleşen ve İslamcı kadrolarla doldurulan devlet bürokrasisinin yeniden düzenlenmesi çabası, sermayenin 21.yüzyıldaki ihtiyaçlarının gereğiydi.
‘DARBE’ GÜNLERİNDE HAVADA İKMAL
Hatırlanacağı gibi, Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi (RP) ile Tansu Çiller yönetimindeki Doğru Yol Partisi (DYP) koalisyon hükümeti, 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından yaklaşık 5 ay sonra istifa etmişti. Tarihte böyle bir darbe ne görülmüş ne de duyulmuştu.
Üstelik Erbakan, başbakanlığı koalisyon ortağı olan, dönemin Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkanı Tansu Çiller’e devretmek istemiş ve ancak bu şartla çekileceğini belirtmişti. Erbakan’ın konuya ilişkin sözleri de ünlüdür; RP lideri, “Havada ikmal yapacağız” demiş, başbakanlığı Çiller’e devrederek hükümeti sürdürmek istemişti.
Olan şudur; İstanbul burjuvazisi ve cumhuriyetçi asker-sivil bürokrasinin sözcülüğünü üstlenen dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Erbakan’ın istifası üzerine yeni hükümeti kurma görevini Çiller’e vermemiş, böylece hükümet de düşmüştü. Ortada bir darbe değil, Demirel’in yine yürürlükteki hukuk içinde kalarak yaptığı bir manevra söz konusuydu. Eğer bir darbe olacaksa bile bu önlenmişti. Nitekim dönemin genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, “Nizamiye kapısından döndük” derken bunu kast etmişti.
Siz hiç kendisine karşı darbe yapılan bir hükümetin 5 ay daha görevde kaldığını gördünüz mü? Ortada, geniş bir sivil kesimi de yanına alarak baskı uygulayan bir TSK ve onun deyim uygunsa “lobi” çalışmalarını aşmayan bir baskı dönemi vardı. Hiç kuşku yok ki, bu durum da olağan dışıydı ve bir “müdahale” niteliği taşıyordu. Daha ötesi değildi.
Olay şudur; ılımlı İslamcılık projesi nedeniyle artık NATO ve ABD’nin işine yaramayan, daha önemlisi dünya ve Türkiye kapitalizminin gelişme düzeyine ve ihtiyaçlarına denk gelmeyen otantik İslamcı hareket tasfiye edilerek, Batı ve emperyalizmle uyumlu olacak bir İslamcı oluşum yaratılmak isteniyordu. Bu yeni durumun iktidara tırmanmak için bir olanak sunduğunu gören İslamcıların kurduğu AKP, işte bu emperyalist siyaset planlamasının çocuğu olarak doğacaktı. Erdoğan’ın danışmanı ve AKP hükümetlerinde bakanlık yapan Doç. Dr. Yalçın Akdoğan, bu durumu, “İslami bir rejim kurulması için 200yıldır ilk kez iç dinamikler ile dış dinamikler bir biriyle örtüşüyordu” diye ifade edecekti.
28 ŞUBAT AKP VE GÜLEN’İN ÖNÜNÜ AÇTI
Bu anlamda 28 Şubat, esas olarak AKP’nin ve başta Fethullah Gülen hareketi olmak üzere, “ılımlı İslamcı” olduğu düşünülen güçlerin önünü açmıştı. Özetle 28 Şubat AKP’yi yaratmıştı. Dolayısıyla AKP, Batı ve ABD ile çatışmak değil, onlarla uzlaşmak iktidar olunabileceğini gören ve emperyalizmle anlaşmayı tercih eden İslamcıların partisiydi. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları “Milli Görüş” hareketi ve onun lideri olan Necmettin Erbakan’ı işte bu nedenle terk etmişti. Erbakan bu ihaneti ölene kadar unutmayacaktı. AKP’nin bir ABD-İsrail projesi olarak geliştirildiğini ve iktidara taşındığını en iyi bilen kişilerden biriydi. Bu nedenle Erbakan, “AKP’ye oy vermek Amerika ve İsrail’e oy vermektir” diyecek kadar öfkeliydi.
AKP’nin kuruluşu 28 Şubat döneminde hem askerler hem merkez medya hem de Batı ve ABD tarafından desteklendi. AKP, Büyük Ortadoğu Projesi’nin öncü güçlerinden biri olarak tasarlandı. Ilımlı İslam siyasetinin taşıyıcı örgütü olarak konumlandırıldı.
Daha önce emperyalizmin Soğuk Savaş stratejisine kurban edilen Türkiye, bu kez de Batı’nın BOP ve ılımlı İslamcılık siyaseti için harcanacaktı. Kökleri zayıf olan Türkiye burjuvazisi ve Cumhuriyet bürokrasisi kendi korkularının kurbanı olmuştu.
Hadise bundan ibarettir.