Türkiye gündeminde birdenbire öne çıkan ve fakat gerçekte uzunca süredir Siyasal İslamcı çevrelerin “ajandasında” önemli bir yer tutan “hilafet” konusundaki yazımın ikincisini, eğer ilk bölümünü atladıysanız ona da bir göz atarak okumanızda yarar var.
Osmanoğulları’nın Hilafeti Abbasi Hanedanlığından aldığı yolundaki görüş, İmparatorluğun gerileme ve çöküş döneminde, özellikle 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasından sonra uydurulmuş bir efsane olmaktan öteye geçemiyor. Bu antlaşmaya göre Rusya, Osmanlı ülkesinin tamamında Ortodoksların koruyucusu olarak tanınıyordu. Bunun üzerine Osmanlı padişahları da halife unvanı kullanarak Rusya’daki Müslümanların koruyucusu olduklarını ilan edeceklerdi. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım elden çıkmış, ancak burada yaşayan Tatar Türkleri ve diğer Müslümanların dini bakımdan halifeye bağlı olacağı Rusya tarafından kabul edilmişti. Ancak, bu kabul sembolik olmanın ötesine geçememiştir. Osmanlı tahtında I. Abdülhamit vardır.
Yavuz Sultan Selim’den tam 250 yıl sonra hilafetin Osmanlılara geçtiği iddiası ortaya atılmış, bu dönemde uydurulmuş bazı kanıtlar ileri sürülmeye çalışılmıştır. Uzak Doğu Müslümanlığını (Hindistan/Pakistan, Endonezya, Malezya vb.) dışında tutarsak eğer, aşağı yukarı bütün İslam dünyası henüz Osmanlı egemenliğinde olduğu için, 18. yüzyılda ortaya atılan bu hilafet iddiasına başlangıçta güçlü bir karşı çıkış olmamıştı. Osmanlı Hilafeti, özellikle Araplar dışındaki Müslüman toplumlar tarafından da zamanla benimsenmişti.
Ancak, Araplar (özellikle Güney Arabistan) Hilafeti devraldığını ileri süren Osmanlı hanedanının bu girişimini gerçek anlamda hiçbir zaman benimsemedi. Bu nedenle, 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı coğrafyasında meydana gelen Hicaz merkezli Arap ayaklanmalarının ideolojik gerekçesini, Osmanoğulları’nın halifeliğine ilişkin itiraz oluşturuyordu. Bu ayaklanmalardan bazıları zorlukla, örneğin Mısır Valisi (sonradan Mısır hükümdarı) Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa’nın yardımlarıyla bastırılabilmişti.
OSMANLI’NIN ÇÖZÜLMESİ VE HİLAFET
Arap ülkelerini, Hicaz’ı ülkesine katan Yavuz Sultan Selim hilafeti değil, o güne kadar Memlûk sultanlarının kullandığı “Hami’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn”, yani “Mekke ve Medine’nin Koruyucusu” unvanını devraldı. Yavuz, diğer siyasal unvanlarının yanı sıra, ölene kadar da bu unvanı kullandı. Yavuz Sultan Selim, Abbasi halifelerine özgü olan “Hilafet-i Kübra” yani dünyadaki bütün Müslümanların meşru dini ve siyasi hâkimi (Allah’ın yeryüzünde en büyük temsilci kıldığı kişi, Allahın gölgesi) olduğu iddiasında bulunmamış, böyle bir unvan kullanmamıştı. Çünkü Yavuz Hilafeti değil, halifeyi İstanbul’a getirmişti.
Tarihçi, Prof. Dr. Halil İnalcık, hilafetin Osmanlı padişahlarına geçtiği iddiasını “safsata” olarak nitelendiriyor. İnalcık şunları yazıyor:
“I.Selim’in (Yavuz) cihanşümul hilafet yetki ve sembollerini, Mısır’da oturan Abbasi Halifesi III. Al-Mütevekkil’den merasimle devraldığına dair rivayet, 18. yüzyılda ortaya atılmış ve Osmanlı sultanlarınca benimsenmiş asılsız bir rivayettir. Selim ile çağdaş Osmanlı ve Arap kaynaklarında buna dair bir kayıt yoktur. (…) Buhari ve öteki hadis kitaplarında yer alan, ‘İmam Kureyş’tendir’, yani, ‘İslam cemaatinin dini liderliği Kureyş kabilesine /aşiretine aittir’ hadisi karşısında, Osmanlı hükümdarlarının bütün Müslümanların halifesi olma iddiası, o zaman başka iki temel tarihi olguya dayandırılmak istenmiştir: (Birincisi) Osmanlı hükümdarları Fatih’ten beri, tüm İslam’ın gaza kılıcını elinde tutma hakkının kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdi… (İkincisi) Tüm İslam dünyasının hamisi (koruyucusu) olduğu tezini savunmaktaydı” (H.İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017: s.107-108).
ARAPLAR OSMANLI HİLAFETİNİ TANIDI MI?
Osmanlı sultanları sadece kendi ülkelerindeki Müslümanların halifesiydi. Hiçbir zaman bütün dünya Müslümanlarının halifesi olamadılar. Zaten tarihin hiçbir döneminde, bütün İslam dünyasını yöneten tek bir halife de olmadı. Tam tersine, İslam dünyasında aynı anda birkaç halifenin hüküm sürdüğü dönemler vardı. Örneğin; 10. yüzyılda Bağdat’ta Abbasi Halifeliği devam ederken, Mısır’da Fatimi Halifeliği (MS. 929) kuruldu. Aynı dönemde İspanya’da ise Endülüs Halifeliği ilan edilmişti. Bu dini ve siyasi iktidar odakları arasında sürekli nüfuz mücadelesi vardı.
Osmanlı sultanlarının özellikle II. Abdülaziz döneminden (1861-1876) itibaren kendilerini yüksek profilli şekilde “Halife” unvanını kullanmaya başlamaları tartışmalara yol açtı. Özellikle Hicaz Arapları tarafından, “Halifeliğin Kureyş kabilesinden gelenlerin hakkı” olduğuna ilişkin hadisten hareketle, Osmanlı sultanlarının bu hakkı kullanmalarının dinen doğru olmadığı ileri sürüldü. Öyle ki, Arap ayaklanmalarda ele geçirilen şehir ve bölgelerde Osmanlı sultanları adına camilerde hutbe okutulması yasaklanıyordu. İngilizler de bu tartışmayı kışkırtıyordu.
Başta İngiltere olmak üzere, emperyalist ülkelerin 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Halifeliği yerine, Arap soylu ve Arabistan merkezli bir halifelik kurma girişimleri artmaya başladı. Mustafa Kemal’in 1921’de söylediği, “İngilizler esaret altında bulundurdukları İslam âlemine karşı baskısını kolayca sürdürebilmek için, kıymetli bir araca muhtaçtır. İngilizlerin gözündeki bu araç, hilafet makamına oturtacakları kişidir” şeklindeki sözlerinin anlamı buydu.
Bilindiği gibi, I. Dünya Savaşı’nın başlıca nedeni geniş Osmanlı topraklarının paylaşılmasıydı. Çünkü, dünyanın en zengin petrol yatakları Osmanlı egemenliğindeki Arap coğrafyasında bulunuyordu. İngilizler bu amaçla her fırsatı değerlendirmeye çalıştı. Örneğin; Osmanlı Sultanının, Şerif Hüseyin’i 1877’de “Mekke Şerifi” yani, Mekke’nin Koruyucusu / Muhafızı tayin etmesini bile kullanmaya çalıştılar. İngiltere, Şerif Hüseyin’i Osmanlı Hilafeti’ne karşı, kendisini “Halife” ilan etmesi için sürekli olarak kışkırttı. Bu girişim, daha sonra I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin desteğiyle başlayacak büyük Arap ayaklanmasının da zeminini yaratacaktı.
Sonuç olarak Hilafet, ne İslam dünyasının ne de Türkiye tarihinin organik ve kültürel bir parçası olmadı. Günümüzde Müslümanları birleştirici bir kurum olarak hilafetin gerekli olduğu iddiası ise bir safsatadan, dahası gerici ve faşizan bir hakimiyet isteminin aracı olmaktan başka şey değildir.