ABC Politik

Merdan Yanardağ
18 Nisan 2021
Email :

Türkiye, Yusuf Akçura’nın siyasal ve entelektüel tarihimizin en önemli eserlerinden biri olan, “Üç Tarz-ı Siyaset” kitabının yazılmasının üzerinden yüz yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, yeniden tarihsel yönünün belirleneceği bir hesaplaşma kavşağına ve bir yol ayrımına doğru sürükleniyor. Bu ülkenin dramı yarım kalan, diğer bir ifade ile ihanete uğrayan bir demokratik burjuva devrimi ile modernleşme denemesinde yatıyor. Ülke, bu tarihsel deneyimin yüz yıl sonra yenilgiye uğradığı bir ara rejim döneminden geçiyor.

Siyasal ömrünü dolduran ve fakat tarihsel ömrünü uzatmak için bütün kamusal olanakları kullanan Erdoğan-AKP iktidarı, İslamcı bir rejimi bütünüyle kuramamanın krizini yaşıyor. Başka bir ifadeyle; hukuku, toplumsal düzeni, siyasal anlayışı ve ahlakıyla Ortaçağ değerler dünyasına yaslanan; dahası bu yolla kalkınabileceğini, ileri teknolojiyi (modernleşme değil) ve güçlü ülke konumunu yakalayabileceğini varsayan İslamcı iddia çöküyor. Ortaya rüküş bir siyasal-toplumsal model, bir ara rejim çıkıyor.

Bu dönemde (özellikle 2016 sonrasında) artık güçlendiğini, devleti bütünüyle ele geçirdiğini, kendisine engel olabilecek bütün kurumları dağıttığını ve bu nedenle artık kendi İslamcı ajandasının gereklerini yerine getireceğini sanan Erdoğan-AKP iktidarı,gerçek durumun hiç de öyle olmadığını görmenin şaşkınlığını yaşıyor. Bu nedenle; bir yandan ABD ve Batı ile ilişkileri yeniden düzeltmeye yönelirken, diğer yandan toplumu bir kez daha “darbe paranoyası” ile teslim almaya ve böylece solu da kapsayan cumhuriyetçi-aydınlanmacı muhalefet kesimlerini bütünüyle bastırmayı planlıyor.

MONTRÖ TARTIŞMASININ ANLAMI

İşte, Erdoğan yönetiminin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni yeniden tartışmaya açmasının da ‘Amiraller Açıklaması’ nedeniyle başlattığı adliye-polis operasyonlarının nedenlerini de bu siyasal sıkışmışlıkta aramak gerekiyor. Daha önce de belirttiğim gibi, Türkiye artık her an her şeyin olabileceği bir dönemden geçiyor. Ülke, tarihin temposunun ve siyasal kan dolaşımı ritminin yükseldiği bir aşamaya giriyor.

ABD seçimlerinde muhafazakar-faşizan Donald Trump ve Cumhuriyetçi Parti ekibine oynayan Erdoğan-AKP yönetimi, Demokrat Parti’nin kazanmasından sonra Joe Biden yönetimiyle ilişkilerini iyileştirmek istiyor. Bunun için, Türkiye’nin egemenliğini ve bağımsızlığını riske ederek Montrö’yü tartışmaya açmaktan bile kaçınmıyor. Böylece 100 yıldır ABD donanması ve ticaret gemilerine kapalı olan (sınırlandırılmış bulunan) Karadeniz’i Washington’un emperyalist hesaplarına peşkeş çekmeye kalkıyor. Bu girişimin, savaş potansiyeline sahip Ukrayna krizine denk gelmesi de dikkat çekiyor.

Ancak, diyalektik düşünme yöntemini bir yana bırakalım, asgari bir matematik kafasına (metodolojisine) bile sahip olmayan İslamcı kadro, Rusya’yı hesaba katmadan attığı adımların Doğu Akdeniz, Suriye ve Libya sorunlarıyla ilişkisini kuramıyor. Daha kötüsü, Marmara Denizi’nin bir “iç deniz” statüsünden çıkarılarak, “uluslararası sular” konumuna çekilebileceğini hesaplamadan hareket ettiğinin bile farkına varamıyor. Ancak, Rusya’nın yükselerek giden her kademedeki uyarısı ve nihayet Putin’in müdahalesiyle kendisine geliyor. Bu durumun, yani rusya’nın müdahalesinin “amiraller kumpası”nın çökmesinde de rol oynadığı anlaşılıyor. İktidar yeniden Montrö’ye bağlılığını teyit etmek zorunda kalıyor.

Öyle anlaşılıyor ki, emekli amiraller yayınladıkları bildiri (açıklama) ile tam da bu noktaya, yani AKP’nin sinsi siyaseti ve hesaplarının bam teline dokunuyor. İktidar çevrelerinin ve yandaş basının birden bire yerlerinden zıplamalarının, bu olayı fırsata çevirerek bir taşla birkaç kuş vurma cinliğine girişmelerinin nedeni budur.

Gel gelelim bu kez hesapları tutmadı. Birincisi, dış dinamikler ve esas olarak Rusya etkeniydi. İkinci ve daha önemli olanı ise iç dinamiklerdi; toplum bu kez sinsi girişimi onaylamadı, siyasi uyanıklık ve haksızlığa prim vermedi. Artık sokaktaki insanın da “darbe paranoyası” ve sahte “milli irade” edebiyatından bıktığı ortaya çıktı. Böylece yandaş medyanın bütün yaygarası, iktidarın yüksek perdeden başlattığı ve CHP’yi de vurmayı hesaplayan gürültülü kampanyasına karşın kumpas şimdilik çöktü.

Toplumsal tabanı eriyen, sınıfsal destekleri ve ittifak ilişkileri daralan AKP iktidarı, şimdilik daha fazla ileriye gidemedi. Ancak, Fethullahçı Çete yöntemleriyle kurulmaya çalışılan söz konusu kumpasların önümüzdeki dönemde çoğalacağını, siyasal baskı ve devlet şiddetinin alabildiğine artacağını da beklemek gerekiyor.

DİRENİŞİN ZEMİNİ VE OLANAKLARI

Öncelikle şu durumu saptamalıyız; İslamcı iktidarın izlediği siyasetleri destekleyen küçümsenemeyecek bir toplumsal kesim bulunuyor. Erdoğan-AKP iktidarı son 20 yılda (bu tarihi 12 Eylül 1980 olarak da alabiliriz) merkez sağ ve muhafazakar seçmenin dokusunu önemli ölçüde değiştirmiş durumda. Tablo ilk bakışta kötü görünüyor.

Diğer taraftan, emperyalizmin bir imalatı olarak değerlendirilebilecek Siyasal İslamcılığın bu topraklarda tarihsel bir oylumu, derinliği de bulunuyor. Bu nedenle İslamcı hareketin toplumsal desteğini hafife almak büyük hata olur. Cumhuriyetçi asker-sivil bürokrasi ve burjuvazinin en temel yanılgısı bu durumdu. İslamcı kadroya bütün kirli işlerini gördürdükten sonra medreselerine geri gönderebileceklerini sandılar. Ama olmadı!

Durum, klasik faşist hareketlerin iktidarı ele geçirme ve toplumu teslim süreçlerine çok benziyor. Yani, devletin şiddet aygıtları (adliye, polis) yoluyla yukarıdan aşağıya doğru uygulanan çok yönlü ve hukuk dışı bir baskı dalgası, aşağıdan yukarıya doğru toplumu kuşatma ve teslim alma süreciyle tamamlanıyor.

Her şeyin kötüye gittiği duygusunun, karamsarlık ve umutsuzluğun toplumda yayılmaya başladığı son dönemde, gerçekte tablo hiç de kötü değil. Çünkü, başından beri Türkiye direniyor! Üstelik, liberallerin, dönek solun büyük ihanetine karşın, ilk günden itibaren toplumun dinamik kesimleri İslamcı sivil darbeye (pasif devrim) karşı koyuyor.

Devleti ele geçiren Erdoğan-AKP iktidarı, kamu gücünü elinde bulundurduğu, hukuku askıya aldığı, baskı aygıtlarını sorumsuzca kullandığı ve bütün rant dağıtım araçlarını kontrol ettiği halde, toplumun çok önemli bir kesimi teslim olmuyor. Girdiği her seçimi şu ya da bu şekilde kazanmasına karşın, ülkenin yüzde 50’sinden fazlası, “hayır” demeyi sürdürüyor.

Dolayısıyla bu tablo ve toplumsal potansiyel umutlu olmak ve demokratik direniş için yeterlidir. Çünkü, toplumun yarısından fazlası baskıya, hakarete, dışlanmaya, ahlaksızlığa, iki yüzlülüğe karşı mücadeleyi sürdürüyor. Daha önemlisi; başta kültürel ve ahlaki iktidar olmak üzere, ülkenin tam olarak hiçbir zaman AKP’nin hakimiyetine girmediği görülüyor. Bu durumun önemli bir direniş zemini olduğunu kavramak gerekiyor.

Sonuç olarak; Türkiye, totaliter bir rejim inşa etmeye yönelen Siyasal İslamcı iktidarın yarattığı kuşatıcı baskı ile, bu girişime karşı koyan toplumsal direniş odaklarının yarattığı gerilim ikliminde bulunuyor. Toplum, tarihsel yönünün yeniden belirleyeceği bir yol ayrımına doğru gidiyor. Bütün uzlaşma zeminlerinin imha edildiği bu süreçte, sert bir çatışma ve kırılmanın yaşanması ise kaçınılmaz görünüyor.

Önemli olan şudur; Türkiye gericiliği ne yapmak istediğini biliyor, hedefleri belli.. Çünkü, İslamcılar, çok uzun süredir hazırladıkları programı yaşama geçirmeye çalışıyor. Buna karşılık, ülkenin ilerici, sol, cumhuriyetçi ve laiklikten yana kesimleri, büyük bir güç oluşturmalarına karşın, bu saldırıyı karşılayacak bir program ve liderlikten henüz yoksun görünüyor. CHP öncülüğünde oluşturulan ve kesinlikle dikkate alınması gereken “Millet İttifakı” nın varlığına ve kimi başarılarına karşın asıl sorun budur.