Cumhuriyet’in tarihsel kazanımlarını tasfiye ederek yerine bir şeriat rejimi kurmak isteyen AKP, iktidarı kaybetmekten ölümcül bir korku duyuyor. Çünkü, iktidara karşı biriken öfkenin sert bir hesap sorma dalgasına dönüşmesinden ürküyor. Bu nedenle neredeyse her gün bir gazeteci tutukluyor. Basın özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalışıyor.
İçeride iktidar dinamiklerini kaybeden, çözülen ve giderek geleneksel İslamcı tabanına doğru daralan AKP iktidarı, bu nedenle yeniden dış dinamikleri harekete geçirmeye çalışıyor. İktidarının ilk yıllarında olduğu gibi, yurtiçindeki iktidar açığını, kudret eksikliğini, ABD ve Batı’dan aldığı güçle kapatma siyasetini yinelemeye çalışıyor. Bu nedenle ABD ve Batı’ya, daha önemlisi bütün ideolojik söylemini bir yana bırakarak İsrail’e dönüyor. Ama olmuyor, aynı derede iki kez yıkanılamıyor.
AKP iktidarının Washington temsilcisi diyebileceğimiz, Türkiye Büyükelçisi Murat Mercan –ki büyükelçi olarak atanmadan önce partide genel başkan yardımcısıydı- Yahudi lobisi ve ABD’deki köktendinci Musevi örgütleriyle tarihte hiç olmadığı kadar yakın ilişkiler kuruyor. Bu nedenle, Rusya ile kurduğu bütün yakın ilişkilere karşın, Putin yönetiminin kendisini Batı’nın elinden kurtardığını unutarak Ukrayna krizinde Moskova’yı öfkelendirecek bir siyaset izlemekte ısrar ediyor.
Öyle ki Erdoğan, Kiev ziyaretinde Ukraynalı askerleri, hiçbir Batılı liderin kabul etmediği şekilde, bir Nazi sloganı ile selamlıyor. Bu selamlama, “Slava Ukraine!” diye söylenen ve “Şan Olsun Ukrayna’ya!” diye çevrilebilecek bir sloganla yapılıyor. Bu selamlama Ukrayna’nın bölünmesine yol açan Batı destekli faşizan darbeden sonra protokole sokulan bir slogan aslında. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi yanlısı Batı Ukraynalı faşistler tarafından kullanılan bir selamlama biçimi. O nedenle, Merkel bile, Kiev ziyareti sırasında bu selamlamayı kabul etmeyip, “Merhaba Asker” diyerek klasik yöntemi tercih etmişti.
UKRAYNA KRİZİNİN DERİNLİĞİ!
Moskova’dan Medya Günlüğü’ne yazan siyasi analist ve gazeteci Fuad Safarov, geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ukrayna’nın başkenti Kiev’i ziyaret etmesinin, Rusya gündeminin ön sıralarında yer aldığını belirterek, AKP liderinin sözde arabuluculuk girişiminin büyük tepki topladığına dikkat çekiyor.
Safarov’un aktardığına göre; ünlü Rus siyaset bilimci ve yorumcu Vitaliy Tretyakov, “Erdoğan’la aşkımız bitiyor, çünkü kırmızı çizgiyi aştı” diyor. Devlet kanalı Rossiya-1’de yayınlanan “60 Minut” adlı programda ise, sunucu Olga Skabeyeva, Erdoğan’ın Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy tarafından karşılanışı sırasında, tören kıtasını, “Slava Ukraine!” diye selamlamasını defalarca ekrana getiriyor ve protesto ediyor.
Program konuklarından Tretyakov, Erdoğan yönetiminin Kiev’e, Bayraktar marka İHA ve SİHA’lar satmaya devam ettiğini hatırlatarak, “Erdoğan’ın, Rusya’ya karşı olan güçleri desteklediği çok açık” diyor. Tepkiler sadece şöhretli bazı yorumcuların eleştirileriyle de sınırlı kalmıyor. Rusya Federasyonu Devlet Egemenliğini Koruma Komisyonu Başkanı Andrey Klimov da, yaptığı bir açıklamada, Ukrayna’ya silah sevkıyatının bir provokasyon olduğunu belirtiyor ve bu konuda AKP iktidarını açıkça suçluyor.
Ukrayna krizi, Sadece bir NATO-Rusya gerilimini ya da geçmişte sık rastlanan türden klasik bir Batı-Doğu çatışmasını ifade etmiyor. Krizi, Rusya’nın son dönemde Çin ile gelişen ilişkileri bağlamında ele aldığımız zaman, esas olarak yenidünyanın bu gerilimin seyrine göre şekilleneceğini görülebiliriz. Krizin arka planında, Amerikan hegemonyasının gerilediği dünyada, yeni şekillenen egemenlik ilişkilerinde, hangi gücün gezegene yön vereceği kavgası bulunuyor. Bu nedenle olsa gerek, derin bir bilgi-birikim sorunu olan AKP kadrolarının krizin derinliğini bilmese de sezdiği ve bir tercih yaptığı anlaşılıyor. Ancak, Erdoğan-AKP iktidarı bu kez yanlış ata oynuyor.
DİNAMİKLERİN ÖRTÜŞMESİ
Bugünü daha iyi anlamak için şimdi biraz geriye giderek, AKP’nin iktidara geldiği koşullara bakalım; AKP’nin temsil ettiği siyasal İslamcı koalisyon –ki başlangıçta bu koalisyon içinde Fethullahçı Çete de vardı- iç dinamiklerin yanı sıra, belki de bu dinamiklerden daha çok, dış dinamiklere yaslanarak iktidara tırmandı. AKP’nin kendi programı ve hedefleri ile emperyalizmin (özellikle ABD’nin) bölgesel ve küresel siyasetleri arasında bir uyum ve örtüşme yaşanıyordu. AKP liderliği, emperyalizmle çatışarak değil, uzlaşarak iktidar olunacağını gören İslamcıların partisiydi. Dolayısıyla AKP, bu topludurumun (konjonktürün) sunduğu olağandışı tarihsel koşulların sonucu olarak iktidarı ele geçirdi.
Ancak iç ve dış dinamikler arasındaki bu uyum bozuldu. Dünyada ve bölgedeki gelişmeler, AKP’yi iktidara taşıyan iç ve dış dinamikler arasındaki örtüşmeyi ortadan kaldırdı. İşte bu nedenle AKP liderliği, 2003-2008 arasındaki yakaladığı iç ve dış dinamikler arasındaki uyumu yeniden kurmaya çalışıyor. Ancak, bu örtüşme salt iradi bir müdahale sonucu sağlanamaz. Batı’nın AKP iktidarından kurtulma siyasetini bir yana bıraksak bile, esas olarak İslamcıları iktidara getiren iç dinamiklerde köklü bir değişim yaşandı. Siyasal İslamcı AKP’yi iktidardan indirecek şey de daha çok bu iç dinamikler olacaktır.
SADECE AKP DEĞİL TÜRKİYE ÇÖZÜLÜYOR
Sadece AKP iktidarı değil, Türkiye de çözülüyor. Toplumu birleştiren bütün zeminler parçalanıyor. Hassas ve kırılgan bir inanç haritası ve etnik mimariye sahip olan Türkiye, bir iç çatışmaya doğru sürükleniyor. Salt bir tespit olarak belirtmek gerekirse Cumhuriyet’in birleştirici ilkeleri ve toplumu ulus olarak bir arada tutan kültürel dokusu akılsızca tasfiye ediliyor. Artık okul bahçelerindeki küçük Atatürk heykellerine de değil, şehir meydanlarındaki büyük bağımsızlık ve ulusal onur anıtlarına saldırılıyor. Kendi yarattıkları putlara tapanlar, Cumhuriyet’in simgelerini imha etmeye çalışıyor.
İslamcı iktidar, laik cumhuriyetin yerine, toplumu oluşturan unsurlardan sadece birinin dar bir kesimine dayalı olarak, bir “Sünni-İslamcı” rejim kurmak konusundaki ısrarını sürdürüyor. Bu ısrar toplumsal gerilimi alabildiğine artırıyor. Ülke adeta fırtınadan önceki sessizliği yaşıyor. Çeşitli toplum kesimleri her an patlamaya hazır bir barut fıçısına dönüşüyor. Toplumsal tedirginlik, anksiyete yükseliyor.
Toplum, tehlikeli şekilde kendisini oluşturan bütün etnik, dinsel ve siyasal unsurlarına doğru ufalanarak ayrışıyor. Bu tabloyu restorasyoncu bir programın değiştirmesi ve ülkeyi yeniden inşa ederek birleştirmesi mümkün görünmüyor. Çare, bugün en düşük olasılıklı çıkış yolu olarak görülen ve fakat gerçek bir kurtuluşa işaret eden devrimci demokratik cumhuriyet seçeneğini yükseltmekten geçiyor. Ülkenin, ya dinci faşizm ya da cumhuriyetin ilerici kazanımlarının yitirildiği, restorasyoncu bir rejim seçeneğine hapsedilmesini önlemek gerekiyor.