ABC Politik

Merdan Yanardağ
17 Temmuz 2022
Email :

Fethullahçı Çete’nin, dinci-faşizan bir rejim kurulmasını hedefleyen 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sadece 3,5 ay önce ABC Gazetesi’nde yazdığım 1 Nisan 2016 tarihli analizde, ülkenin hızla bir darbe iklimine doğru sürüklendiğini belirterek, bütün toplumu uyarmıştım.

Kimsenin böyle bir olasılığı aklından bile geçirmediği o günlerde, darbe yapılabileceğine ilişkin bir öngörüde bulunmak falcılık sayılabilirdi. Ancak olaylara ve ülkenin gidişine bakınca, gelen darbeyi görmemek mümkün değildi. Çünkü, Erdoğan-AKP iktidarı, seçimle geldiği iktidarı demokratik yöntemlerle bırakmaya niyetinin olmadığını göstermişti.

Darbeden henüz bir yıl önce yapılan (7 Haziran 2015) seçimlerini kaybettiği halde, AKP iktidarı bırakmamıştı. Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı sıfatıyla hükümeti kurma görevini kurallar ve siyasi teamüller gereği CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na vermesi gerekirken bunu yapmamıştı. Bazı sahte görüşmelerle kamuoyunu oyalamıştı.

İktidar ülkeyi kanlı bir kaos ortamına sürükledi. Sadece 5 ay içinde, çoğu bombalı saldırılarda olmak üzere tam 477 kişinin ölümüyle sonuçlanan bir terör dalgası yaşandı. Öyle ki, can güvenliği kaygısı sokaktaki insan için diğer bütün sorunlarının önüne geçmişti. AKP iktidarı giderse terör eylemlerinin daha da yaygınlaşacağı endişesi toplumu teslim almıştı. Bu ortamda gidilen 1 Kasım 2015 seçimlerini, yarattığı bütün sorunlar ortada durduğu halde yine AKP kazanacaktı. Erdoğan, oylarını yüzde 10 artırarak iktidara yeniden el koyacaktı.

Oysa, bu oy artışının toplum bilimsel hiçbir açıklaması yoktu. Yaşamın doğal akışına aykırıydı. Hile yapıldığı açıktı. Nitekim, hile yapıldığına ilişkin itiraz ve eleştirilere, tatmin edici hiçbir yanıt verilemedi. AKP’nin demokratik yollardan geldiği iktidarı, aynı yoldan devretmeyeceğinin ortaya çıkması, demokratik olmayan bütün yollara meşruiyet zemini sağlamıştı. Seçimle geldiği halde, aynı yolla gitmeyi reddeden bir iktidar vardı. Türkiye’yi 15 Temmuz’da sürükleyen, darbecilere cesaret veren işte bu atmosferdi.

KENDİ FELAKETİNE KOŞMAK

AKP, esas olarak ABD ve Batı’ya yaslanarak iktidara gelen bir partidir. Küresel “Yahudi sermayesi” çevrelerinin desteğini almanın, iktidara gelmek ve en azından başlangıçta orada kalmak için önemli olduğunu kavramışlardı. Bunun karşılığında ise onların bölgedeki bütün kirli işlerini halletme görevini üstlenmişlerdi. Yüz kızartıcı bir işbirliğiydi.

Ancak, özellikle 12 Eylül 2010 referandumundan sonra iktidara tam olarak hakim olduğunu düşünen AKP, kendi ajandasının gereği olarak rejim değişikliği hedefine uygun adımlar atmaya başladı. Diğer yandan da çok büyüdüğünü düşündüğü Fethullah Gülen Cemaatinin gücünü sınırlandırmaya yönelmişti. Kıyamet de buradan koptu.

AKP’nin siyasi desteğine karşın, başta Ergenekon gibi kumpas davaları olmak üzere, bütün operasyonel işleri yaptığını, asıl yükün kendi sırtında olduğunu düşünen Cemaat harekete geçti. İktidardan daha çok pay istemenin de ötesine geçerek tek başına devlete egemen olmaya yöneldi. Bu amaçla önce Erdoğan’ı, daha sonra da AKP’yi tasfiye etmeyi planladı.

İşte, 17-25 Aralık, Erdoğansız bir AKP yaratarak, bu parti ve iktidarı üzerinden devlete egemen olma girişimiydi. Bu anlamda, Polis-Adliye merkezli bir darbe girişimi olduğunu da söylemek mümkündür. Bu girişim başarılı olamayınca, kendilerine karşı sert bir tasfiye operasyonu yapılacağını değerlendiren Cemaat, yine önce davrandı. Devlete tek başına el koymaya yöneldi. AKP’ye yönelik bir darbeye ABD’nin karşı çıkmayacağı düşünüldü. Bu varsayımda pek yanıldıkları da söylenemezdi.

Darbenin “siviller” ya da aynı anlama gelen “millet” tarafından bastırıldığı efsanesinin ise gerçek durumla hiç ilgisi bulunmuyor. Buradaki, “sivil” ile kastedilen de elbette “dindar sivil” oluyor. Oysa gerçek çok farklıydı. Darbe, yurtsever ve cumhuriyetçi askerler tarafından bastırıldı. Bir kurucu mite ihtiyaç duyan AKP, uzun süredir ulusal kurtuluş savaşını aşacak ya da onunla yan yana konulabilecek kolay bir zafer arıyordu. O nedenle her sınır ötesi operasyon bile aynı abartılı yaklaşımla sunuluyordu. Suriye iç savaşına da bu nedenle girilmişti. Mustafa Kemal efsanesini aşacak bir zafer ya da başarıya ihtiyaçları vardı. 15 Temmuz darbesinin bastırılması böyle bir fırsatı sunabilirdi, ama orada da yine cumhuriyetçi askerler vardı.

Darbeyi bastıran subayların önemli bir bölümü, Ergenekon ve irtibatlı kumpas davalarının çökmesi üzerine birliklerine dönen askerlerdi. Birçok birlikte şiddetli çatışmalar oldu. Öyle ki, 3-4 yıl hapis yatan subaylardan çatışmalar sırasında hayatını kaybedenler vardı. Cumhuriyetçi askerlerle koordinasyon içine giren kimi polis birimlerinin de darbenin bastırılmasında yer yer etkin rol oynağını belirtmeliyiz. Zaten Fethullahçı askerlerin, harekete geçme nedenlerinden biri de kumpas davalarının çökmesi üzerine, emekli edilmeyen subayların birliklerine dönmeye başlaması olmuştu. Bir tasfiye ve hesap sorma girişiminden korkuyorlardı.

Elbette sokağa çıkan siviller vardı. Ancak sanıldığı kadar çok değildi. Yurt genelinde 25-30 bin civarındaydı. Böyle silahsız bir kitlenin bir bölük askeri bile durdurması imkânsızdır. Medyada görüntüleri yayınlanan kalabalıklar ise darbe bastırıldıktan sonra sokaklara inenlerdir. Üzerine çıktıkları tanklar ise, darbeyi bastırmak için gelen birliklere aittir.

AKP DARBEYİ TAMAMLADI

Erdoğan ve AKP hükümeti, bastırılan kalkışmanın yarattığı siyasal krizi, daha ilk günden itibaren fırsata çevirerek kendi darbesini yapmaya yöneldi. Erdoğan-AKP iktidarı bir anlamda 15 Temmuz darbesini tamamlıyordu. Bu nedenle Erdoğan, darbenin bastırıldığının kesinleştiği 16 Temmuz’un ilk saatlerinde “Bu bize Allah’ın bir lütfu” demişti.

Darbenin bastırılmasının sağladığı prestij ve meşruiyet, daha önce hayal bile edemedikleri hamleleri yapmalarını sağlayacaktı. Cumhuriyet’in köklü kurumlarını imha etmeye başladılar. Bu konuda hayli başarılı oldukları da söylenebilir. Bu anlamda; 20 Temmuz’da olağanüstü hal (OHAL) ilan edilmesi, hem bir AKP darbesi hem de 15 Temmuz’u tamamlama hamlesiydi.

Bugün Türkiye yine benzer bir kaos ortamına sürüklenmenin eşiğinde bulunuyor. Anayasa gereği 2023 Haziran’ında yapılması gereken cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin kuşku, şimdiden toplumun bütün hücrelerine kadar yayılmış durumda. Seçimin yapılıp yapılmayacağı, yapılırsa Erdoğan iktidarının yönetimi devredip etmeyeceği soruları neredeyse ülkenin her kesiminde konuşulan tek siyasi konu haline geldi.

Dolayısıyla, ülkenin yakıcı güncel sorunu, bütün ilerici güçlerinin, solun, aydınlanmacılarının ve emekçilerinin devrimci ve demokratik seçeneğini oluşturmaktır. Hiç kuşkunuz olmasın ki ilerici bir seçenek oluşturulamadığı takdirde, toplumun çok geniş bir kesimi, darbe dâhil, düzen içi gerici ve faşizan seçeneklerden birine razı olacaktır.

KAYBETME KORKUSU

Şu bilinmelidir ki, Erdoğan-AKP iktidarı kolay kolay pes etmeyecek. Çünkü, ağır bir hesap sorma dalgasıyla karşılaşma olasılığının çok yüksek olduğunu, kendileri de biliyor. Çünkü İslamcı oligarşi çok korkuyor. Bu korkunun sinirlerini fena halde bozduğu da anlaşılıyor. AKP liderliği anayasal suçlar işlediklerini biliyor. Cumhuriyet’i hukuk dışı yöntemler ve siyasal sahtekârlıkla yıktıklarının, hükümetin yolsuzluk batağına gömüldüğünün farkındalar.

Erdoğan-AKP iktidarı işte bu nedenlerle saldırganlaşıyor, en küçük bir eleştiriye bile tahammül edemiyor. Korkunun iliklerine kadar işlediği görülüyor. Bu nedenle iktidar sahipleri, bağırıyor, çağırıyor, tehdit savuruyor ve hakaret ediyor.

Çözüm, etkili bir muhalefet hareketi yaratarak, Erdoğan-AKP iktidarı karşısında gerçek bir seçenek oluşturmaktan geçiyor. Kavga etmeyi göze alan, kararlı, topluma güven veren etkili bir muhalefet gerekiyor. Devrimci, halkçı, aydınlanmacı, laik ve yurtsever bir muhalefet… Bu seçeneği oluşturmak tarihsel bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor.