İslamcı faşist blok ve AKP iktidarı siyasal ve tarihsel bir sona doğru yaklaşıyor. Bunu görüyoruz. Ancak, halkın genel kabullerine dayanan bir ideolojik dokuya (dine) ve bu motivasyonun beslediği etkili bir kitle tabanına sahip bütün gerici ve faşist iktidarlar gibi, AKP yönetiminin de kendiliğinden çökmesini beklemek saflık olur. Böyle bir beklenti, siyasetin tarihine de sosyolojisine de aykırıdır. Kazanmak için mücadele etmek, risk almak, bedel ödemeye hazır olmak ve cesaret gerekir.
Sürekli vurguladığım gibi; AKP’yi iktidara getiren bütün iç ve dış dinamikler köklü şekilde değişmiş durumda. İslamcı hareketin bu nesnel gerçekliğe daha fazla direnmesi mümkün görünmüyor. İslamcılığı ideolojik bir sermaye birikim aracı haline getiren ve ulusal zenginlikleri talan eden AKP iktidarı, sadece siyasal bir çöküşü değil, ahlaki bir tükenişi de yaşıyor.
Ancak, çoğu zaman öznel durum ile nesnellik arasında bir açı bulunur. Nesnel (objektif) durum ne kadar uygun olursa olsun, eğer öznel (subjektif) koşullar yerine getirilmez ise hiçbir siyasal güç iktidarı kendiliğinden terk etmez. Toplum, tarihsel ve kategorik bakımdan daha gerici çözümlere razı edilir. Bugün temel sorunumuz budur.
Oysa, gerici faşist bloku yenilgiye uğratmanın bütün nesnel koşulları oluşmuş durumda. Öyle ki, tıpkı AKP’yi iktidara getiren konjonktürde olduğu gibi, tarihte çok az karşılaşılacak şekilde bu kez islamo-faşist hareketin yenilgiye uğratılması için, iç ve dış dinamikler arasında bir örtüşmenin oluştuğu görülüyor. İşçiler, emekçiler ve genel olarak halkın büyük kesiminin yanı sıra, geleneksel cumhuriyet burjuvazisinin bir kesimi de artık AKP iktidarının gitmesinden yana. Çünkü AKP, artık sermaye sınıfının ortak çıkarlarını temsil eden bir parti/ iktidar olmak özelliğini yitirmiş durumda.
AKP, sermaye içi dar bir kliğin, deyim uygunsa, “fraksiyon partisi” haline gelmiş bulunuyor. Kamu kaynaklarının yağmalanmasıyla palazlanmış, bu nedenle sermayenin iç dengelerini bozan ve bütün piyasa kurallarını çiğneyen lümpen burjuvazinin iktidarına dönüşüyor. Diğer bir ifade ile AKP artık muhafazakar-İslamcı yeni zenginlerin partisi haline geliyor.
Bu nedenle, daha önce İslamcı hareketle uzlaşarak ona bütün kirli işlerini gördüren cumhuriyet burjuvazisi, kültürel ve sınıfsal doku uyumsuzluğunu, ne hikmetse birden bire fark ediyor. AKP’nin merkez sağda yer alan “muhafazakar-demokrat” bir çizgiyi temsil etmediğini anlıyor. Dahası, sermayenin sosyal bileşimini değiştiren AKP iktidarının, İslamo-faşist bir rejim kurmasının kendilerini 21.yüzyıl dünyasında oyun dışı bırakacağını düşünüyor. Daha dramatik olanı ise, İslamcı iktidarın “git” deyince, gitmediğini de acı bir şekilde öğreniyor.
Aynı şey, başta Batı olmak üzere, küresel sermaye çevreleri için de geçerli görünüyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin stratejik bir imalatı olan ve Ilımlı İslam’ı temsil etmesi öngörülen AKP iktidarının, artık işlevini yitirdiği düşünülüyor. Ancak, ne sermayenin ne de emperyalizmin bir kral otoritesi ya da imparator iradesi de bulunmuyor. Çünkü, siyaseti ve toplumsal yönelimleri istedikleri zaman ve istedikleri gibi düzenleme kudretleri her zaman olmuyor. Çünkü, siyasal gelişme ve oluşumları çok sayıda ulusal, küresel, tarihsel, sınıfsal ve kültürel etken belirliyor. Siyaset sınıflarının kendi özgül ağırlığı bulunuyor.
ABD ve Batı dünyası, kısa geçmişte özellikle Ortadoğu’da bütün ayıplı işlerini gören AKP iktidarının, İslamcı bir rejim kurma ısrarının Türkiye’yi rotadan çıkardığını ve Doğu’ya doğru çektiğini düşünüyor. AKP’nin artık, İslamcılık ile demokrasiyi buluşturmak gibi fantastik bir iddiayı yaşama geçirmeyi deneyen, “Ilımlı İslamcı” bir parti olmadığını görüyor. Dahası, onun Batı ile uyumunu yitirdiği ve öngörülemez olduğu anlaşılıyor. Kendi Ortaçığını aşamayan Müslüman dünyada Ilımlı İslamcı bir hareketin olamayacağı ortaya çıkıyor.
Bu anlamda; ABD ve Batı’ya yaslanıp küresel sermayenin desteğini alarak iktidara gelme, devleti ele geçirme ve güç kazandıktan sonra kendisini destekleyenlere kazık atarak İslamcı bir rejim kurma stratejisi çökmüş görünüyor. Bütün dünyada iflas eden bu stratejinin Türkiye’de başarılı olması için bir neden de bulunmuyor.
Bugün tablo şudur; emekçi sınıflardan cumhuriyet burjuvazisinin bir kesimine, anti-emperyalist çevrelerden Batı’ya uzanan çok geniş bir yelpaze, İslamcı iktidarı istemiyor. Onun artık tarihsel ve siyasal ömrünü doldurduğu düşünülüyor. Tarihte çok az görülebilecek özgün bir toplu durum oluşuyor.
Bu bağlamda; Türkiye’de emekçiler, demokrasi güçleri ve sol açısından durum çok açıktır; ülkeyi İslamo-faşist bir diktatörlüğe doğru sürüklemeye çalışan iktidarı yenilgiye uğratmak, öncelikli tarihsel görev ve sorumluluktur. Deyim uygunsa, sorun artık ontolojiktir. Mücadele bir varlık-yokluk kavgasıdır. İslamcı faşist iktidarın, kendisini kuşatan bütün elverişsiz koşullara karşın kazanması, bizim kabahatimiz olacaktır. O nedenle içinden geçtiğimiz bu tarihsel dönemeçte nihai kazanımlar için gerekli olan geçici uzlaşmaları reddetmek, sanılanın aksine korkaklıktır. İdeolojik bir konfora kaçma tutumudur. Çünkü, kendisi için koşullar ne kadar olumsuz olursa olsun, İslamcı hareket iktidarı kolay kolay bırakmayacaktır. Eğer bir şansı olduğunu görürse direnecektir.
Sonuç olarak; 14 Mayıs seçimleri esas olarak Türkiye’de işçi sınıfı için, halk için, demokrasi güçleri için, sol için önem taşıyor. Değilse, gerek AKP’ye karşı olan burjuva kesimler, gerekse Batı ve küresel sermaye, İslamo-faşist iktidar ile yeniden uzlaşmanın yolunu bulur.
Elbette olası bir yenilgide devrimciler ve yurtseverler düştüğü yerden kalkmasını bilir. Kuşkusuz sol için dünyanın sonu da olmaz. Ancak, seçimlerin “küçük hatalar” nedeniyle kaybedilmesinin bedeli ağır olur. Böyle bir yenilginin büyük bir tarihsel yıkıma yol açacağı, ülkenin geriye savrulacağı ve toplumun acı çekeceği de açıktır. O nedenle, seçim günü ve ertesinde asıl görev bu toprakların devrimci ve yurtsever evlatlarının olacaktır. Bu anlamda, ihtiyacımız olan şey; konforlu bir kültürel solculuk değil, yeniden devrimci olmayı bilmektir