ABC Politik

Merdan Yanardağ
15 Mayıs 2022
Email :

Özel şirket görünümündeki şeriatçı özel harp örgütü SADAT konusunun yeniden Türkiye gündemine oturduğu sırada İslamcı faşizmin bu topraklardaki ideolojik kaynaklarını ortaya çıkarmak yerinde olacaktır. İslamcı faşizmin Türkiye’de başlıca iki ideolojik kaynağından söz edebiliriz. Bunlardan biri Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” adlı kitabında ortaya attığı, 1960’lı yıllara dayanan İslamcı-faşist çizgidir. Başta R. Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP liderliği ve önde gelen kadrolarının savunduğu, onların politik hattını da belirleyen ideolojik zemini Kısakürek’in görüşleri oluşturur. Kısakürek’in, şematik şekilde ortaya attığı görüşler, Nazizmin İslami terminolojiye aktarılmasından ibaret diyebileceğimiz tipik ve kaba bir faşist ideolojidir. İslamcı şairin tarif ettiği rejim esas olarak “Başyüce” adını verdiği tek şefe, İslamcı bir Führer’e, ümmetin liderine dayanır. (Bu konuyu önümüzdeki hafta serinin son yazısında ele alacağız).

İslamcı faşizmin ikinci kaynağını ise 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ve kurduğu rejim oluşturur. Darbecilerin “Türk-İslam Sentezi” diye adlandırdıkları anlayış/ çizgi, dinci faşizmin Türkiye’deki yaşama geçirilmiş ilk ideolojik durağıdır. Bu çizgi, ırkçı/etnik milliyetçilik ile siyasal İslamcılığın buluştuğu bir ortak ideolojik-politik alandır. Bir dönem başarılı olduğu da söylenebilir.

***

Atatürkçü olduklarını söyleyen 12 Eylül darbecileri, gerçekte Kemalizm’in laik ve aydınlanmacı yanına karşıydı. Kemalizm’in ve Cumhuriyet’in aydınlanmacı karakterinin ilerici fikirlere yataklık yaptığını düşünüyorlardı. Haksız da değillerdi. Bu nedenle darbenin ilk gününden itibaren, bıktırıcı bir Atatürkçülük edebiyatına karşın, asker ve sivil üst bürokrasiden Kemalizm’i kazımaya yönelmişlerdi. Asıl amaçları buydu. Darbeciler, ülkücü hareketin başarısız olması nedeniyle, yeniden siyasal İslamcılığı desteklemeye yönelmişlerdi. Bu tutum, NATO’nun izlediği “Yeşil Kuşak” siyaseti ile de uyumluydu.

Ancak bu İslamcılık, klasik ya da otantik bir dincilik de değildi. Moderniteden de bütünüyle kopmak istemiyorlardı. Esas itibarıyla bir ara rejim özelliği taşıyan askeri darbe yoluyla, kalıcı bir Soğuk Savaş düzeni kurulmak isteniyordu. Cunta, bıktırıcı bir sıklıkta kullandığı “Atatürk ilke ve inkılâpları” kavramıyla özetlediği, kendine özgü bir “Kemalizm” yorumuyla, askeri darbenin gerekçesi arasında ilişki kurdu. Çünkü bu yolla, “yasa dışı eylemini” tarihsel bir bağlam içine oturtmaya ve meşrulaştırmaya çalışıyordu. Kemalizm’in eklektik yapısı da 12 Eylül yönetiminin işini kolaylaştırıyordu.

Darbeciler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerinin yeniden tanımlanması yoluyla, İslamcılıkla iç içe geçen yeni bir kurucu ideoloji oluşturmaya çalışıyordu. Laiklik ilkesi, önce eğitim kurumlarında olmak üzere sınırlandırıldı. Devlet İslamcı kadrolara açıldı. Fethullahçı çetenin orduda ilk örgütlenmeye başladığı dönem de bu darbe yılları oldu. Belirleyici ideolojik-politik eksen antikomünizmdi. Hedef ise, Kemalizm’in sol yorumu dahil, solun ve sosyalist hareketin bütünüyle tasfiyesiydi. Emperyalizm ve sermaye çok korkmuştu.

Darbeciler, sadece uluslararası sermayenin ve emperyalizmin stratejik ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamış; eskisi gibi yönetemez hale gelen, başta büyük sermaye olmak üzere, Türk egemen sınıflarını da orta vadeli bir siyasal proje etrafında birleştirmeyi başarmıştı. Ancak, kısa vadede silahların gücüyle sağlanan toplumsal-siyasal düzenin orta ve uzun vadeye doğru yayılması, toplumdan ideolojik bir onayın üretilmesiyle mümkündü. Darbe yönetimi bu sorunu, otoriter ve faşizan bir Atatürkçülük yorumunu ideolojik “üst belirleyen” konumunda tutarak, yukarıdan aşağıya doğru kontrollü bir İslamizasyon süreciyle aşmaya çalıştı. Türk-İslam Sentezi işte bu sürecin ideolojisiydi.

Tam bu aşamada, Türk sağının okur-yazarlar örgütü Aydınlar Ocağı, cuntanın ihtiyaç duyduğu şeyi ona verdi. Aydınlar Ocağı’nın geliştirdiği “Türk-İslam-Batı Sentezi” doktrini (bu eklektik ideolojinin tam ismi böyleydi) 12 Eylül yönetiminin işini çok kolaylaştırdı. Daha sonra bu ifade “Türk-İslam Sentezi” diye kısaltılacaktı. Bu kısaltma, “Batı” kavramı dışarıda bırakılarak yapıldığı için, İslamcılara daha sıcak gelecekti.

Ülkücüler de, İslami tonu giderek artan Türkçü-milliyetçi çizgileri ile 12 Eylül rejiminin yeni ideolojik yönelimi arasında ilişki kurmakta zorlanmadı. Türk-İslam sentezinin çok önemli bir boyutu da Kemalizm’in sağcı yorumu ile “uyum” sağlamaya özen göstermesiydi.

Aydınlar Ocağı, kurulduğu 1970 yılında sağdaki bölünmeye karşı çıkmakla işe başlamış, ortak ve birleştirici bir ideolojik hat geliştirmeye çalışmıştı. Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin kurulmasında fikri hazırlığı da yine bu dernek yapmıştı. Aydınlar Ocağı’nın 1975 Bildirisi 1. MC hükümetinin kuruluş ilanı gibiydi. Merkezden başlayarak sağın uçlarına kadar uzanan geniş bir alana sesleniyordu. Daha da önemlisi, Kemalizm’in sağ yorumlarının geliştirilmeye çalışıldığı bir kuruluştu. Onun bu özelliği 12 Eylül rejimiyle kolaylıkla özdeşleşmesini sağlamıştı.

Aydınlar Ocağı, askeri yönetime “Anayasa Taslağı” sunabilen ve bu taslağın “büyük ölçüde” kabul edildiğini açıklayan bir örgüttü. Bir anlamda, “12 Eylül Anayasası” bu örgütün eseriydi. Bu anayasaya temel oluşturan görüşler 40 madde halinde ve “Milli Mutabakatlar” başlığıyla, Aydınlar Ocağı’nın önde gelen mensuplarından Türkoloji uzmanı Prof. Dr. Muharrem Ergin tarafından kaleme alınmıştı. İlk kez bu metinde “Türk-İslam-Batı sentezi” kavramı resmi olarak ortaya atılmıştı. (Muharrem Ergin, Türkiye’nin Bugünkü Meseleleri, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, 1988, Ankara).

***

Batıcılıktan kopmayan, geleneksel muhafazakâr çizgiyi gözeterek, “Batı’nın tekniği ve fenni ile Doğu’nun kültürünü” birbirini tamamlayan iki temel unsur olarak gören Aydınlar Ocağı, Türk-İslam sentezi anlayışı ile, faşizmin döneme özgü ihtiyaçlarını karşılayan ideolojik bir zemin sunuyordu. Türkçülük ve İslamcılık arasında kurulmaya çalışan “sentez”, sonuçta 12 Eylül rejiminin elinde faşist bir ideolojik silaha dönüşecekti.

12 Eylül yönetimi, kapattığı Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun yerine kurduğu “Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” tarafından 1986 yılında hazırlanan bir raporla Atatürkçülüğü “resmen” yeniden tanımlıyordu. Bu raporda Atatürkçülük, “Türk-İslam Sentez kültürünü, Batı kültürü ile yeni bir senteze yöneltme hareketi” olarak tarif ediliyordu. Böylece “Atatürkçülük” de Türk-İslam sentezi içinde eritiliyor, geri plana çekiliyordu.

Devlet desteği ve hatta zoruna karşın, “Türk-İslam Sentezi” bir süre etkili olsa da toplumda ideolojik bir hegemonya kurmak konusunda tam olarak başarılı olamadı. Bunun sosyolojik, kültürel ve etnik nedenleri olduğu gibi, tarihsel dinamiklerden kaynaklanan bir boyutu da vardı. Ancak, 12 Eylül rejiminin Türk-İslam sentezci ideolojik hamlesi hem ülkücü harekette hem de İslamcılar üzerinde önemli bir etki yaratmıştı. Siyasal İslamcılık ile faşist milliyetçilik arasında 1960’lı yıllarda kurulan irtibat, ideolojik düzlemde yeniden üretilmişti. Faşizmin yeni ve yerli ideolojik motiflerinden biriydi. Bu eklektik ideoloji hiçbir zaman bir “sentez” olamadı. Türkçü yan zamanla silikleşecek ve İslamcılık belirgin hale gelecekti. Günümüz Türkiye’sini ve AKP iktidarını hazırlayan yol döşeniyordu.