Uzunca bir süredir ülkede, büyük bir şaşkınlıkla izlediğim bir tartışma sürüp gidiyor. Her kafadan bir ses çıkması bir yana, karşılıklı imalar hatta açık suçlamalar bu tartışmaları daha da şaşkınlık veren bir niteliğe büründürüyor.
Tartışma konularını iyi bilmesi gereken ama korkarım sadece yüzeysel daha da kötüsü, taraflı bir bakış açısı ile ele alan ve rahmetli babamn tabiri ile “ağzı açık konuşan” ve yazan anlı şanlı emekli bürokratlar, silahlı kuvvetler en üst düzey emekli mensupları ve gazeteciler, köşe yazarları, insan zekâsına neredeyse hakaret olarak görülebilecek görüşler ve önerilerle ortaya çıkıyorlar. Son günlerde bir meslektaşımdan yola çıkılarak bütün büyükelçilerimizin, NATO’cu ve Amerikancı olmakla ağır biçimde suçlandığı, Mavi Vatan tartışması, bu durumu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
NATO’CULAR
Türkiye’nin ve Türk ulusunun ciddi bir kafa karışıklığı yaşadığı inkâr edilemez. Bu kafa karışıklığının en çok da ülkeyi yönetenlerde olduğu başka bir gerçek ama sadece onlarla sınırlı değil.
Türkiye’nin, daha katıldığı 1952 yılından başlayan bir “NATO sorunu” değil ama “NATO konusu” olduğu kuşkusuzdur. Bu konunun askeri, siyasi, silahlı kuvvetlerin donanımına ve silah envanterine, ülke sanayine hatta iç siyasetteki (Gladio, Batı Çalışma Grubu, Kontrgerilla, askeri müdahaleler vb) her zaman olumlu olmayan etkileri, yıllardır her yönüyle didik didik ediliyor.
NATO’ya toz kondurmayanlar, NATO’nun Türkiye üzerindeki ve Türkiye’ye olumsuz etkilerini çoğu kez görmezden geliyorlar. NATO’nun olumsuz etkilerini ön plana çıkaranlar ise Türkiye’nin NATO’ya hangi koşullarda katıldığını, yaklaşık 50 yıl süren Soğuk Savaş döneminde NATO’da bulunmanın Türkiye’nin güveliğine nasıl ve ne ölçüde katkıda bulunduğunu unutmuş gibi davranıyorlar. Bunların anımsatılması ise söyleyenlerin “NATO’cu” olarak yaftalanmalarına yetip de artıyor.
NATO’ya ve Türkiye’nin NATO ile ilişkilerine böylesine unutkan ve dar bir pencereden bakmak doğru değildir. NATO’nun Türkiye’ye zarar verdiği düşünülen politikaları olmuşsa ve halen de varsa bunları görmek ve gereken önlemleri almak Türkiye’nin görevidir. Bu görev iktidar kadar Silahlı Kuvvetlere de düşer.
AKP’nin iktidara gelmesiyle Türkiye’nin, AB ilişkilerinde olduğu gibi NATO ve örgütün başat üyesi ABD ile ilişkilerinde de “gel-git”ler artmıştır. Bunu nedeni büyük ölçüde AKP’nin ve Erdoğan’ın bilgi ve deneyim eksikliğinin yol açtığı hatalı değerlendirmeler; Türkiye’nin gücü ile bağdaşmayan hatta Yeni Osmanlıcılık gibi çağ dışı beklentiler; yönetim becerisi eksikliği ve gerçekçilikten çok uzak dış politikadır.
Değişen Avrupa ve dünya koşulları; ABD güdümündeki NATO’nun yeniden uyarlanmaya çalışılan güvenlik algısı ve bunun gerektirdiği, NATO’nun Washington Bildirisi’nde ifadesini bulan “yeni duruş”u, Türkiye’yi bir “NATO açmazı”* ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu açmaz, Avrasya bağlantısı ile aşılabilecek bir açmaz değildir. Ancak NATO içinde aşılabilir ve aşılmalıdır.
AVRASYA’CILAR
Türkiye NATO üyesidir ama Cumhuriyet’in ilk kurulduğu günlerden hatta İstiklal Savaşı günlerinden beri Rusya (Sovyetler Birliği) ile iyi ve dostça ilişkiler sürdürmüştür. Bu Türkiye’nin ulusal çıkarlarına uygun bir tutumdur. Arada yaşanan ve Türkiye’nin NATO’ya girmesinin ağırlıklı nedeni olan, İkinci Dünya Savaşı sonunda Rusya’nın (SSCB), Türkiye ile 1925 tarihli, Dostluk ve Tarafsızlık (Saldırmazlık) Antlaşması’nı yenilememesine ve Kars-Ardahan ile Türk Boğazları ile ilgili taleplerine rağmen, uzun Soğuk Savaş yıllarında bile Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler hemen daima iki ülkenin de ulusal çıkarlarına uygun olarak sürdürülmüştür. Bugün de böyle sürdürülmesi doğru politikadır. Türkiye, ABD, ve NATO ile nasıl dengeli, ulusal çıkarlarını esas alan bir dostluk ve müttefiklik ilişkisi sürdürmek zorundaysa, Rusya ve dünyanın yükselen gücü Çin ile ve onların önderliğindeki Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS gibi oluşumlarla da yakın ve karşılıklı çıkara dayanan ilişkiler sürdürmek zorundadır. Bunun yapılmasının yararlı ve gerekli olduğunu düşünenleri ve önerileri hemen “Avrasyacı” olarak yaftalamak, NATO’cu yakıştırması kadar yanlıştır. Ancak bu yeni oluşumlara, onlarda bulunmayan bazı özellikler ve yetenekler atfetmek, örneğin Şanghay İşbirliği Örgütü’nden hareketle, ABD; Batı ve NATO karşıtı politikalar oluşturmaya çalışmak hele dünyanın belirsiz bir geleceğe doğru gittiği şu günlerde yaşamsal bir hata olur.
TÜRKİYE BİR YOL AYRIMINDA MI?
Ülkede çoğu kez yeterli bilgiye sahip olmamaktan; zaman zaman da özellikle Silahlı Kuvvetler emekli mensuplarında hissedilen FETÖ kumpasları Balyoz davası, Montreux Bildirisi davası gibi somut bazı haksızlıklara maruz kalmanın yol açtığı NATO-ABD karşıtlığı ve çok da yerinde olmadığını düşündüğüm “Avrasyacılık” olarak tanımlanan yaklaşım, Türkiye’yi büyük ölçüde Erdoğan ve AKP yönetiminin içine düşürdüğü çoklu açmazdan çıkarabilecek, akılcı ve gerekçi bir yaklaşım değildir. Türkiye’nin “NATO’mu-AVRASYYA mı?” gibi bir yol ayrımında olduğunu düşünmek, olup biteni doğru değerlendirmemek demektir.
Türkiye’nin tek bir seçeneği vardır: Öncelikle yönetim zafiyetinden biran önce kurtulmak; ekonomiyi düzeltmek; Silahlı Kuvvetlerin yapısını bozmamak örneğin, orduyu, Osmanlı Devleti’ne Balkan Savaşı’nı kaybettiren, devletin yıkılmasına ve paylaşılmasına yol açan,“alaylı” generallerle doldurmaktan vazgeçmek ve geçmişi ve bugünü doğru değerlendiren akılcı çalışmalar üzerine bina edilmiş, doğru ve uygulanabilen bir dış politika yolu çizmek. Bu en kısa sürede yapılamazsa, Avrasyacılar NATO’cuları; NATO’cular Avrasyacıları suçlamaya devan edeceklerdir ama bu arada kaybeden Türkiye olacaktır.