Bir süredir altını ısrarla çizdiğim gibi, beşte biri enkaz altındaki ülkemiz tarihsel bir hesaplaşma ve yol ayrımına doğru sürükleniyor. Bu değerlendirme, ilk bakışta biraz abartılı gibi görünse de değildir. Toplum, İslamcı faşizan bir diktatörlük ile asgari de olsa hukukun, demokratik hak ve özgürlüklerin yürürlükte olduğu bir rejim arasında tercih yapacak. O nedenle solun, demokrasi ve emek güçlerinin öncelikli hedefi söz konusu yakın ve vahim tehlikeyi bertaraf etmektir. Dinci faşist bloku yenilgiye uğratmaktır. Diğer bütün hedefler bu bağlam ve bu tarihsel dönemeçte ikincildir.
Bu amaçla, “resmen” ya da yaşamın içinde fiilen, en geniş demokratik ittifakı oluşturmak ve İslamo-faşist hareketi yenilgiye uğratmak için mücadele etmek, öncelikli tarihsel sorumluluktur. Dolayısıyla artık dar anlamda sol içi tartışmaları, geniş anlamda demokrasi güçleri arasındaki ihtilafları şimdilik bir yana bırakarak hedefe kilitlenmek en doğru tutum olacaktır.
Yürürlükteki neo-patrimonyal rejimi düzenleyen 2017 Anayasası’na göre cumhurbaşkanı tek başına yürütmeyi temsil ediyor. Anayasada kurumsal olarak “cumhurbaşkanlığı” bile değil, tek başına “cumhurbaşkanı” yürütme organı diye tanımlanıyor. Cumhurbaşkanının olağanüstü yetkileri bulunuyor. Fiili olarak benzer rejimler olsa da bunun dünyada başka örneği yok. Bu çerçeveden bakıldığında, seçimin esas olarak cumhurbaşkanlığı yarışında düğümleneceği açıktır.
* * *
Diğer taraftan, iktidar bloku, Cumhuriyet’ten geriye ne kaldıysa bütünüyle tasfiye ederek, düşük yoğunluklu da olsa şeriatçı-faşizan bir rejim kurabilmek için 14 Mayıs seçimlerini bir son fırsat olarak görüyor. Çünkü, Erdoğan-AKP yönetiminin, devleti neredeyse tamamıyla ele geçirmesine ve Cumhuriyet’in ilerici birikimini ve kurumlarını büyük ölçüde imha etmesine karşın, kendi rejimini tam olarak kuramadığı görülüyor. Dahası, geri dönüş eşiğini aşamadığı da anlaşılıyor. Bunun iki nedeni var; birincisi, toplumun büyük kesimi (en az yüzde ellisi) bu girişime direniyor; ikincisi, İslamcı hareketin bilgisi, birikimi, insan kaynakları, gücü ve uluslararası ilişkileri buna yetmiyor.
Bu nedenle, Türkiye’nin bir “kader seçimine” doğru gittiği günümüzde, iç ve iktidar dinamiklerini büyük ölçüde yitirdiği gözlenen İslamcı hareket, son bir hamle, deyim uygunsa bir “altın vuruş” yapmaya ve geri dönüş eşiğini aşmaya çalışıyor. Dolayısıyla, her yolu ve yöntemi kullanarak seçimi kazanmak isteyeceği kuşku götürmüyor. İşte tam da bu nedenle, teklikeli olabilecek, ülkeyi bir kaos ve çatışmaya sürükleyebilecek hamleler yapmaya açık duruyor. Durum böyle olunca, demokrasi güçlerinin geniş ittifakı daha da büyük önem kazanıyor. Özellikle solun ve cumhuriyetçi çevrelerin, halkın iradesini çalmaya yönelik olarak sokakta gelişebilecek bir müdahaleye karşı uyanık ve hazırlıklı olması, seçimin kaderi bakımından yaşamsal bir değer taşıyor.
Bu arada demokrasi güçlerinin, İslamcı-faşist ittifak karşısına tek adayla çıkma olanağını yakalamasının, son yıllardaki en büyük siyasal başarı olduğunu söyleyebiliriz. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, -özellikle kimi sosyalist çevreler bakımından- ideal niteliklere ve programa sahip bir aday olmasa da; solun, emekçilerin, Alevilerin ve Kürtlerin gönül rahatlığıyla oy verebileceği bir kişi olarak öne çıktığı da artık kuşku götürmüyor. Kaldı ki, herkesin içi rahat olabilir. Çünkü, bu seçimler, bütün siyasal öznelere, cumhurbaşkanlığı için ortak adaya, milletvekilliği için kendi partisine oy verme olanağını sağlıyor. Bu nedenle, her parti, her ittifak kendi programı doğrultusunda bir siyasal propaganda ve ajitasyon çalışması yapabilecek.
* * *
Öte yandan, kurulacak bütün ittifaklar kuruldu, ortak hareket etmenin koşulları da tartışılacağı kadar tartışıldı. Siyasal akıl öne çıktı ve toplumun da baskısıyla iyi ve olumlu bir ara sonuca ulaşıldı. Bu durumda milletvekilliği listelerinin oluşturulması için yürütülecek görüşmeler artık ikincil önemdedir. Şimdi alanlara çıkmak ve mücadeleyi yükselterek, İslamcı ve faşist hareketi kuşatmak için elden geleni yapmak zamanıdır. Unutmayın ki, özellikle İslamcı hareket, toplumsal etki alanı daralsa da hala ciddi bir kitle temelini koruyor. Diğer bir ifade ile, İslamcı-faşizan blokun elinde kalan en önemli iktidar dinamiklerinden biri, ele geçirdikleri kamu/ devlet gücü ise, diğeri de söz konusu kitle tabanıdır. Bu olgu hep akılda tutulmalıdır.
Eğer şimdiden öngöremeyeceğimiz bir gelişme olmaz ve muhalefet cephesi büyük ya da vahim bir hata yapmazsa, Erdoğan blokunun seçimleri kaybedeceği görülüyor. Ancak, iki ay siyasette uzun bir süredir. Bu nedenle, İslamcı hareketin ve milliyetçi-faşist çevrelerin gücünü hafife almak büyük hata olacaktır. Demokrasi karşıtı blokun kolay kolay yenilgiyi kabul etmeyeceğini, tam aksine bütün olanaklarıyla seçimi almaya çalışacağını öngörebiliriz.
Bu bağlamda, il ve ilçe seçim kurullarında, seçmen listelerinde ve sandıklarda her türlü sahtekarlığı ve hileyi yapmaya çalışacakları açıktır. Devlet olanaklarını ve güvenlik güçlerini de kullanarak, oy çuvallarına el koymak, imha etmek, çalmak, sonuçlarla oynamak gibi her yolu deneyebileceklerinden kuşku yoktur. Dolayısıyla, seçim günü ve ertesinde sandıkları ve halkın iradesinin çalınmasını önlemek öncelikli ve en zor görev olacaktır. Bu nedenle, sandık sonuçları ve tutanakların kaydının alınması, ülke genelinde elektronik ortamda değerlendirilmesi ve bağımsız medyanın sağlayacağı denetim yaşamsal önem kazanacaktır. Özellikle bağımsız televizyonların anlık yayınlarla sandık sonuçlarını toplumla/ kamuoyuyla paylaşması, oyunu bozacak en etkin yollardan biridir. (Bağımsız/ muhalif medya üzerindeki baskının nedeni budur.)
* * *
Kamuoyu araştırmalarının da bir sonucu olarak, muhalefet çevrelerinde seçimlerin kazanıldığına ilişkin bir iyimserlik havası hızla yayılıyor. Bu atmosfer, özgüven ve moral üstünlük bakımından iyi olmakla birlikte, insanları rehavete sürükleyeceği için tehlikeli bir durumdur. Çünkü, gereği yapılamazsa, seçimlerin kazanılacağı kesin değildir. Unutmayın ki, toplumsal desteğiniz ne kadar büyük, oy oranınız ne kadar yüksek olursa olsun, demokrasi güçleri ve sol, eğer tarihin çağrısına doğru yanıtları veremezse, süreç tam tersine sonuçların ortaya çıkmasına da yol açabilir.
Modern tarihte bu durumun bir dizi örneği vardır. Solun (komünistler ve sosyal demokratların) çok güçlü olduğu Almanya’da Nazilerin, sosyalistlerin yerel yönetimlerin büyük bölümüne ve parlamentoya hakim olduğu İtalya’da ise faşistlerin iktidara geliş süreci bu örneklerin en dramatik olanlarıdır. Üstelik, Gramsci gibi büyük bir Marksist bir teorisyen ve liderin bulunduğu İtalyan solunun başarısızlığı en çarpıcı örnektir.
Son bir not düşerek, bu yazıyı bitirmek istiyorum; hepimizin önünde Cumhuriyet tarihinde ilk kez Meclis’te bir sosyalist grup oluşturma olasılığı vardı. Çünkü, toplumun solun çağrısına çok açık olduğu bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. Böyle kriz dönemleri sosyalist hareketlerin de büyük sıçramalar yapmasına olanak sağlar. Ancak, bunu başarılamadığını görüyoruz. Temel sorun olarak da, sosyalist solun önemli bir kesiminin, Kürt siyasal hareketinin vesayetinden ve himayesinden çıkamaması olduğunu düşünüyorum.
Hemen belirteyim, burada esas olarak eleştirdiğim HDP ya da Kürt demokratik siyasal hareketi değildir. Biz kimi kez doğru bulmasak da onlar işlerini yapıyor, başarılı da oluyor. Sorun, esas olarak sosyalist hareketin önemli bölümünün 1980 ve 1990 dönemecinden beri yaşadığı büyük ideolojik-politik özgüven yitiminden kaynaklanıyor.
Neyse.. Bu tartışmayı da daha sonra yapabiliriz. Şimdi ne yeri ne de zamanıdır. Biz işimize bakmalı ve tarihin çağrısının gereğini yapmalıyız. Gericiliği ve faşizmi hep birlikte yenilgiye uğratmanın yolu budur.