Cumhuriyet tarihinin en önemli siyasal dönemeçlerinden biri olduğunu sıkça vurguladığımız seçimleri geride bıraktık. Kıran kırana bir mücadele yaşandı ve seçim ancak ikinci turda sonuçlandı. Şimdi, kızgınlıkları ve tepkisel değerlendirmeleri bir yana bırakıp, soğukkanlı bir analiz yapmanın zamanıdır. Olup bitenin “vergi kaçırmadan” dürüst bir muhasebesini yapmak, kendimize, topluma ve tarihe karşı sorumluluğumuzun gereğidir.
Öncelikle yapılması gereken tespit şudur; ülkenin muhalif, sol, cumhuriyetçi ve demokratik çevrelerinde derin bir hayal kırıklığı, dahası bir “yenilgi” psikolojisi hüküm sürüyor. Böyle bir havanın oluşmasının iki nedeni var: Birincisi; seçimlerin bu kez kazanılacağına ilişkin derin inanç… Kamuoyu araştırmalarıyla da desteklenen bu inanç, bütün muhalif kesimlere egemendi. Öyle ki, Cumhuriyet tarihinin en gerici ve faşist koalisyonu olan Cumhur İttifakı çevrelerinde bile kaybedilebileceğine ilişkin kaygılar yer yer ifade ediliyordu.
İkincisi; ortaya çıkan tablonun, kimi aydınlar, medya ve siyasetçiler tarafından yeterince kapsamlı bir analizinin yapılmaması, bu yenilgi tespitinin giderek genel kabule dönüşmesine yol açtı. CHP’de örgüt içi iktidar mücadelesi yürüten kimi çevrelerin de bu yenilgi analizini beslemesi, giderek bir “bozgun” psikolojisi yaratmaya başladı.
İşte bu sosyo-psikolojik durum, seçimleri Erdoğan’ın kazanmasından daha yıkıcı ve tehlikeli sonuçlar yaratıyor. Bu duyguya boyun eğmek, iktidarın gücünü sınırlayacak bütün bariyerleri kaldırmak ve teslim olmak anlamına geliyor.
Dolayısıyla önce bu alana müdahalede bulunmak, toplumu pasifize eden söz konusu “yenilgi” psikolojisinin aşılmasını sağlamak gerekiyor. Bunu yapmak zor değil. Çünkü bu değerlendirme doğru değil ve gerçek tabloyu yansıtmıyor. Haksızlık yapmak istemem, ama önemli bölümü, basit gözleme dayanan, belirleyici parametreleri hesaba katmayan, derinliksiz ve tarihsel sosyolojik perspektiften yoksun harc’ı-âlem yorumlardır. Tam da bu nedenle, toplumda gelişen “değişim” ve “yenilenme” beklentisini, hemen kişilerin değişimine indirgenerek parti içi mücadelesinin aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
O halde, “seçimlerin doğru bir değerlendirmesi nasıl yapılabilir” sorusunun yanıtını aramaya geçebiliriz. Kolaylaştırıcı bir yöntem olduğu için, maddeler halinde sıralamak yerinde olacak:
1) Öncelikle belirtilmelidir ki; ortada bir bozgun ya da ağır bir yenilgi yoktur. Bütün devlet olanaklarının kullanıldığı, adil ve demokratik olmayan bir ortamda yapılan seçimlerde iktidar ancak, sandık hileleri ve mülteci oylarıyla ve “kıl payı” denilebilecek bir farkla kazanmıştır. Seçimde, sadece iktidar ve gerici-faşist blokla değil, devlet ile yarışıldı. Bütün baskılara, tehditlere, hile, iftira ve kara propagandaya karşın, ancak burun farkıyla kaybedilen bir seçim söz konusudur. İktidar bakımından olsa olsa, yenilgiden daha beter sonuçlara da yol açabilecek bir Pirus zaferinden söz edilebilir. Ancak, muhalefet çevrelerinde giderek derinleşen yenilgi psikolojisi, iktidara kazanamadığı boyutta bir “zafer” hediye edebilir.
2) Türkiye’nin islamo-faşist bir diktatörlüğe sürüklenme tehlikesine karşı, tarihte örneğine az rastlanacak geniş bir demokratik koalisyon oluştu. Bütün programatik kusurlarına karşın bu gelişme başlı başına bir kazanım ve doğru bir siyasal taktikti. Merkez soldan merkez sağa, sosyalistlerden demokratik milliyetçi çevrelere kadar uzanan bu geniş ittifak, Cumhuriyet tarihinin tanık olduğu en gerici iktidar blokunu sahada büyük ölçüde durdurdu. Bütün eşitsiz koşullara karşın, dinci-faşist ittifakın ilk turda seçimleri almasını engellediği gibi, ikinci turda da büyük bir farkla “zafer” kazanmasını önledi. Bu bağlamda; hile, baskı ve devşirme oylar nedeniyle seçim kaybedilse bile; yüzde 48 oy alınması bir başarıdır. Dahası, eğer süreç iyi yönetilirse, bu oran önümüzdeki zorlu yıllar için paha biçilmez bir direniş potansiyelidir. Kaldı ki, ikinci turda sandığa gitmeyen 2, 5 milyon seçmen, ortaya çıkan sonucu yaratan en önemli etkendir. İlk turda sandığa gittiği halde, ikinci turda gitmeyenlerin çoğunluğunun Kılıçdaroğlu’na oy verdiği anımsanırsa, bu kesimin sorumsuzluğunun faturası ağırdır.
3) Seçim sonuçları değerlendirilirken, muhalefet cephesinin adayı CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na eleştiriden çok saldırma, hatta onu acımasızca mahkûm etme kolaycılığına düşüldüğü görülüyor. Temel yanlışlardan biri budur. Çünkü CHP’deki değişim ve yenilenme ihtiyacı ile seçimlerin değerlendirilmesi bir birine karıştırılıyor. Seçimlerde alınan yüzde 48 oyun değeri bu nedenle gözden kaçıyor, yenilgi psikolojisinin derinleşmesine yol açılıyor. Oysa CHP’nin örgütsel, ideolojik ve politik bakımdan yenilenme istemi ile -ki böyle bir ihtiyaç kesin olarak vardır- seçim sonuçlarının değerlendirilmesi bir birinden ayrılmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde, CHP’de de sağlıklı bir yenilenme ve değişim gerçekleştirilemez. Çünkü değişimin yönü ve kapsamı yerine, kişilerin özelliklerinin tartışıldığı bir süreç işler. Bu tutum, köklü bir yenilenme fırsatının heba edilmesi demektir.
4) CHP’nin sağa savrulduğu açık. Partiyi yenileme ve büyütmeyi sağa açılmak ve liberal politikalara teslimiyette gören bir anlayış uzun süredir partiye hakim. CHP’nin cumhuriyetçi, sol, halkçı ve kamucu çizgisinin silikleştiği bir ortamda, bütün siyasal dengeler de bozuldu. Altını çizelim; CHP’nin merkez ya da demokratik sağ partilerle ittifak yapması yanlış değil, kendisinin sağ kayması yanlıştı. Şimdi kişiler üzerinden yapılan “değişim” tartışmasında partinin daha da sağa savrulma tehlikesi bulunuyor. Oysa yapılması gereken, CHP’nin sol, halkçı ve kumucu çizgisini yeniden üretmesidir.
5) Kılıçdaroğlu bütün kusurlarına karşın, gerici-faşist blok karşısında bir araya gelmesi zor olan geniş bir güçler yelpazesini aynı cepheye getirmeyi ve onları temsil etmeyi başardı. Etkili bir kampanya yürüttü. Bu nedenle hakkı teslim edilmelidir. Kampanyanın en büyük kusuru, sürekli sağına bakan bir çizgi izlenmesi ve ideolojik-kültürel mücadelenin ihmal edilmesiydi. Kamucu, halkçı, anti-emperyalist ve ideolojik bakımdan özgüvenli bir kampanya politikası izlenemedi. Sol ve halkçı talepler kampanya boyunca kullanılmadı. Laiklik savunulmadı. Buna karşılık, “Aleviye oy verilmez” şeklindeki gerici önyargı yıkıldı.
6) Seçimlerde, sosyalist partilerin aldığı bir milyonu aşkın oy (1 milyon 132 bin) en önemli sonuçlardan biridir. Bu durum başlı başına değerlendirilmelidir. HDP/YSP’ye verilenler de dikkate alınırsa, 2 milyona yakın bir sosyalist oydan söz edebiliriz. Bu potansiyel önemlidir. Bu nedenle bağımsız bir sosyalist odak yaratmak, ayağını bu zemine basarak cumhuriyetçi sol ve Kürt soluyla ittifaka yönelmek çok etkili ve dönüştürücü bir siyasal güç yaratabilir.
7) İktidarda bulunmanın da sağladığı olanaklarla, yukarıda da belirtildiği gibi, baskı, hile ve sandık sahtekârlığı bu seçimlerde de sonuç alıcı şekilde kullanıldı. Burun farkıyla alınan seçimin sonucunu, esas olarak mülteci oyları belirledi. Bu konuda da, “sandıkları neden koruyamadınız” tartışması öne çıkıyor. Elbette bu da yapılmalı, ama “hırsızı” değil de ev sahibini suçlayan bir yaklaşımdan da artık kurtulmak gerekiyor.
8) Bütün eksiklik ve kusurlarına karşın, muhalefet güçleri başarılı bir kampanya yürüttü. Yaratılan büyük umut ve beklentinin nedeni buydu. Muhalefet milyonlarca insanı harekete geçirmeyi başardı ve iktidarı değiştirebileceğini gösterdi. HDP/ YSP’nin pazarlıksız şekilde demokratik ittifakta yer alması, onun bir Türkiye partisi olmasını sağlayacak önemli bir gelişme olarak yüksek değer taşıyordu. Daha önemlisi; ülkede çok güçlü ve dinamik bir muhalefet dinamiğinin bulunduğu da ortaya çıktı. Kentli, eğitimli, çalışan, katma değer yaratan, demokratik değerlere sahip, modern ve deyim uygunsa ülkeyi omuzlarında taşıyan geniş bir nüfus, Cumhur İttifakı’na, Erdoğan-AKP iktidarına kararlı şekilde karşı koyacağını gösterdi. Bu büyük ve etkili nüfusu karşısına alan bir siyasal iktidarın, yaklaşan yıkıcı ekonomik kriz de dikkate alınırsa, ülkeyi uzun süre yönetmesi zor görünüyor.
9) Muhalefetin en büyük ve fiilen öncü gücü olan CHP ve yönetimi, açık ki, seçim gecesi topluma güven veren bir önderlik sergileyemedi. Etkili bir hile ve meşruiyet tartışması bile yürütülemedi. Seçim sonuçları yanlış okundu. Sadece kaybedilme olgusu üzerinde duruldu. Evet, seçimler kaybedildi, kaba sonuç bu, ancak bir meşruiyet tartışması yaparak, iktidarı daha ilk günden sınırlamak mümkündü. Yüzde 48’lik büyük kitleye güven veren, bu gücü arkasına alarak iktidara “meydan boş değil, ayağını denk al” diyen bir tutum sergilenmeliydi. Balkon konuşması denilen etkinlik karşısında, aynı gece, bir meydan toplantısı/ mitingi (örneğin CHP önünde) yapılarak yüzbinleri alanda toplayıp adil olmayan seçimlerin asıl galibinin muhalefet olduğu anlatılabilirdi. Güven vermek, iktidarı sınırlamak, etkili bir direniş hattı örmek ancak böyle mümkündü. Yapılmadı.
10) Ve nihayet, geniş bir toplum kesiminin (daha çok düşük eğitimli alt gelir gruplarına mensup yurttaşların) sosyo-ekonomik konumlarıyla seçmen davranışları arasındaki pozitif ilişkinin koptuğu gerçeği (benim sık sık vurguladığım sosyolojik durum) bir kez daha doğrulandı. Yani yoksullar ve emekçilerin önemli bir bölümü, salt bu sınıfsal pozisyonlarından hareketle sol partilere oy vermiyor. Tam tersine, yaşadıkları yoksulluk, sefalet ve sömürünün nedeni ve temsilcisi olan siyasal partilere oy vermeyi sürdürüyor. İnsanların sınıfsal konumlarıyla siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkinin kopmasının temel nedeni, hiç kuşkusuz toplumun dinselleştirilmesidir. Bu durum ideolojik ve kültürel mücadeleyi ihmal etmenin, salt ekonomik ve sendikal taleplere dayalı bir siyaset izlemenin ağır faturasıdır. Dolayısıyla, insan aklını ve vicdanını özgürleştirmek anlamına gelen laikliğin bir orta sınıf fantezisi değil, esas olarak emekçiler için gerekli bir bilinç olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır.
Sonuç olarak; 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinin ortaya koyduğu tablo, dünyanın sonu değil. Umutsuzluk ve karamsarlığa yer yok. Eğer gereği yapılabilirse, merkezinde AKP’nin olduğu gerici faşist iktidar, sanıldığı kadar güçlü ve kahredici de olamayacak. İşte bu nedenle ve öncelikle yenilgi psikolojisini aşmak gerekiyor.