Gezi/Haziran direnişinin sekizinci yılında, kapsamlı bir değerlendirme yapmanın yerinde olacağını düşündüm. Geçen hafta ilk bölümünü yayımladığım yazımın, bu ikinci bölümünde analizi biraz daha derinleştirmeye çalışacağım. Bu arada, ilk bölüme de göz atmanızı öneririm.
Seküler bir hayat yaşayan bazı aydınların, liberallerin ve kimi liberal solcuların AKP iktidarına verdikleri paha biçilmez destek, önce halkın kafasını karıştırdı. Aydın ihaneti ve liberal kirlenme toplumun direniş refleksini kırdı. Siyasal İslamcıların tarihsel bir boşluğu ve fırsatı sinsice değerlendirerek elde ettikleri güç, bir iktidar küstahlığına ve kibre yol açıyordu. Bu duruma tepki olarak toplumun fay hatlarında yüksek bir gerilim birikiyordu.
İslamcılar, akıllarınca kavga halinde olduğunu düşündükleri “millet ile devleti” barıştırıyorlardı. Gerçekte ise, kendi dar dinci-ideolojik programlarını “milletin talepleri” diye sunuyor, Cumhuriyet’in bütün ilerici niteliklerine ve kazanımlarına saldırıyorlardı. Cumhuriyeti ise bir avuç seçkinin rejimi diye lekelemeye çalışıyorlardı.
Oysa Cumhuriyet’in kitle tabanı sandıklarından daha geniş ve büyüktü. Cumhuriyetle kavgalı olan ise halk değil, iki yüzlü siyasal İslamcılar ve kasaba yobazlarıydı.
GEZİ’NİN KENDİLİĞİNDENLİĞİ
Gezi Parkı halk isyanının simgesi oldu; “artık yeter” diyenler, polis copuna, biber gazına, TOMA ve panzerlerin yıldırıcılığına karşın Taksim’e çıktılar. İçişleri Bakanlığı Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın (yeni kurulan bu birim 2018’de kaldırıldı) verdiği bilgiye göre, 3 milyon 600 bini aktif olmak üzere, toplamda 11 milyona yakın insan eylemlere katılmıştı. İstanbul başta olmak üzere bütün Türkiye’ye 48 saate yayılan halk isyanının ilk özelliği, kendiliğinden ve yukarıda da ifade ettiğim gibi bir toplumsal refleks şeklinde gelişmesiydi.
Örgütlü değildi, başlangıçta gücü de bu naifliğinden geliyordu. Ancak yenilgisinin nedenini de yine bu özelliği oluşturdu.
Yaşam, dinci gericiliğe ve faşizme karşı kurulacak cephenin bileşenlerini mücadele içinde ortaya çıkarmıştı. Bu birliktelik, ilk sonuçlarını 7 Haziran 2015 seçimlerinde verecek AKP iktidarı bir daha iflah olmayacaktı. Seçim sonuçlarını tanımayan AKP, ülkeyi bir kaosa sürükleyecek, her yerde bombalar patlayacak, 6 ay sonra (1 Kasım 2015’te) yapılan seçimlerle iktidara yeniden el koyacaktı.
Ancak sandıkla gelenin demokratik yollardan gitmeyeceğine ilişkin kötü bir modelin oluşması, gayrı meşru yol ve yöntemlere kapı aralayacaktı. Çok değil, ülke 6 ay sonra kanlı bir askeri darbe yaşayacaktı. Bu arada bastırılan 15 Temmuz darbe girişimi ise, gerçekte 20 Temmuz AKP darbesiyle tamamlanacaktı.
Toplum içinde sağlanan ve yukarıda bileşenlerini tarif etmeye çalıştığım birlik ise, 2018 yerel seçimlerindeki “İstanbul ittifakı” gibi somut sonuçlar yaratacaktı.
Yanılmıyorsam, cumayı cumartesiye bağlayan bir akşam/gece (7-8 Haziran 2013) Harbiye üzerinden Taksim’e girmeye çalışan kitleyle beraberdim. Polis plastik mermi atıyor, su sıkıyor, kitle önce geriye çekiliyor fakat sonra yeniden ve daha büyük bir kararlılıkla polis barikatlarına yükleniyordu. Göstericilerin örgütsüz ve dağınık olsa da yüksek bir dayanışma içinde ve kararlılıkla davranmaları, onların bir “kütle” halinde hareket etmesini sağlıyordu. O akşam ve sonraki günlerde Gezi’nin bütün renklerini ve onların farklılığını ortaya koyan bütün özelliklerini gördüm.
DİRENİŞİN RENKLERİ VE ‘PREKARYA’
Taksim direnişinde devrimciler, cumhuriyetçiler, emekçiler, CHP’liler, spor kulüplerinin taraftar dernekleri, sosyalist partiler, kadınlar, erkekler, farklı cinsel eğilimlere sahip topluluklar ve sıradan yurttaşlar hep birlikteydi. Bu nedenle bazı müstehcen sloganlarla faşizme ve gericiliğe karşı atılan siyasal sloganlar kısa aralıklarla aynı alandan ya da sokaktan yükseliyordu. Türk bayraklarıyla devrimci örgütlerin flamaları, alelacele yazılan dövizlerle spor kulüplerinin bayrakları yan yana dalgalanıyordu. Toplumun her kesiminden, her sınıfından, her inanç grubundan insan direnişin içindeydi ya da destek verdi.
Gezi; ‘prekarya’ adı da verilen, yanlış şekilde ve sadece “plaza” ya da “büro” çalışanlarından ibaret oldukları sanılan, beyaz yakalı, eğitimli, mülksüz, emeklerinden başka satacak şeyleri olmayan ofis ya da saha emekçilerinden oluşan yeni işçi sınıfının da somut şekilde görünür olduğu ilk büyük eylemdi. Guy Standing* gibi kimi toplum bilimcilerin ileri sürdüğü, “prekarya” adı verilen bu kesim, sadece göçmenler, mülteciler, azınlıklar, düzenli bir işi olmayan informal çalışanlardan oluşan bir kesim olarak da tanımlanamaz. Çünkü bu kesim, tıpkı “makina kırıcıları” gibi, yıkıcı olsa da, gerçek anlamda ve bir “sınıf” olarak “devrimci” değildir.
Yeni işçi sınıfını, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin “çokluk” kavramı da karşılamıyor. İngilizce “multitude” kavramından gelen “çokluk”, esas olarak merkezi bir liderlikten yoksun ve kendiliğindenci politik kitle hareketlerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu anlamda, ilk kez Machiavelli tarafından kullanılan, Hobbes ve Spinoza tarafından geliştirilen “çokluk”, günümüzde Hardt ve Negri tarafından hayli farklı anlam yüklenen bir kavramdır.
Hardt ve Negri’de “çokluk” kavramı, kapitalizmin yurtsuzlaştığı varsayımından yola çıkarak bir bakıma emperyalizmi iptal eden “imparatorluk” teorisine dayanır. Dolayısıyla “çokluk” en basit şekliyle “tekillerin” yan yana gelmesi ile oluşan “çoğulluk” anlamına gelir. Ancak bu “çokluk”, verili varlıkların sayılabilir çoğulluğunu da anlatmaz. Hardt ve Negri, bu kesimi “İmparatorluk” ve “Çokluk” kitaplarında** siyasetin yeni öznesi olarak sunar. Kapitalizme karşı yeni bir alternatif olduğunu öne sürer. Bu yanıyla çokluk, kurucu edime sahip siyasetin failidir.
Ancak bu tez ve kavram; işçi sınıfının yeni niteliğini çözümleme ve tanımlamaktan hayli uzaktır. Dolayısıyla, felsefi ve teorik bir varsayım olmanın ötesine geçemediği gibi, toplumsal ve sınıfsal mücadele süreçleri tarafından kısa sürede yanlışlanmıştır.
Bu nedenle, bilim ve teknolojinin gelişmesi, yaygınlaşması, dolayısıyla üretim araçlarındaki olağanüstü değişim işçi sınıfının niteliğini de dönüştürmeye başladı. Öğretimin kitlesel bir nitelik kazanmasıyla, işçi sınıfının eğitim düzeyi de yükselmeye başladı. Böylece kafa ve kol emeği arasındaki açı daha da daraldı. Öyle ki kol emeği giderek önemini yitirdi. Dolayısıyla, klasik ağır sanayi öncü sektör, ağır sanayi çalışanı da işçi sınıfının en nitelikli ve öncü kesimi olma özelliğini yitirdi.
Klasik ağır sanayi yerine, bilişim sektörü öncü bir alan haline geldiği gibi, eğitimli ücretli çalışanlar da genel olarak işçilerin en nitelikli kesimini oluşturmaya başladı. Artık, iyi müzik dinleyen, sinemaya-tiyatroya giden, kitap-gazete okuyan, hatta dil bilen ve fakat ancak asgari ücretle çalışabilen bir kesim oluştu. İşte Gezi’de biz bunları gördük. O nedenle bu kesimi, “yeni işçi sınıfı” diye tanımlamayı daha doğru buluyorum. Böyle tanımlandığı sürece, “prekarya” denilmesine de bir itirazım yok.
GEZİ’Yİ HAZİRAN YAPANLAR
Diğer taraftan, Gezi’nin ana ve büyük kitlesi, AKP iktidarı altında geçen yıllarda gericilerin, her soydan liberallerin ve liberalizmle lekelenmiş kimi sol çevrelerin aşağıladığı ve neredeyse “faşist” ilan ettiği Cumhuriyetçi ve laiklikten yana geniş halk kesimleriydi.
Ne kadar etkili olursa olsun, en fazla 600-700 kişinin katıldığı çevreci bir eylem olan Gezi’yi, Haziran isyanına dönüştüren, İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin her köşesinde sokağa çıkan bu büyük kitleydi. Değilse, Gezi, birçok benzeri gibi özel siyasi tarihimizde anlamlı, ama küçük bir çevreci eylem olarak kalacaktı.
Haziranı yaratanlar, Taksim Gezi Parkı’nda direnişçi çadırlarının yakılması üzerine, “yeter” diyen ve 31 Mayıs-1 Haziran gecesi aynı anda sokağa çıkan ilk 400 bin kişi, ardından ülke genelinde dalga dalga yayılarak 11 milyona ulaşacak olan geniş halk kesimleriydi. Ülkemizde ne o kadar sosyalist ne de çevreci vardı. Keşke olsaydı ama gerçek buydu.
Önümüzdeki pazar günü yayınlanacak üçüncü ve son bölümde, diğer nedenlerin yanı sıra Gezi’nin meşruiyetini sağlayan asıl etkeni ve eylemin asıl mesajını yazacağım.
* Guy Standing, Prekarya / Yeni Tehlikeli Sınıf, Çeviren; Ergin Bulut, İletişim Yayınları, 2020 İstanbul.
** Michael Hardt-Antonio Negri, İmparatorluk, Çeviren; Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 8. Baskı, 2015 istanbul. / Çokluk, Çeviren; Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, 2018 İstanbul.