Bir tarikat vakfı başkanı hoca efendinin 6 yaşındaki kızını, daha sonra cemaat yapılanmasında üst sıralara yükselecek bir müridine eş olarak vermesi olayı Türkiye’yi sarstı. İnsanlar, adeta “ne oluyor, ülke hangi ara bu hale geldi” diye irkildi. Çünkü, İslamcı çevreler, hemen bu olayı örtbas etmeye, tepkileri “İslam’a saldırı” diye nitelendirerek, bastırmaya çalıştı.
Ancak, toplumsal tepkinin büyüklüğü ve yaygınlığı, AKP ve Diyanet’in bile olaya karşı çıkıp eleştirmesini sağladı. İslam dünyasının hala içinde devindiği ve aşamadığı kendine özgü bir Ortaçağ dünyasına Türkiye’yi iade etme girişimine karşı büyük bir toplumsal tepki ortaya çıktı. Dolayısıyla “İslam’a saldırı” iddiası bir gün bile sürmeden çöktü. Bu gelişme bir sağlık belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Bu olay vesilesiyle, Türkiye’deki İslamcı rejimin nasıl 20 yıldır hükmünü sürdürdüğünü farklı bir açıdan bir kez daha ele alalım.
SINIFSAL İKTİDAR – SİYASAL İKTİDAR
İslamcı iktidarların, Marksist literatüre Bonapartizm diye yerleşen ara rejim biçimiyle benzerliklerinin olduğu düşünülebilir. Napolyon’un yeğeni, General Louis Bonaparte’ın Fransa’da 1848’de köylülere oy hakkı tanınmasıyla iktidara geliyor. Kaba, görgüsüz ve bilgisiz bir askerdir. Önce amcasının desteği, sonra da onun ismiyle yükseliyor. Louis Bonapart, 1948 devrimleriyle sarsılan ve burjuvazinin iktidarı kaybetme tehlikesinin yaşadığı ve fakat işçi sınıfının da iktidarı alamadığı koşulların yarattığı bir diktatördür. Fransa’da toplumun en geri kesimlerinin desteğini alarak cumhurbaşkanı seçiliyor ve onların desteğiyle iktidarını sürdürüyor.
Bilenler bilir, biz tekrar edelim; Louis Bonapart, cumhurbaşkanıyken 1851’de bir saray darbesi yaparak iktidara bütünüyle el koyup imparatorluğunu ilan ediyor. Bonaparte’ın kurduğu ve esas olarak asker-sivil bürokrasiye, köylülere, sınıf dışı lümpen kesimlere, küçük üreticilere dayanan bu rejim, 1870 yılına kadar, yani tam 22 yıl sürüyor. Rejimin adını, Marx, Fransız üçlemesi diye bilinen kitaplarından, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i” adlı eserinde koyuyor.
Fransa’da L. Bonaparte, burjuvazinin bütün kirli işlerini görüyor. Ancak, bu dönemde devletin göreli özerk yapısı en geniş sınırlara ulaşıyor. Burjuvazi siyasal egemenlik alanından çekiliyor. Buna razı oluyor. Bonaparte ve yönetici sınıf, siyasal bakımdan egemen güç haline geliyor.
Tarihte sık rastlanmayan bu özgün durum, iki temel sınıf arasındaki (bu bahiste burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki) mücadelenin şiddetlendiği, ama bir sonuca ulaşamadığı için, deyim uygunsa bir pat durumunun yaşandığı koşullarda ortaya çıkıyor.
BENZERLİKLER FARKLILIKLAR
Bugün Türkiye’de yaşadığımız siyasal tablo, bir yanıyla Bonapartist rejim ile büyük benzerlikler gösteriyor. Belki en önemli farklılık, Türkiye’deki aktüel rejimin, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir ölüm kalım savaşının sonucu olarak ortaya çıkması değil, ülkemizin tarihsel nedenlerden kaynaklanmasıdır. Geciken bir burjuva demokratik devrimin biriktirdiği ve çözemediği sorunlar toplamının, bu rejimin başlıca nedeni olduğunu söyleyebiliriz.
Zayıf hükümetlerin, biriken sorunları uzun yıllar bir türlü çözememesi üzerine, siyasal İslamcı bir iktidara Cumhuriyet burjuvazisi de bürokrasisi de “evet” demiştir. İç pazarın genişletilmesi, bu amaçla kamu ekonomisinin tasfiyesi, özelleştirmelerin yağmasının tamamlanması, ekonomik gelişmeyi aşan sosyal uyanışın bastırılması ve bu amaçla toplumun belli sınırlar içinde dinselleştirilmesi amacıyla siyasal İslamcı bir iktidara geçit verilmiştir.
Batının, enerji kaynaklarını sömürdüğü İslam dünyasını denetimde tutmayı sürdürme ihtiyacı da böyle bir iktidarın yolunu döşedi. Ilımlı İslam doktrini ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, bu anlayışın ve ihtiyaçların bir ürünüydü. Dolayısıyla, doğası gereği kamucu olan geleneksel bürokratik yapının ve Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi de –ki buna vesayet rejimi dediler- söz konusu siyasal yönelimin sonuçlarından biriydi.
Bugünkü krizin nedeni, işi biten ve zamanını dolduran İslamcı hareketin, uzun süredir evine ya da medresesine dönmek konusundaki isteksizliğidir. Kendi rejimini, yani toplumsal, kültürel ve siyasal düzenini kurma ısrarıdır. Türkiye burjuvazisinin ve bir ölçüde Batının beklemediği durum budur. Yaşanan, ulusal ölçekte şiddetli bir kiriz halidir. Kapitalizme hiçbir itirazı olmayan İslamcı hareket, “bizim zamanımız, şimdi sıra bizde” demektedir. Türkiye, akıl ve bilim yerine, inanç /din merkezli bir bilgi anlayışını koyan, siyaset sınıfının ve dinci oligarşinin eline düşmüştür.
FAŞİZM, İSLAMCILIK VE BONAPARTİZM
Marx’ın, Bonaparte’nin iktidara geliş sürecini analiz ederken yaptığı değerlendirme, faşizm tartışmalarında da sıkça karşımıza çıkar. Diğer bir anlatımla “burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirdiği, ancak işçi sınıfının da iktidarı henüz elde edemediği” koşullarda, yukarıda da işaret ettiğim gibi, alt ve orta sınıflara dayalı bir hareketin iktidarı ele geçirmesidir.
Bonapartist rejim gibi, AKP ya da İslamcı hareket de başlangıçta taşra sermayesine, küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin tutucu kesimlerine, bir önceki dönemden (örneğin Osmanlı’dan) kalma ulema ile alt sınıflara ve köylülüğe dayandı. Kendisine bağlı bir sermaye sınıfı yaratmaya yöneldi. Ama olmadı. Tarihsel bakımdan geçici olan bir iktidar biçimi ile bu durum sürdürülemezdi.
Engels, Kral Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı kitabına yazdığı önsözde, Louis Bonaparte’ın, “Burjuvazinin sınıfsal egemenliğini, onun siyasal egemenliğine son vererek kurtardığını” belirterek, bu rejimin en yetkin tanımını yapar. Bonapartist iktidarlarda sınıflar dışı kesimlerin, taşra sermayesinin, küçük burjuvazinin, dönüştürülen bürokrasinin siyasal iktidarı geçici, ama gerçektir. Ancak faşizm, Bonapartist yönetim biçimlerinden tam da bu nedenle ayrılır. Çünkü, faşist rejimlerde küçük burjuvazi gerçek anlamda hiçbir zaman iktidar olmaz.
Bonapartist özellikler taşıyan İslamcı faşizan iktidarın, artık hem tarihsel hem de siyasal ömrünü doldurduğu bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. İsmailağa Tarikatı çevresinde yaşanan, 6 yaşındaki bir kız çocuğunun zincirleme cinsel istismara uğramasına, toplumun gösterdiği büyük ve yaygın tepki sona gelindiğinin işaretlerinden biridir. Bu olay, siyasal İslamcılığa karşı, salt ekonomik sorunlar üzerinden mücadele edilemeyeceğini, ideolojik-kültürel mücadelenin çok büyük önem taşıdığını bir kez daha ortaya koyması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.
Unutmayayım ki, tarihsel ve siyasal ömrünü doldursa bile, İslamcı iktidar, tıpkı Louis Bonaparte’ın yaptığı gibi elinde tuttuğu kamu gücünü terk etmemek için her şeyi yapacaktır. İslamcı çevrelerin bir çocuk tecavüzünü örtbas etme çabası bile bu anlayışın sonucudur. Türkiye’nin bütün ilerici güçleri bu duruma hazır olmalıdır.