İspanya iç savaşında (1936-1939), Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası’nın destek verdiği General Francisco Franco liderliğindeki Falanjist (faşist) isyana karşı mücadele eden ilerici güçlerin tümüne “Cumhuriyetçi” deniyordu. Cumhuriyetçiler; sosyalistlerin her renginden devrimci hareketin her akımına, anarşistlerden burjuva demokratlara ve Troçkistlere kadar solun her sektörünü içine alan efsanevi anti-faşist birlikti. Cumhuriyetçiler, kimi tarihsel ve siyasal hatalar nedeniyle yenilseler bile, Flanjistlere (dinci faşistlere) karşı soylu bir savaş yürüttüler.
Falanjizm, 1930’ların başlarında Jose Antonio Rivera tarafından İspanyol soluna karşı geliştirilen, siyasal liderliğini General Franco’nun üstlendiği dinci bir faşist ideolojidir. Diğer bir ifadeyle İspanyol faşizmidir. Türkiye ve Müslüman dünyadaki dinci faşist hareketler (İslamo-faşizm) ile büyük benzerliklere sahiptir. Bu anlamda; İspanyol Cumhuriyetçilerinin Falanjistlere karşı yürüttüğü savaşa karakterini veren özelliklerden birini de laiklik mücadelesi oluşturuyordu.
Demokratik İspanya Cumhuriyeti’ne gösterdikleri sadakat nedeniyle “Cumhuriyetçi” adını alan ilerici iktidara karşı ayaklanan Falanjist subayların yönetimindeki askerler; toplumun Katolik dinciliğin etkisindeki en geri kesimlerinin de desteğini aldı. Cumhuriyetçi iktidarın karşısında dinci ve milliyetçi bir faşist cephe oluştu. Bu yanıyla İspanya iç savaşını, salt bir askeri isyan ya da darbe diye değerlendirmek doğru değildir. Çünkü, ülke ve toplum adeta ikiye ayrılmıştı.
Nazi Almanyası, demokratik iktidara bağlı İspanyol Cumhuriyet Ordusu’na karşı isyan eden ve savaşan Falanjitlere açık askeri destek verdi. Savaşın kaderini belirleyen hava desteğinin yanı sıra, yoğun şekilde silah ve cephane gönderdi. Nazilerin ve İtalyan faşistlerinin bu pervasız desteği karşısında “Demokratik Avrupa” ise sessiz kalmayı seçti. Çünkü, sosyalistlerin de içinde yer aldığı ilerici bir iktidarın yıkılmasına göz yummak sınıfsal ve siyasal bakımdan işlerine geliyordu. Kendi pis işlerini faşistlere gördürmek istiyorlardı. Tıpkı, Sovyetler Birliği’ne Nazi Almanyası’nın saldırısı ve işgali karşısında -ilk başlarda- sessiz kaldıkları gibi..
İspanya’nın demokratik seçimle yönetime gelen meşru iktidarına, yani Cumhuriyetçilere ise Sovyetler Birliği ve Meksika yardım ediyordu. Ancak, Sovyet yardımının “aşırı temkinli” hali ve daha çok Komünist Parti’ye yakın milislerle destek vermesi önemli bir hataydı. Bu tutum, yenilginin nedenleri arasında sayılır.
Dünyanın her yerinden gelen devrimciler, sosyalist aydınlar Cumhuriyetçilerin safında Falanjitlere karşı “Enternasyonal Tugaylar” oluşturarak savaştı. Sonuçta Cumhuriyetçiler yenildi. İspanyol demokrasisi ve halk iktidarı çöktü, Geriye görkemli bir enternasyonal dayanışma ve teslim olmayanların büyük hikayesi kaldı.
* * *
Türkiye’de de İslamo-faşist iktidara karşı İspanya’da olduğu gibi geniş bir “cumhuriyetçi cephe” oluşturulabilir. Ancak, bu cephenin 14-28 Mayıs seçimlerinden önce CHP tarafından oluşturulan “Millet İttifakı” girişiminden nitelik olarak farklı olmalıdır. Öncelikle saptanması gereken şudur; Millet İttifakı başarılı olamadı. Tanımlanmamış, belirsiz bir siyasal zemine basarak sağa açılma, muhafazakar değerlere ve siyasetlere göz kırparak gericiliği yenilgiye uğratma stratejisi çöktü. Politik esneklik ve kapsayıcılık ile ideolojik belirsizlik bir birinden çok farklıdır.
Türkiye, yeni bir rejim inşa etmeye çalışan Siyasal İslamcı iktidar (dinci faşizm) ile ona karşı koymaya ve kazanımlarını savunmaya çalışan dağınık toplumsal direniş odaklarının yarattığı gerilim ikliminde salınıyor. Ülke ve toplum, yön duygusunu kaybetmiş durumda. Bütün uzlaşma zeminlerinin imha edildiği bu süreçte, sert bir kırılmanın yaşanması kaçınılmaz görünüyor.
Diğer taraftan, Türkiye gericiliği ne yapmak istediğini biliyor. İslamcı faşist hareket kendi programını, zaman zaman geri çekilse bile uzun erimde kararlı şekilde uyguluyor. Buna karşılık, ülkenin ilerici, cumhuriyetçi, sol ve laiklikten yana güçleri ise bu saldırıyı karşılayacak bir cephe ve programdan halen yoksun bulunuyor. İşte bu boşluğu doldurmak acil bir demokratik ve devrimci sorumluluk olarak önümüzde duruyor.
* * *
Bunu yapabiliriz. Çünkü, Erdoğan ve Siyasal İslamcı ekibi, Türkiye’nin aydınlanma birikimini, devrimci ve demokratik damarını hafife alıyor. Buna karşılık ülke, kaderinin yeniden tayin edileceği nihai bir hesaplaşmayı henüz yaşamadı. Bu nedenle toplum iki çağ, iki zihniyet ve iki dünya arasındaki çatışmanın yarattığı ideolojik ve siyasal bir gerilim hattında sarsılıyor. Bu durumun uzun süre devam etmesi mümkün görünmüyor. Kısa vadede gericilik kazansa bile, İslamcı faşizmi yenilgiye hem mümkün he de kaçınılmaz görünüyor.
Bu anlamda, temelini ilerici güçlerin ve emekçilerin oluşturduğu geniş bir cumhuriyetçi cephe kurulabilir. Bu cepheye rehberlik edecek, net politik hedefleri içeren ve tarihin çağrısına uygun bir program geliştirilebilir Aslında bu tarihsel sorumluluğun yerine getirilmesi için her şey hazır. Dahası böyle bir cephe zaten yaşamın içinde fiilen oluşuyor.
Gezi direnişinin yenilgisinin nedeni, siyasal önderlik ve bir programdan yoksun olmasıydı. Bu anlamda, kimsenin yataycılık, hiyerarşi karşıtı güzelleme, liderlik düşmanlığı yapmasının alemi yok. Bu liberal ve liberter tezlerin tümü yaşam içinde yanlışlanmış durumda. Teorik bakımdan soylu bir özgürlük söylemine sahip olmak, mücadelenin politik olarak bir palavraya ve bozguna dönüşmesini engellemez. Nitekim dönüştü de… Karşımızda 7/24 çalışan merkeziyetçi, disiplini olan, güçlü ve gerici bir iktidar aygıtı varken, örgütsüzlük güzellemesi yapmak, yenilgiden başka bir işe yaramayacaktır.
Bu anlamda sol, kendi ideolojik ve politik referans alanlarına dönerek özgürlük, laiklik ve cumhuriyet mücadelesine amasız-fakatsız bir şekilde katılmadığı taktirde, tarihin de dışına düşecektir.